Yol ayrımındaki ülke Türkiye

Hasan Hüseyin Öz / Araştırmacı-Yazar
7.04.2018

Biz bu ülkenin yerlileri, 28 Şubat’la birlikte en bariz şekilde görüldüğü üzere liberal haymatlosların doğal hukuk ve insan hakları söylemlerine müptela olduk. Daha açık ifadeyle Kemalizm’den kaçarken liberalizme tutulduk. Oysa her darbenin arkasında olduğu gibi 28 Şubat’ın arkasında da liberal değerleri(!) kutsayan Batı vardı.


Yol ayrımındaki ülke Türkiye

“Türkiye, Afrin’de terörle mücadele ederken aslında emperyalizmle savaşıyor” dediğimizde bazı kesimler tarafından romantik olmakla suçlanmıştık. Oysa bizim bu sözümüzün temelinde, Doğu ve Batı’nın kesişme noktasına konmuş Türkiye’nin tarihini yoğuran, adaleti usûl haline getirmiş “kanun-u kadim” vardır. Bu fikir, Keçecizade İzzet Molla’nın “İcabı maslahat böyle iktiza eder” sözüyle vücut bulan ıslahat/reform sürecinin kurumsallaştırdığı “araçsal akıl” tarafından son iki yüz yıldır “devletten” aforoz edilmeye çalışılsa da en azından millet irfanında hükmünü icra eylemeye devam etmektedir. Nitekim, son 5-6 yıldır “bekâmızı tehdit eden” olaylar silsilesine karşı gelişen millet ve devlet refleksi, “kanun-u kadim tecellisi” olarak değerlendirilebilir. Afrin özelinde de durum aynıdır. Bu hususta Batılı medya kuruluşlarının tezviratlarına bakmanız yeterli. Boşuna söylemiyorlar “Türkiye sistem dışına çıkıyor” diye. Bir hakikatin üzerini romantizm suçlamasıyla örtmek isteyenler, metropol ülkelerdeki paniğe bir de buradan baksınlar. Söz konusu suçlamayı yapanların ufku liberal mühendisliğin kurduğu temerküz kamplarında rasyonellik adına ezberletilen “maslahatı” aşabilirse, emperyalist cephedeki paniği görebilirler tabii…

Bir yol ayrımında olduğumuz kesin. Lakin “Tanzimat zihniyeti” bunu da anlayamaz. Zira bu zihniyet entegristtir. O ki, temel felsefesi “icab-ı maslahattır.” Fikir babaları girişte söylediğimiz gibi Keçecizade İzzet Molla. Oğlu, Tanzimat döneminin üç paşasından biri olan Fuat Paşa… 1838 Balta Limanı Anlaşması’nın oluşturduğu bağımlılık siyasetinin bir sonucu olan Tanzimat Fermanı’nı hayata geçiren üçlüden biri yani. Yeri gelmişken söyleyelim, Tanzimat eleştirisi ile şekillenen Türk muhafazakârlığının bugünkü akademideki bazı temsilcileri, bizim “bağımlılık siyaseti belgesi” olarak gördüğümüz Balta Limanı Anlaşması’na “Osmanlı’da ticaret hacmini genişletti” sözleriyle övgü düzmeye başladılar. Bütün dünyada sistem eleştirileri yükselirken, hatta örtük de olsa Türkiye, tarihiyle buluşarak insanlık için bir imkâna dönüşmenin arifesindeyken, İngiliz pazarına talip bu türedi güruh sahi neyi tanzim ediyor? Tanzimat, maslahatı kanun-u kadimden kopartarak kapitalist enternasyonalizme bağlamış ve devlet-i âlînin topraklarını merkantilizme dayanan sömürgenin mühendislik alanı haline getirmiştir. Yani köksüzleşme ve körleşme sürecidir. Keçecizade İzzet Molla’nın sürgüne gönderilmesine sebep olan 1828 tarihli layihasında yer verdiği “Bir devlet beş yüz sene bir halde olmayacağı tevârih-aşiyân-ı eslâfa malumdur. Kâr-ı akl oldur ki, şer’i-i cüziyi ihtiyâreyleyüp ‘adâya mülâyemet ile kendi işine nizâm verip vaktenmin’el-evkatahz-ı sâredîde-dûz olmak iktizâ eder.” sözleri, Tanzimat ve onun ürettiği tipolojinin ahkâmını belirler. Molla’nın sözleri, aslında tam bir arafta kalmışlık kaygısının ifadesidir. Ne var ki, Tanzimat’a geldiğimizde bu sözler, Molla’nın niyeti halis olsa da kopuş sürecini başlatmış ve nihayet entegrizme ve nepotizme sebep olmuştur.

Meseleyi biraz da sistem analizine getirerek devam edelim. Dünya tarihinin son iki yüzyılına baktığımızda, liberal enternasyonalizmin evrimini görürüz. Her dönem başka kılıflarla karşımıza çıkar. Fakat, liberal ideolojinin kendisi de “Kilise/eklasya müktesebatına” giydirilmiş bir “mevzuat” kılıfıdır. Mesela, liberal ideolojinin “evrenselleştirici” kavramları “doğal hukuk” ve maalesef sıkıştığımız zaman sarıldığımız “insan hakları”, “köleci Roma hukukunu” Hıristiyanlaştıran Aziz Paul’ün “Tanrı, doğal hukuku kalplerimize yerleştirdi” doktrinine nispet edilmeden tanımlanıp mevzuat haline getirilemez. Aynı şey, dilimizde en güzel çağrışımlara sahip “devlet” olarak çevrilen “état” kelimesi için de geçerlidir. Statüko/bürokratik oligarşi sakızlarıyla bütün günahı memurlara yükleyip devletin küçülmesini savunuyoruz ya, entegrizm çukuruna düştüğümüz Tanzimat’tan beri debelenip durmamızın sebebi bu.  

Kurumlar mı, kavramlar mı?

“Def-i mazarrat, celb-i menâfi‘den evlâdır.” Yani; baştaki sıkıntıların giderilmesi, yeni menfaatlerin üretilmesinden önceliklidir. Zira baştaki sıkıntı üretilen her faydayı zaten bertaraf edecektir. O zaman kendi kavramlarımızı tartışmak adına Batı’nın kurumlarının ontolojisinden devam edelim. Batı’da insan, kurumlarsız tanımlanamaz. Hani bizim şu yarı aydınlanmacı, çokça komprador liberaller var ya, onlar Batı’yı “özgür birey diyarı” diye tanımlarlar. Evet, Batıda görünürde “birey” vardır. Fakat, bu birey eklasya müktesebatına nispetle oluşturulmuş kurumların mevzuatlarıyla tesis edilmiş yığına tabidir. Yığına nispet edilmeden birey tesis edilemez Batı’da. Kimi muhafazakârların bu hususu atlayarak, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” kanun-u kadim ilkesini, liberalizmin ayartmasıyla açıklamaya çalışmaları bu yüzden mesnetsizdir. Üzülerek söyleyelim ki; bu bir kolaycılık-tır ve bizim bugünkü kafa karışıklığımızın sebebi de bu kolaycı ahlak anlayışımızdır. Bundan kurtulmak için fikir düzleminde emek harcamak ve akıl teri dökmek zorundayız. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin oluşturduğu fırsatları değerlendirmek istiyorsak, kolaycılığa kaçmadan, Batı’nın mevzuatlarla beslediği yayılma stratejisini de görerek hem kendimizle, hem de son 200 yıllık tarihimizle yüzleşmek zorunlu bir hâl inkılabıdır. Eğer bu yüzleşmeyi gerçekleştiremez, kendi kavramlarımızı kullanamazsak liberal sızıntı devam edecektir ve emperyalizmin “toza dönüştürme” stratejisi bütün direnişlere rağmen uygulamaya sokulacaktır.

Eğer yol ayrımından bahsediyorsak, Grek-Latin-Kilise diyarının evrensellik stratejisini de görmek zorundayız. Şimdi birilerinin ezberlerini bozmayı hedefleyen bir cümle daha kurmak istiyorum: Batı’da aslında düşünce yoktur, mevzuatlarla bezenmiş strateji vardır. Çünkü düşünce, dönüşerek aşmak anlamına gelir. Dolayısıyla müesses nizamı oluşturan diyarda ne özgürlük vardır ne de birey. Eğer olsaydı, kölelik müessesesi teknik bir ayrıntı olarak görülmezdi. Onun için o diyarda sadece “oligarşik bir strateji” vardır. Çoğulcu demokrasi, çok kültürlülük, hukuk devleti vs. liberal söylemler asıl hedefe giden yolda dolaylı strateji aparatlarıdır. Nitekim son yıllarda yaşanan olaylara baktığımız zaman bu söylemlerin neye tekabül ettiğine hep birlikte şahit oluyoruz.

Özellikle biz bu ülkenin yerlileri, 28 Şubat’la birlikte en bariz şekilde görüldüğü üzere liberal haymatlosların doğal hukuk ve insan hakları söylemlerine müptela olduk. Daha açık ifadeyle Kemalizm’den kaçarken liberalizme tutulduk. Oysa Türkiye’de yaşanan her darbenin arkasında olduğu gibi 28 Şubat’ın arkasında da, liberal değerleri(!) kutsayan batı vardı. Şimdi temel bir meselenin daha altını çizelim, Kemalizm ve onun oluşturduğu bürokratik oligarşi, daha derinden bakıldığı zaman anlaşılacaktır ki, “liberal evrenin” içinde şekillenmiştir. Eğer liberal evrimi doğru okuyabilirsek bunu açık bir şekilde görebiliriz: 19. yüzyılda devlete göre tanımlanan piyasadan, 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren piyasaya göre tanımlanan devlete geçiş bu sürecin özetidir. Darbelerin oluşturduğu ekonomi-politiğin izini sürersek bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır. Demem o ki, 28 Şubat’ta liberal söyleme teşne olanların görmediği şey Türkiye’nin neo-liberal ilkeler doğrultusunda yeniden dizayn edilmesidir. Eğer itirazınız varsa Derviş politikalarını ya da o dönemde dolaşıma sokulan etno-sosyoloji söylemlerini delil getirebilirim size. Çok şükür söz konusu politikayı ve söylemleri geride bıraktık da, kardeşlik hukukumuzu adalet merkezli tesis etmenin yollarını arıyoruz. Eğer yolumuza devam etmek istiyorsak istikametimizi “Kanun-u Kadim’in” çizdiği doğrultuda sabitlememiz gerekiyor. Kanun-u Kadim bize “adaleti merkeze koy” diye emreder. Adalet deyince, yine Batı entegrizminden kaynaklanan hukuk devleti söylemini anlamamak gerekiyor. Zira orada hukuk, zannedildiğinin aksine insan merkezli değil, yukarıda söylediğimiz gibi mevzuat merkezlidir. Bizim burada bahsettiğimiz adalet, Adl’in tecellisidir. Dolayısıyla, “usûl, asıldan mukaddemdir” hükmünce, adaleti merkeze koymak zorundayız.

15 Temmuz’da koyulan irade ile emperyalizmin bu topraklarda at oynatmasına izin vermeyeceğimizi gösterdik. Afrin operasyonu ile birlikte, hangi kara propagandayı yaparlarsa yapsınlar emperyalizmin oluşturmak istediği yeni jeopolitik sistemi sarstık. Şimdi entegrizmin oluşturduğu ezberle-ri bir kenara bırakma zamanı. Çünkü Türkiye, bütün olumsuzluklara ve engellemelere rağmen, tarihteki rolünü üstlenmiştir. Eskiden kendisini cephe ülke olarak tanımlayanların giydirmek istedikleri gömleği yırtıp atarken, etkinlik sahasını da genişletmiştir. Tam da şimdi, söz konusu jeopolitik etkinlik sahasına uygun bir yapılanmaya girişme zamanıdır. Kamu personel rejimi meselesi tam da bu yüzden önemli… Bu meseleyle ilgili çalışmaları, liberal müktesebatın oluşturduğu ezberlerle yürütmek gibi bir hataya düşülmemeli. Bilakis, ferd-i vahidin tecellisine zemin hazırlayan adaleti usul olarak belirleyen kanun-u kadim temel alınmalı ve onun idrakimize yön veren kavramları üzerinden çalışılmalı.

Bu bağlamda, bırakın memurları akdi hale getirmeyi, kamu yönetimini ve kamu personel sistemini, Türkiye’nin etkinlik sahasına dönük olarak cihazlandıracak kalıcı bir gelenek oluşturma hedefiyle şekillendirmeli. Çünkü,“icab-ı maslahat böyle iktiza eder”. Zira, bugün BM’de etkinliği en yüksek devletler, güçlü bürokratik gelenekleriyle liberal ideolojinin “devleti küçültmeli” ayartmasını yerle bir etmektedir. Kaldı ki, tarih içinde Selçuklu’dan Osmanlı’ya Türk devlet geleneğini şekillendiren unsur da budur.

[email protected]