Yükselen güçler ve oyunun kurallarını yeniden yazmak

Hayati Ünlü / İstanbul Üniv. Araştırma Görevlisi
15.04.2017

Üniversitedeki bir öğrenci sahip olduğu değerlerden dolayı dışlanıyorsa, belli platformlarda hala belli ideolojik kalıpların sınırları aşılamıyorsa, belli yasal kurumların içerisinde gömülü illegal ağlar barınabiliyorsa kendi oyununuzu hala kuramamışsınız demektir. Dolayısıyla referandum süreci, eski vesayetin çürümüş kurumlarını çöpe atarak, tarihsel kurumlara geri dönüş için bir miladı teşkil edebilir.


Yükselen güçler ve oyunun kurallarını yeniden yazmak

Yükselen güçler bir süredir uluslararası ilişkiler literatüründe fazlasıyla yer almaya başlayan bir kavram. Kavram daha çok uluslararası arenada her geçen gün ağırlığını arttıran ulusların yükselen ekonomik, politik, sosyal ve askeri etkileri bağlamında tartışılmaktadır. Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye, Güney Afrika gibi ülkeler bu kategoride ele alınıyorken; Batı sonrası dünya, çok kutuplu dünya, Asya’nın yükselişi gibi tartışmalarla birlikte bir değişimin içerisinden geçen dünyada ortaya çıkması beklenen yeni dünya düzeni açısından bu ülkelerin olaylara bakışı ve takındığı tutumlar büyük bir ilgiyle takip edilmektedir.

Son zamanlarda fazlaca duymaya başladığımız diğer bir kavram ise şüphesiz değişimdir. Son birkaç sene içerisinde sosyal hareketlerden darbe girişimlerine o kadar çok olayla karşılaştık ki, tüm bunlar aslında bu değişim sürecinin önümüze koyduğu gelişmelerdi. Bugün gelinen noktada bir taraftan toplumlar yükselen aşırı sağ gibi sosyolojik dalgalanmalarla karşı karşıya iken, diğer taraftan yönetimler istikrarı korumak adına hiç olmadığı kadar kurumların ve kuralların öneminin altını çizmeye başladılar. Aşırı sağa karşılık, Avrupa Birliği ve Avrupalı değerler vurgusu tam da bu duruma karşılık gelmektedir.

Hal böyleyken yükselen güçler de dünya siyasetinin içerisine girdiği bu karmaşık ve istikrarsız kaos döneminde istikrarlarını korumak ve belirsizliklere karşı bir ön alma adına çeşitli stratejiler geliştirmek zorunda kaldılar. Mevcut küresel sistemin kendilerine biçtiği rollerden kurtulup kendi politikalarını kendileri belirleyen bağımsız aktörler olarak ortaya çıktıkça bu aktörler, iç politikadan dış politikaya oyunun kurallarını yeniden yazmaya başladılar. Hiç şüphesiz oyunun gidişatını değiştiren bu dinamiği, kurumsal değişim ve yeniden dizayn argümanlarıyla sağlamaya çalıştılar. Bu tartışmaların bugün zirve yapması ise geçtiğimiz hafta Hindistan’da başlatılan başkanlık sistemine geçiş tartışmalarıyla ilgilidir. Yükselen güçler gibi Hindistan da dinamik ve sürekli değişen iç ve dış çevresine karşı, değişimlere ayak uyduramayan kurumlarını değiştirmek ve yeniden dizayn etme ihtiyacı duymaya başlamıştır.

Kurumlar, çok geniş bir tanım yapılabileceği gibi, en basitinden kurallardır. Bu nedenle bütün sosyolojik ve politik davranışın temel belirleyicileridirler ve kurucularıdırlar. Bu kurumlar anayasalar, hükümet sistemleri gibi resmi olabilmekteyken, bazıları da sosyal ve kültürel normlarda olduğu gibi resmi olmayan, informal bir yapıda olabilmektedir. Dolayısıyla bugün ister anayasayı, hükümet sistemlerini, demokrasiyi konuşalım, ister toplumsal yapılarda gömülü bir şekilde var olan milliyetçilik, aşırılık, sapkınlık gibi kural, norm, duygu veya rutinleri konuşalım aslında kurumları konuşuyor oluyoruz.

Peki bugün başta Batı dünyası olmak üzere neden kurumların geri dönüşüne şahit oluyoruz? Çünkü çok net bir şekilde göründüğü üzere toplum içerisinde ortaya çıkan sapkın, ayrıştırıcı ve irrasyonel dalgalar, tek tek ulusları değil, yıllarca evrensel kabul edilen Batı medeniyetinin tamamını hedef almaktadır. Toplum içerisinde ortaya çıkan sosyolojik travmalar, diğer yandan eş zamanlı olarak mevcut formal ya da informal kurumların da çürüdüğünü göstermektedir. Hal böyle iken yol gösterici bir bağlama ihtiyaç vardır ve tüm devletler en fazla kurumsal değişim ve yeniden dizayn konularına kafa yormaktadırlar. Kısacası oyunun kurallarını yeniden yazmak gerekmektedir.

Hindistan örneği

Hindistan, 2015 ve 2016 yıllarında sırasıyla yüzde 7,5 ve yüzde 7,4 büyüme oranıyla ekonomik büyümede Çin’in ardından dünya ikincisi olan ve 2030 sonrası dönem için de ABD ve Çin’den sonra üçüncü en büyük ekonomi olma projeksiyonuna sahip olan yükselen güçler arasında başı çeken ülkelerden biridir. Ülke, aynı zamanda sahip olduğu 1,3 milyara yaklaşan nüfusuyla ve 2020’de dünyanın en kalabalık nüfusa sahip ülkesi olan Çin’i de geçeceğinin ön görülmesiyle kendi tabirleriyle yükselen bir süper güç olma potansiyeline sahiptir. Küresel siyaset için böylesine önemli bir aktör olan Hindistan bugünlerde ise Türkiye’ye benzer şekilde bir sistem tartışması içerisine girmiş bulunuyor. Tartışmanın fitilini ateşleyen gelişme, Hindistan’ın eski Dışişleri Bakanlarından Shashi Tharoor’un ülkenin artık parlamenter sistemi terk edip başkanlık sistemine geçmesi gerektiğine dair yayınlamış olduğu makale olmuştur. Tharoor’un her şeyden önce yaptığı vurgu, parlamenter sistemin demokratik hükümet sistemlerinden biri olduğu, ancak ülkenin mevcut iç ve dış koşullarına uyum sağlamadığı üzerinedir. Hindistan için İngiliz artığı verimsizliklerle dolu olan bu sistem, parlamento çalışmalarını askıya almasından yürütme faaliyetlerini aksatmasına, seçimsel koşulları olumsuz etkilemesinden parti siyaseti dengesini bozmasına kadar birçok sorunla doludur. Tharoor’un değişim için öngördüğü tek reçete de başkanlık sistemi ile hayata geçebilecektir. Başkanlık sistemiyle, doğrudan seçilmiş üst düzey yöneticinin, yasamanın kaygan desteğinin altında savunmasız kalmayacağını; görevlerinin istikrarına güvendiği yetenekli bir kabine atayabileceğini, yani tüm enerjilerini yönetişime adayabileceğini, kısacası liderlerin iktidarda kalmaya çalışmaktan ziyade halkı temsil etmelerine olanak sağlayacağını ifade etmiştir.

Peki Hindistan’daki bu tartışma neye karşılık gelmektedir? Her şeyden önce konuyu gündeme getiren Tharoor’un ülkenin en büyük muhalefet partisi Kongre Partisi’nin eski Dışişleri Bakanı olduğunu söylemek gerekmektedir. Yani Hindistan Başbakanı Modi’nin bir senedir tartışılması için ortaya attığı konuya, realist bir destek muhalefetten gelmektedir. Hindistan ülke olarak sahip olunan sistemin, ülkenin koşullarına uyum sağlamadığı gerekçesiyle, kaosa doğru sürüklenen dünyada başta Çin olmak üzere kendi aleyhlerine gelişen tehditlere karşı istikrarı nasıl sağlayacaklarına dair kurumsal bir inovasyonun gerekliliğini anlamış görünmektedir. Değişimin bağlamının sistem düzeyinde yapılarak, bu değişimin hem ülkenin çürümeye yüz tutan formal kurumlarını daha verimli kılacağını hem de eski Kongre sisteminden bugüne kurumsallaşan toplum içerisinde ortaya çıkan yolsuzluk, kriminalizasyon, eşitsizlik ve kutuplaşma gibi informal yapıları dönüştüreceğini düşünmeye başlamıştır. Bunun o ülke koşullarında en iyi hayat bulabileceği sistemin de başkanlık sistemi olduğu düşünülmektedir.

Çıkarılabilecek dersler

Görüldüğü üzere yükselen güçler bağımsız aktörler olarak ortaya çıktıkça, uluslararası sistemin kendilerine sınır çizen davranış kalıplarını yıkmak adına çeşitli kurumsal değişim ve yeniden tasarım tartışmalarını alevlendirmiş görünüyorlar. Hindistan’ın böyle bir tartışma içerisine girmesinde, ABD’nin bölgedeki politikalarının da etkisinin olmasına rağmen, bu ortaya attığımız iddiayla çelişmemektedir. Çünkü kurumsal değişimde dış etkenler de en az iç etkenler kadar etkilidir ve bu değişkenler her ülke için farklılaşabilmektedir. Yine Brexit sonrası, mevcut davranış kalıplarının aşılması sonrasında ortaya çıkabilecek yıkım ve çöküş ihtimalleri daha iyi görüldüğü için, bugün Avrupa tarihinin geliştirebildiği en önemli kurumu olan Avrupa Birliği kural ve normlarına sıkı sıkıya bağlılığın gerekliliği boşuna vurgulanmıyor. Eğer Avrupa Birliği’nin formal ve informal kurumlarının artık iş göremez hale geldiği anlaşılırsa, hiç şüphesiz Avrupa da tüm davranış kalıplarını yeniden şekillendirecek kurumsal bir değişim tartışmaları içerisinde kendisini bulabilir. Hatta Türkiye’nin Avrupa kurum ve kurallarını değiştirebilecek en önemli aktör olduğu, yaşamış olduğumuz son Almanya ve Hollanda krizlerinde ortaya çıkmıştır.

Meseleye Türkiye’nin içerisinde bulunduğu anayasa ve sistem değişimi tartışmaları açısından bakacak olursak, Türkiye de 15 yıldır belli bir büyüme ritmi yakalayan yükselen güçler arasında ele alınan bir ülkedir. Bu noktada ülkenin bu kategoriye yükselmesinde büyük payı olan ve 15 senedir ülkeyi yöneten bir partinin, sistemin özellikle de formal kurumlarının nasıl daha verimli çalışacağına dair önerileri, hiç de yabana atılmaması gereken bir tecrübeye karşılık gelmektedir. Devletin, Avrupa’dan Ortadoğu’ya çok taraflı bir tehdit altında olduğu günümüzde, kendi kurumsal kapasitesini artırmak adına ihtiyaç duyulan yenilikleri demokratik meşru bir referandum yoluyla halkın önüne sunması, mevcut küresel trendin nasıl başarıyla yakalandığının açık bir göstergesidir. Dolayısıyla bu davranış son derece rasyoneldir.

Türkiye’nin böyle bir kurumsal yeniden dizayna, sadece bürokratik, yasal ve prosedürel verimsizliğe ilaç olarak değil, gerek resmi kurumlar içerisinde gerekse de toplumsal ilişkilerde hala daha özgürlüğü kısıtlayıcı ve davranış kalıplarını belirleyen eski vesayet sistemindeki informal yapıları ortadan kaldırmak için de oldukça ihtiyacı vardır. Üniversitedeki bir öğrenci sahip olduğu değerlerden dolayı dışlanıyorsa, belli platformlarda hala belli ideolojik kalıpların sınırları aşılamıyorsa, belli yasal kurumların içerisinde gömülü illegal ağlar barınabiliyorsa kendi oyununuzu hala kuramamışsınız demektir. Dolayısıyla referandum süreci, eski vesayetin çürümüş kurumlarını çöpe atarak, tarihsel kurumlara geri dönüş için bir miladı teşkil edebilir. Bu açıdan 16 Nisan eski düzendeki oyun kurallarının tamamen değiştirilip, yeni oyunun kurallarının kabul edilip edilmeyeceğini belirleyecek, 15 Temmuz sonrası bir sosyal mobilizasyon olarak geri dönen milli demokrat damarın moral ekonomik refleksinin test edileceği önemli bir tarihtir.

[email protected]