Yerli ve milli jeopolitiğe doğru

Dr. Ali Aslan / SETA Araştırmacı
30.07.2016

Bağımsız ve büyük Türkiye ideali, köksüz bir laik kimlik temelinde Batıcı ya da Rusçu bir jeopolitik anlayışla değil, yerli ve milli değerler üzerinde yükselen bir kimliğe yaslanarak kendini merkeze alan ve mevcut uluslararası dengelere gerçekçi bir bakış geliştiren jeopolitik bir anlayışla gerçekleştirilebilir.


Yerli ve milli jeopolitiğe doğru

15Temmuz’da halkın verdiği mesaj açıktı: “Hakimiyet milletindir.” Bu, açık bir şekilde millet iradesinin üstünde herhangi bir iradenin kabul görmeyeceğinin ilanıydı. Gerçekten de Türkiye tarihine baktığımızda, sivil ve askeri bürokrasinin belli aralıklarla millet iradesine ipotek koyduğunu ve siyaseti dizayn etmeye giriştiğini görmekteyiz. Türkiye’de siyaseti, geniş toplum kesimleri ve bunların siyasetteki temsilcileri ile bürokrasi sınıfı arasında bir iktidar savaşı olarak görmek mümkündür. Bu, özellikle Cumhuriyet’e geçişle, yani demokratik bir rejimin kabulüyle daha da kritik bir hal almıştır. Keza demokrasi, ülkeyi kimin yöneteceğine rakamların karar verdiği, çoğunluğun yönetimi elinde tuttuğu rejimin adıdır. Azınlıkta olanlar şayet iktidarı gözüne kestirirse, bunun için tek yol “evrensel sınıf” olan bürokrasiyi ele geçirmek ve dışarıya kapayarak elinde tutmaktır. Kemalistler uzunca bir süre bu şekilde iktidarda kaldılar. Seçilmişlerin bürokrasinin iktidarını rızayla sağlayamadığı noktada zor, yani askeri darbeler geldi. 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunan Gülenistler de uzunca bir süre benzer bir yol takip etti. Sivil ve askeri bürokrasiyi Kemalistlerin elinden alarak ve AK Parti hükümetini de istediği çizgiye çekerek iktidarlarını kurmak istediler.

Kemalizmin geri dönüşü

Gülen Cemaati’ni FETÖ’ye dönüştüren, bürokrasiyi ele geçirerek milli iradeye ve siyaset kurumuna cephe almış olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında FETÖ kategorik olarak, siyaset kurumunu ve millet iradesini baskılayan Kemalist aktörlerden bir farklılık taşımamaktadır. 2002’den 2013’e kadar olan zaman diliminde halk öncelikle, sivil ve askeri bürokratik vesayetle millet egemenliğine ipotek koymaya çalışan Kemalist aktörlerle mücadele etti. 2012’den 15 Temmuz 2016’ya uzanan bir süreçte ise halk, bürokrasiyi önemli ölçüde ele geçirmiş olan Gülenist aktörlere karşı bir mücadele başlattı. Dolayısıyla, 2007’de 28 Nisan muhtırası ve Cumhuriyet mitinglerine karşı 22 Temmuz seçimlerinin vermiş olduğu cevap, ne 2013’te Gezi kalkışmasına karşı Kazlıçeşme’de düzenlenen “milli iradeye saygı mitingi”nin ne 17-25 Aralık 2013 yargı darbesine karşı 2014’te 30 Mart yerel seçimleri ve 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçiminin ne de 15 Temmuz askeri darbe girişimine karşı halkın sokaklara inerek verdiği cevaptan farklı değildir. İster Kemalist isterse Gülenist olsun, millet iradesine ve siyaset kurumuna dışarıdan müdahaleler, halkın sert tepkisiyle karşılaşmaktadır.

Ancak bu mesajın bazıları tarafından yeterince “anlaşılmamış” olduğunu görmekteyiz. 15 Temmuz sürecinde, Gülenistlerin tasfiyesiyle başlayan yeni dönemde, Kemalist aktörler pozisyon almaya başladılar. Öyle ki, iktidar paylaşımının dışında kalmak istemeyen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP lideri Devlet Bahçeli, “kaçak saray” olarak gayrı-meşrulaştırdıkları ve Erdoğan’ın “otoriterliği”nin simgesi olarak gördükleri Beştepe Külliyesi’ne gitmek zorunda kaldılar. Medyada birlik-beraberlik ve uzlaşının resmi olarak sunulan bu siyasi pragmatizme, Kemalistlerin yeni dönem için öngördükleri düzenin parametreleri eşlik etti. Ulusalcıların oluşturduğu Kemalizmin şahin kanadı, halkın 15 Temmuz sürecinde FETÖ’ye karşı göstermiş olduğu direnişi, dine karşı verilmiş bir direniş ve laikliğe karşı bir özlem olarak resmetti. Buna göre, askeri ve sivil bürokrasi, Cumhuriyet değerlerini özümsemiş ve laik dünya görüşü baz alınarak yeniden şekillendirilmeli ve personel seçimi bu çizgide yapılmalıdır.

Kemalizmin ılımlı kanadı ise, “darbeye de diktaya da hayır” sloganıyla AK Parti’nin bir süredir peşinde olduğu kurumsallaşma çabalarına açıktan karşı çıkıyordu. Daha spesifik olarak ise, önemli devlet kademelerine yapılan atamalarda, yani bürokrasinin şekillenmesinde ideolojik eğilimlerin değil, liyakatin öne çıkarılmasını dile getirdi. Ancak toplumsal alanda kimliksiz olmak bir insan için bir seçenek olmadığından, evrensel ve objektif kimlik olarak görülen laik kimliğin yeniden temel kriter olması gerektiğini, utangaç bir şekilde de olsa, işlemeye başladı. İroni dolu bu pozitivist görüş, bilimi kendine rehber edinen laik insanların liyakat testini rahatça geçerken, “gerici” olarak yaftalanan dindarların devlet yönetimi için gerekli niteliklere sahip olmadıkları ön kabulüne yaslanmaktadır.

Uluslararası medya, bazı Batılı siyasetçiler ve Türkiye’de Kemalist halkanın dışında kalan ancak Batıcılığı ve laik kimliği önemseyen bazı kesimler de darbe girişiminin başarısız olacağının anlaşılmasının hemen sonrasında AK Parti iktidarının muhalifleri devlet kurumlarından temizlemeye girişeceği ve demokrasinin bundan zarar göreceği iddiasını dolaşıma soktu. Özetle, radikal bir kurumsallaşma hamlesinin eşiğinde olduğumuz bu noktada şahin ve ılımlı Kemalistler 1930’ların değerlerine dönülmesini salık verirken; uluslararası toplum ise bir süredir Türkiye’yi terbiye etmek için tedavüle soktuğu otoriterleşme söylemi üzerinden AK Parti liderliğinde bir kurumsallaşma hamlesinin “tehlikeleri”ne dikkat çekerek yeni kurumsallaşma sürecine müdahil olmaya çalışmaktadır. 

Gülenizmin ve Kemalizmin

Kemalistlerin yeni dönemde iktidara talip olmalarının temelinde FETÖ dolayımıyla dini referanslı siyasetin çökmüş olduğu, daha da ötesi, devlete ve millete zarar verdiği iddiası bulunmaktadır. Lakin Gülenistlerin terör eylemlerinin, bizzat dini referanslı siyaseti gayrı-meşru kıldığı iddiası doğru değildir.

İlk olarak, Gülenistlerin dini anlayışı hakikatin bilgisine sahip olma, seçilmişlik inancına yaslanmaktadır. Bu totaliter zihniyetin dini referanslı tüm siyasi akımlara hakim olması söz konusu değildir. Keza dini referanslı bir siyaset güden AK Parti’de böylesine esoterik ve mesiyanik referanslara rastlamak pek mümkün değildir. Ayrıca, benzer ölçekte totaliter bir siyasetin pozitivist-laikçi dünya görüşü tarafından üretilmesi de söz konusudur. Kemalizmin siyasi kimlikleri gerici-ilerici olarak kategorize eden siyaset dili, zaman-mekan dışı bir hakikati, yani bilimsel bilginin mutlaklığını ve ona nüfuz edebilen bir sınıfın üstünlüğü inancını referans almaktadır. Bu, hakikatin bilgisine sahip olma ve seçkinlik inancı, benzer bir totaliter zihniyeti ve baskıcı siyaseti ortaya çıkabilmektedir.

İkinci olarak, Gülenistlerin siyaset tarzı AK Parti’den ziyade Kemalizm’e benzerlik göstermektedir. Kemalistler de Gülenistler de iktidar mücadelesinde popüler siyaset yapmaktansa, demokratik siyasetin arkasından dolanarak sivil ve askeri bürokrasi gibi kilit iktidar aparatlarını ele geçirme yolunu seçmektedirler. Yani her iki kesim de siyasetin dışında kalarak siyaset yapma tarzına sahiptir. Dolayısıyla, Kemalizmin ve Gülenistlerin başarısızlığı halkı ciddiye almayan ve şeffaflıktan uzak anti-demokratik siyaset tarzlarından kaynaklanmaktadır. Ve bu, ideolojik olarak birbirine zıt gözüken iki siyasi hareketi bir araya getirmektedir.

Üçüncü olarak, Gülenizm bir bakıma Kemalizm’in ürettiği bir olgudur. ABD gibi ülkelerin uluslararası çıkarlarını gözeterek Gülen hareketinin kuruluşu ve gelişmesinde desteği göz ardı edilemez. Türkiye gibi çevre ülkeleri, Batılı emperyal merkezin azınlık ve kapalı gruplar üzerinden kontrol etme yolunu takip etmesi bilindik bir durumdur. Ancak Kemalizm’in de Gülenizmin gelişimindeki rolü azımsanamayacak ölçüdedir. Kemalizm’in dini kimlikleri güvenlikleştirmesi ve meşru demokratik siyasetin dışında tutması, dindar muhafazakar kesimlerin yer altına inmesine ve cemaatleşmesine sebep olmuştur. Cemaatlerden bazıları kendilerini koruma refleksiyle içine kapanıp dış dünyadan kendilerini soyutlarken, FETÖ gibi bazıları ise devletin kılcal damarlarına takiyye yoluyla sızma eğilimi gösterdiler. Dolayısıyla, her ne kadar AK Parti döneminde daha fazla fırsat alanı yakalamış ve genişlemiş olsa da, Gülenistlerin Kemalizmin egemen olduğu dönemin bir ürünü olduğu ve yine AK Parti döneminde toplumdaki Kemalist vesayet karşıtlığını kullanarak kendisine bürokrasi ve sivil toplumda alan açtığı bir gerçektir.

Son olarak, Gülenistlerin siyasetin meşru alanındaki siyaset dili hiçbir zaman din referanslı olmamıştır. Bir yandan bürokraside kendisine rakip gördüğü Kemalist vesayeti geriletmek, diğer yandan da AK Parti’nin yaslandığı millet iradesi odaklı demokratik siyaset kurumunu zayıflatarak siyaset-dışı hamlelere alan açabilmek için siyaset-karşıtlığına varan bir liberal-demokrat söyleme sarıldığı görülmektedir. Aynı zamanda, küresel ölçekte Batı’nın desteğini almak için de liberal-demokrat dilin işlevsel olarak kullanıldığını not etmek gerekir. Bu açıdan bakıldığında, şayet FETÖ gibi olabildiğince hiyerarşik, kolektivist ve kapalı bir yapının eşitlikçi, bireyci ve şeffaf bir siyaset öngören liberal-demokrat ideolojiye gerçekten inandığını kabul edecek olursak, Gülenistlerin başarısızlığı dini referanslı siyasetin iflasından ziyade, laik ve liberal-demokrat siyasetin iflası olarak görülmelidir.

Kurumsal reform gerekliliği

Kemalist aktörlerin çizdiği karamsar tablonun aksine 15 Temmuz’da darbe girişiminin püskürtülmesi, siyaset kurumunun güçlenmesi ve demokrasinin kök salmasını sağlarken, demokratik siyasetin alanının genişletilmesi için daha ileri adımların atılması yönünde de bir irade ortaya koymuş oldu. Kemalist reformlar ve baskılarla kendine yabancılaşmış toplumun gösterdiği dirençle, bir nev-i “kendine geri dönüşü” ve iç çelişkilerini -bir süreliğine de olsa- aşmasına yol açtı. Toplumda oluşan rahatlama ve birliktelik hissinin hiç olmadığı kadar artması bunu somut olarak ortaya koymaktadır. Mevcut kurumsal yapılanmanın yeniden düzenlenmesi ve siyaset kurumunu daha da merkeze alan bir devlet yapılanması ve kurumsallaşmanın inşası gelecek darbelerin ve siyasete müdahalelerin önlenmesi için artık kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu kurumsallaşmanın gerçekleşmesi için radikal adımların atılması gerekmektedir. Peki nedir bu adımlar?

İlk olarak, sivil ve askeri bürokrasi gibi siyaset dışı sektörlerin yerli ve millileşmesini sağlayacak adımlar atılmalıdır. Bürokrasinin en temel sorunu, hem Kemalist hem de Gülenist şekliyle, halkla mesafeli olması, yani yeterince demokratik olmamasıydı. Jakoben siyasi aktörlerin elinde bürokrasi, halka hizmet etmek yerine halka kendi inançlarını ve çıkarlarını empoze eden bir tavır içerisinde oldu. Dolayısıyla bürokraside genel hatlarıyla iki boyutlu yapısal bir dönüşüm gerekmektedir. İlki zihniyet dönüşümüdür. Bu dönüşümün merkezinde toplum-asker ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi bulunmaktadır. Bu, askeri ve yargı mensuplarının eğitiminde kullanılan müfredatın gözden geçirilerek bir yandan halkın değerlerine ve geleneklerine uygun bir şekilde yeniden düzenlenmesini, diğer yandan da askerin halka ve sivillere bakışını olumlu anlamda değiştirecek demokratik bir zihniyetin yerleşiklik kazanmasını kapsamaktadır. İkinci boyut, bürokrasinin olabildiğince halka açık, şeffaf ve topluma hesap verebilir şekilde düzenlenmesini içermektedir. Bu dönüşümlerin başarı ölçütü, bürokrasinin bir yandan siyaset kurumuna müdahil olmayan bir mesafeye çekilmesi, diğer yandan ise devletin devamlılığını sağlayacak bir misyona odaklanmasıdır. Sonuçta burada bürokrasinin, siyasette değişim ile devlette devamlılık esasları arasında ince bir dengeyi tutturması söz konusudur.      

İkinci olarak, başkanlık sistemi temelinde bir yapılanmayla siyaset kurumunun daha da güçlendirilmesi gerekmektedir. Başkanlık sisteminin en temel özelliği millet iradesinin en ideal şekilde siyasete yansımasını ve yönetimde istikrarı sağlamasıdır. Bu nitelikler siyaset kurumunu güçlendirme işlevi görmekte ve siyaset-dışı müdahalelere karşı milli iradeyi çok daha korunaklı hale getirmektedir. Türkiye’de siyaset kurumunun son 15 yılda peyderpey yaşadığı dönüşümler bu yönde bir süreç takip etmiştir. Gerçekten de, hem genel olarak paralel yapıyla mücadelede hem de spesifik olarak 15 Temmuz darbe girişiminde doğrudan halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kilit bir rol oynamıştır. Belli açılardan fiilen başkanlık özelliği gösteren mevcut yönetim sisteminin yeni bir anayasayla yasal çerçeveye oturtulması, FETÖ gibi aktörlere karşı siyaset kurumunu güçlendirerek daha dirençli kılacaktır. 

Üçüncü ve son olarak, ülkenin uluslararası alanda otonomisi ve bağımsızlığını artıracak kurumsallaşma adımlarının siyaset dışındaki diğer sivil sektörlerde de atılması aciliyet arz etmektedir. Siyasi bağımsızlığın ekonomik, askeri ve kültürel bağımsızlıkla taçlandırılması gerekmektedir. Ekonomide üretime dayalı bir ekonomik modele, askeri anlamda halihazırda başlamış olan kendi silahını üretmeye dayalı bir sanayileşme modeli ve otonom bir güvenlik politikasına ve kültürel anlamda evrensel değerlerle yerel değerleri harmanlayan bir eğitim ve kültür politikasına geçiş bu anlamda kritik bir öneme sahiptir.

Türkiye’nin 15 Temmuz sonrasında yeniden kurumsallaşma ihtiyacı çok daha aciliyet kazanmıştır. Ancak bu kurumsallaşma, Kemalist aktörlerin iddia ettiği gibi gerçekleştirilemez. 1930’ların Türkiyesi’nin ideolojik zemini, mevcut ulusal ve uluslararası şartlar altında günümüz Türkiyesi’ni taşımaktan oldukça uzaktır. Kemalist aktörler Türk toplumunda ve dünyada yaşanan köklü değişimleri dikkate alarak gerçekçi bir değerlendirme yapmalıdırlar. Bağımsız ve büyük Türkiye ideali, köksüz bir laik kimlik temelinde Batıcı ya da Rusçu bir jeopolitik anlayışla değil, yerli ve milli değerler üzerinde yükselen bir kimliğe yaslanarak kendini merkeze alan ve mevcut uluslararası dengelere gerçekçi bir bakış geliştiren jeopolitik bir anlayışla gerçekleştirilebilir.             

[email protected]