Yönetmenin düşünceye ve hayata açılan penceresi

Asım Öz - Yazar
14.04.2019

Sinema serüveni “Rusya’nın gerçeğini hatırlatmak” şeklinde özetlenebilecek olan Nikita Mikhalkov, felsefi ilgileriyle de ülkesinin karakteri, tarihi gelenek ve görenekleri, manevi özü ve kaderiyle farklı bir ülke olduğunu belirgin kılmıştır. 


Yönetmenin düşünceye ve hayata açılan penceresi

Rus kültür tarihiyle ilgili bilgilerimiz ve okumalarımız ülkenin görünmez yerel duyarlılık ipleriyle örülen dünyasını kavramaktan hayli uzak. Bilinen kültürel unsurlar on dokuzuncu yüzyıl romanlarıyla, Sovyetler imgesiyle ve bir türlü geçmeyen “Andrei Tarkovsy modasıyla” sınırlı. Kültürle siyaseti iç içe işleyen ve edebiyat tarihiyle ilgili ayrıntılı bir tablo çizen kitapların çevrildiğini görürüz ama önemli düşünürler, yazarlar ve yönetmenler hakkında doğrusu pek fazla bilgimiz yok. Çeşitli cepheleriyle Rusya’da yaşanan kültürel ve siyasi etkileşim üzerine Türkçeye çevrilen çalışmalar gün geçtikçe artıyor. Ne var ki tam anlaşılmayan şeylerin kurcalanması, belli bir koda vurularak açıklanması ve büyük anlamın açıklanması ise bir türlü gerçekleşmiyor. 

Rus tarihinde dönüm noktaları hayli fazla; ideolojik, toplumsal ve ekonomik eğilimlerdeki geliş gidişlerin hız kazandığı Mihail Gorbaçov’lu perestrokya döneminden itibaren devrim öncesinde ve sonrasında yurt dışına göç eden seçkinler çeşitli vesilelerle gündeme geldi. Sürgündeki aydınlara, askerlere ve siyasetçilere duyulan hayranlık aynı zamanda onların eserlerinin ve fikirlerinin ülkede hangi şartlar altında yayımlanacağıyla ilgili bir dizi tartışmayı da tetikledi. Ahmatova’nın Requiem’i, Platonov’un Çukur ve Çevengur’u, Bulgakov’un Köpek Kalbi, Vasili Grossman’ın Yaşam ve Kader’i hatta Pasternak’ın Doktor Jivago’su gibi eserler suyun yokuştan aşağıya akması gibi birbiri ardına yayımlandı. Kendiliğinden, durdurulması imkânsız bu akış sayesinde hayal kırıklıklarının beslediği ıstırap eşliğinde Sovyetler Birliği öncesine duyulan nostalji günden güne artacaktı. 1980’lerin ortalarından itibaren siyasi alan genişledikçe, kültür kapıları da ardına kadar açılmaya başladı.  Demir perdenin ardından en saf hâliyle “Hakiki Rusya” yahut “Rus ruhu” dillere pelesenk oldu. 

Devrimden uzlaşmaya

Kendini “mutlak iyinin taşıyıcısı” kabul edenlerin eylemleriyle başarıya ulaşan Ekim Devrimi’ne karşı çıkan filozoflar, diğer aydınlarla birlikte 1922’de Rusya’dan sınır dışı edilmişti.  Leon Troçki’nin başını çektiği Kızıl Ordu ile Çarlık yanlısı “Beyazlar” arasında patlak veren savaş ise henüz sona ermemişti. “Beyazlar”, 1923’te yenilgiye uğradıktan sonra başta Fransa olmak üzere dünyanın dört bir yanına dağılır.  Paris, Berlin, Prag veya New York’ta sürgünün en zor şartlarını yaşarken Rus düşüncesini ve sanatını geliştiren figürler 1990’lardan 2000’lere “en iyiler” heyecanıyla biteviye övüldü. 

Göç edenlere, sürgüne gönderilenlere mallarının iadesi gündeme geldi. Bunlar arasında komutanların, edebiyatçıların ve filozofların önemli bir yer tuttuğu biliniyor. 2000’lerde, Anton Denikin, İvan Şmelyov ve Alman idealizminden esinlenmiş dini düşünce geleneğine mensup İvan İlyin gibi isimlerin yurtdışındaki naaşları Rusya’ya getirilir ve hatıralarını yâd etmek için dini bir merasim düzenlenir. Bunlarla yetinilmez, filozof İvan İlyin’in arşivleri Kremlin’e yakınlığıyla bilinen girişimcilerin finansman desteğiyle Amerika Birleşik Devletleri’nden Rusya’ya taşınır. Böylece Sovyet iktidarı tarafından sakıncalı bulunmuş, hayattayken pek çok bürokratik engelle karşılaşmış, ülkede yaşamasına izin verilmemiş epeyce isim hatıraları ve düşünceleriyle beraber Rusya’ya döner ki bu ülkenin hayatında önemli değişimlere yol açar. 

Kültürle siyasetin hiçbir zaman birbirinden ayrılmadığını gösteren bu uygulamalar Kızıl ve Beyaz Rusya arasında 1917 Devriminden kaynaklanan toplumsal ve kültürel ayrışmaları ortadan kaldırmayı amaçlayan “Uzlaşma ve Birlik” başlıklı programın bir parçasıdır. Bu yönüyle yapılanlar bir tesadüf olmanın ötesindedir; filozof İvan İlyin’e hiç de kayıtsız kalmayan Viladimir Putin’in, dünyanın dört bir yanındaki Beyaz Rusları temsil eden isimlerin mezarlarının viran hâlini görmesi yapılacakları tahmin edilebilir kılıyordu. Ne ki Putin’in bundan utanç duyarak bir şeyler yapmaya yönelmesini bihakkın kavramak için bunlar yeterli değildir. 

Sinema, felsefe ve siyaset 

Zamanın çığırından çıktığı 1990’lardan itibaren Rusya’da Sovyetler Birliği’nin yıkıntıları üzerine nasıl bir kültür inşa edileceği sorusu kaygı verici tartışmalar eşliğinde devam etmekteydi. Bu süreçte öne çıkan “kültürel ikonlar” listesinde yönetmen Nikita Mikhalkov da bulunuyordu. Popüler bir çocuk şairi olan ve üç kez Stalin ödülü alan babası Sergey Mikhalkov, 1943’te Stalin tarafından onaylanan Sovyet milli marşının güftesini yazmıştı. Kendisi Stalinizmin hükmünü yitirmesinden sonra 2000 yılında bu defa Putin’in arzusuyla milli marşı yeniden düzenlemişti. Aydınlanmış bir muhafazakâr nitelemesini hak eden Nikita Mikhalkov, dönemin tartışmalarına katılmakla kalmamış, alaya alınmak pahasına Rusya için anayasal bir monarşi önerecek kadar ileri gitmiştir. Hem “ruh” hem “beden” olarak Rusya’nın farklılığına vurgu yapan Mikhalkov, liberaller ne kadar gülerse gülsün, monarşinin ülkesi için tek çıkar yol olduğunu vurgulayacaktır. Ama Romanov hanedanına dönmeyi mi, kast ettiği sorulduğunda bunu kısa, kıvrak ve vurucu bir dille reddedecektir. 

Rus hayatına ayna tutan Nikita Mikhalkov,  siyasi bakışıyla olduğu kadar düşünce hayatına ilgisi sayesinde göz ardı edilen duyarlıkları araştıran bir yönetmen. Filmlerinde eski Rusya’nın nostaljik bir manzarasını sunan Mikhalkov, aynı zamanda ince eleyip sık dokuyan önemli bir siyasi figürdür. Dünyaya fazlaca ilişmeden, öylece kıyısında durup seyretmekle yetinmez. Geçmiş ve gelecek, özgürlük ve zorunluluk, adalet ve merhamet, arzu ile gerçeklik arasında sıkışmış ülkesinin kendisine bir anlam, bir kimlik, tutarlı ve bütünlüklü bir hikâye yaratma çabasına katkı sunmak için çalışır. Uzun yıllar Sovyet sonrası Rus Filmciler Birliği’nin veya Rus Kültür Vakfı’nın başkanlığını yapmasıyla sınırlı değildir siyasetteki rolü. 

Viladimir Putin’e Hegel uzmanı filozof İvan İlyin’den bahseden ve ulusal uzlaşmanın sembollerini yeniden inşası için elini taşın altına koyan kişinin Nikita Mikhalkov olduğunu vurgulamak gerekir. Rusya’nın “selamete ermesi” sürecinde görev üstlenen Mikhalkov, Kültür Fonu sayesinde, Rus göçmenleri seçip onları hem dostu Viladimir Putin’e takdim eder hem de siyasi iklimi şekillendirmek için onların düşüncelerinden yararlanmanın yolunu açar. Rusya’da ve diğer ülkelerde özellikle Siyah Gözler (1987) ve Güneş Yanığı (1994) filmleriyle tanınan oyuncu ve sinemacı Mikhalkov, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Rusya’da günden güne popüler hâle gelir. Onun komünizmin Rusya’da yerleşmesinin yol açtığı yıkımları ortadan kaldırabilmek için çaba harcadığı söylenebilir. Filmleri sadece “toplumun patolojileri” ya da toplumsal hayatta yanlış giden şeylerle değil, aynı zamanda kendi olmanın imkânlarını yoklar. Bu hâliyle Mikhalkov’un sineması hem siyasette hem de düşüncede bir anlam, hatta bir önem kazanır. Rusya’nın dertlerine sihirli bir deva asla sunmuyor olsa da yadsımanın imkânsız olduğu bir kimlik tanımı rolü oynar. 

Siyasi görüşlerini filmlerine taşıyan Nikita Mikhalkov’un kültürle ve tarihle ilginç bir entelektüel ilişkisi var. Kendisi oldum olası çarlık Rusya’sına âşıktır. Boris Yeltsin döneminin sonuna rastlayan Sibirya Berberi (1998) filminde on dokuzuncu yüzyıl sonunun muhafazakâr imparatoru Üçüncü Aleksandr rolüyle izleyicinin karşısına çıkar. Rus romanlarını andıran bu film, izleyiciyi yüzeydeki sanatsal görünümün altını irdelemeye davet eder; siyasi, felsefi ve dini bir tartışma ortamı sunar. 

Hakiki bir sorumluluk etiğinin eylemler için kaideler belirlemekle yetinemeyeceğini ortaya koyan 12 (2007) filmi bir Çeçen gencin cinayet sanığı olarak yargılanması etrafında gelişir. Adalet, yasalar ve merhamet çerçevesinde dönemin Rusya’sına da ışık tutan film, birlikte var olma kapasitesi meselesi, basitçe birlikte var olma ve yan yana dizilme olarak toplumun asgari belirlenimi ile toplumun nasıl olması gerektiği arasındaki sorulara da cevap verir. Öte yandan nesilden nesle aktarılan ve kişiliklerin şekillenmesine yardım ederek toplulukları birbirine bağlayan bir Rus mizacı, yerel âdet ve inançlar, kökleri derin, duygusal hatta içgüdüsel bir şeylerin var olduğunu gösterir. Hiç kuşkusuz bu tarifi zor mizaç yahut kökleşmiş düşünce ve eylem alışkanlıkları kendisini Bolşevikler hükmederken de göstermiştir. 

Yaptıklarıyla Rusya’da sadece büyük yazarların değil aynı zamanda sanatçıların da adeta “ikinci bir hükümet” gibi olduğunu ispatlayan Nikita Mikhalkov, “Rus yoluna” dair felsefi ve kültürel arka plan oluşturmayı önemser ve Rus düşüncesinden bahseder ki bunların neredeyse tamamı Bolşeviklere karşıdır. Mikhalkov, 1990’lardan itibaren Putin’in yakın dostu olmakla kalmamış, onun siyasi pratiğine felsefi bir yön katan İvan İlyin’in eserlerini okumasını sağlamıştır. Sinema serüveni Rusya’nın gerçeğini hatırlatmak şeklinde özetlenebilecek olan Mikhalkov, felsefi ilgileriyle ülkesinin karakteri, tarihi gelenek ve görenekleri, manevi özü ve kaderiyle farklı bir ülke olduğunu belirgin kılmıştır. Sergey Markov, Putin’in İlyin’e hiç de kayıtsız kalmadığını söylerken, öğreticiliğin farkında olan Nikolay Mitrokhin,  Putin’in İlyin’e yönelik özel ilgisinin Mikhalkov’dan kaynaklandığını belirtir. 

Ölümüne dek İsviçre’de kalan İvan İlyin en radikal biçimde Bolşevik karşıtı olan “Beyazlara” her zaman yakın olmuştur. Bu yüzden Çarlık Rusya’sını öne çıkaran Mikhalkov, ona ithaf ettiği bir filmde İlyin için “en ünlü Rus felsefecisi” demekten kendini alamaz. İlyin’in eserleri kendisiyle aynı dönemde “filozoflar gemisine” binerek göç eden Nikolas Berdyayev, Lev Çestov veya Sergey Bulgakov gibi isimlere nazaran daha az yorumlansa da Sovyet sonrası Rusya’sındaki yol arayışları bakımından kritik bir konum elde etmiştir.  Kendisi Rusya’da Hegel, din ve sanat üzerine çalı şmalarıyla değil siyasi yön tayini odaklı denemeleriyle tanınır. Rusya’nın geleceğine kafa yoran İlyin’in 1948-1954 yılları arasındaki yazıları Görevlerimiz başlıklı iki ciltlik makale derlemesinde bir araya getirilmiştir. Zamanı belirsiz olsa da komünizmin çökeceği öngörüsünde bulunan İlyin,  bu süreçte Rusya’da olup bitecekler ve kargaşa yaşanmaması için neler yapılması gerektiği üzerine bir program metni kaleme almıştır. 

Sürgündeki filozofa göre, devleti düşünen, gönüllü, yaratıcı, halka intikam duygularını ve çöküş düşüncesini aşılamak yerine, özgürleşme, adalet ve sınıflar arasında tam bir birlik ruhunu yayacak insanların tercihi başarıya ulaştığı takdirde Rusya birkaç yıl içinde yeniden ayağa kalkacaktır. Şayet bu mümkün olmazsa Rusya devrimci kargaşadan uzun bir devrim sonrası ümitsizliğe sürüklenecek ve dışarıya bağımlı hâle gelmekten kurtulamayacaktır. Yarınların Rusya’sını ancak yepyeni bir fikirle kurulabileceğini savunan İlyin,  Rus düşüncesinin, halk, demokrasi, totalitarizm, sosyalizm veya emperyalizmle değil, kaynaklarını dinde manevi anlamını ulusta bulan bir fikirle yenilenebileceği iddiasını ileri sürer. Çoğu kişinin çevresinden dolandığı bütünleşik Rus kültürünün peşindeki İlyin’in görüşleri, Mikhalkov’un Batılı etkilerle bozulmamış olan “gerçek Rus ruhunun” hâlâ yaşadığına inandığı taşradaki kültür hayatını destekleyen filmleriyle birlikte düşünülebilir. 

Putin başta olmak üzere epeyce bir Rus siyasetçinin kendi Rus kimliklerini Nikita Mikhalkov sayesinde yeniden keşfetmeleri Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında, ormanda geçirilen bir av gününün sonunda Nataşa Rostov’un halk dansı sayesinde Rus mizacını fark etmesine benzer. Felsefeyi doğu bilgeliği kabul eden “judocu” Putin, konuşmalarında şu ya da bu sebeple birçok yerde çeşitli filozoflara atıf yapar. Lao Zi, Immanuel Kant bir yana ama Sovyetler döneminde üstü aceleyle örtülüp bir daha hiç açılmayacak sanılan Nikolas Berdyayev,  Vilademir Solovyov gibi isimler aracılığıyla Putin’in siyaset ve devlet anlayışını, “Rusya’ya özgülüğe” yüklediği anlamı, felsefe ilgisini öğrenme imkânı buluruz, daha da önemlisi sürgündeki filozofların onun üstündeki etkisini hissederiz. Bunlar arasında İvan İlyin diğerlerine nazaran ayrı bir yer tutar; o Sovyet sonrası geleceğe ışık tutmanın öncesinde, şiddete bakışı açısından da diğer yazar ve filozoflara göre iyice farklı oluşuyla da Rus siyasetini etkilemiştir. 

‘Rus bilinci’

Tolstoy’dan söz edip de onun şiddeti yeren mücadele anlayışını hatırlamamak mümkün değil. Rusya’nın Batılılaşması sürecindeki tartışmaları yakından takip eden İlyin, Kötülüğe Zor Yoluyla Direnmek (1925) eseriyle Lev Tolstoy’un popülerleştirdiği şiddetsizlik teorisinin yanlışlığını öne sürdü. İlyin, dini içerikli anarşizmi benimseyen Tolstoy’un aksine kötülüğe karşı direnişte zora başvurulmasının Hıristiyan etiğini ihlal etmediğini göstermek istiyordu. İyilik adına şiddeti meşrulaştırdığı söylense de İlyin, en iyilerin en kötülere karşı direnişini savunur. Putin’in gerek etnik sorunlar karşısında gerekse oligarklar, NATO ve diğer muhalif unsurlara karşı ortaya koyduğu tavırları İlyin’e duyduğu yakınlıkla izah eden yorumların yapılması sebepsiz değildir. Bunlardan rahatsız olabiliriz ama kendilerini ve başkalarını rahatlamak için meseleyi sadece “Putinizmle” izah edenlerin yazdıklarından da bir şey elde edilmiyor.  Denilebilir ki, Putin’in Mikhalkov vasıtasıyla eserlerine ve fikirlerine vakıf olduğu İlyin, ülkesine her şeyin çok kargışlı, son derece kestirilmez olduğu Soğuk Savaş sonrasının kritik anlarında işe yarayan hiç tahmin edemeyeceğimiz bir zemin hazırlamıştır.  

Düşünceleriyle, ilgi alanlarıyla ve filmleriyle komünizm sonrası Rus seçkinlerini etkileyen Nikita Mikhalkov, Rusya’nın hem kendi kimliğini kurmasında hem de Sovyetleri eleştiren düşünürlerin tanınmasında etkili olmuştur. Buradan ister istemez varacağımız sonuç şöyle olur: Hevesi ve cesaretiyle yönetmenliğin sınırlarını aşan Mikhalkov, siyaset ve ideoloji, sosyal gelenek ve inanç, folklor ve din, alışkanlıklar ve gelenekler, bir kültür ve hayat tarzı oluşturan bütün unsurları bir araya getiren geniş, gepgeniş “Rus bilincinin” peşindedir. Dolayısıyla mesele küçük, sınırlı bir fikri aidiyet kabristanının açılmasıyla sınırlı değildir. Tam bu nedenle, bir ülkenin hayatının değişen taraflarının içindeki değişmeyen örüntüleri bulmak ya da değişmez gibi duran şeylerin arasına sinmiş farklılıkları keşfetmek önem kazanır. 

[email protected]