Yükselen küresel popülizme demokratik şehirlerle direnmek

Prof. Dr. Birol Akgün / Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
11.02.2017

Geleceğin dünyasında uluslararası politikayı anlamak ve yönlendirmek için insanları fiziki coğrafyalarla tanımlayan ulus devlet merkezli teorik çerçeveler kadar, demokrasiyi ve özgürlükleri yaşatma adına ümit verici bir yaklaşım olan şehir eksenli yönetim ve ilişki modellerini de düşünmeliyiz.


Yükselen küresel popülizme demokratik şehirlerle direnmek

Küresel düzlemdeki son siyasi gelişmeler dünyanın yeni bir popülist döneme girdiğine ilişkin güçlü işaretler veriyor. Demokratik Batılı ülkeler başta olmak üzere tüm dünyanın gündemini meşgul eden acımasız terör, göç, mülteci dalgası, ekonomik ve finansal krizler toplumlarda ciddi bir korku ve güvensizlik yaratıyor. Günün 24 saatinde yayın yapan ve birbirleriyle reyting savaşına giren TV kanalları “son dakika” haberleri ile halkların nabzını sürekli yüksek tutuyor. Artan siyasi tansiyon ve 11 Eylül olaylarından bu yana toplumlara pompalanan korku, geniş kitlelerin siyasi psikolojisini derinden etkiliyor. Gün geçtikçe sıradan insan kendi toplumuna, demokrasiye, açık toplum olmanın gereğine, farklı kültürlerle birlikte yaşamanın erdemine yönelik inancını kaybediyor. Siyasi paranoya entelektüel kesimlerin ve siyasi liderlerin kimyasını ve günlük siyasetin dilini köklü biçimde değiştiriyor. 1990’larda tüm dünyaya, insanlığın özgürlükçü ve demokratik bir çağın şafağında olduğunu müjdeleyen Fukuyama’nın liberal ütopyası aradan geçen çeyrek asır sonrasında artık anlamsız kalıyor. Freedom House gibi kuruluşların hazırladığı raporlara göre, son 10 yılda özgürlük-güvenlik dengesinde sarkaç güvenlikten yana kayıyor ve demokrasiler nicelik ve nitelik açıdan zemin kaybediyor.

Soğuk Savaş sonrasının ilk 10 yılına damgasını vuran ve tüm dünyada demokrasiyi neredeyse halkların siyasi amentüsü haline getiren “üçüncü demokrasi dalgası” 2000’lerin başında bir dizi gelişmenin etkisi altında giderek zayıfladı. 11 Eylül olayları ile başlayan korku ortamı, gelişmiş ülkelerde 2008’de patlak veren mali kriz ve akabinde ortaya çıkan derin “gelecek korkusu” ve bu siyasi atmosferi yönetmede acziyete düşen siyasi liderler toplumları artık tam bir ümitsizliğe sürüklemiş gözüküyor. Yapılan kamuoyu yoklamaları Batılı ülkelerde giderek hoşgörüsüzlüğün, öteki ile birlikte yaşamaya ilişkin inancın ve bunların sonucu olan yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve İslamofobinin giderek yayıldığını gösteriyor. Seçim meydanlarında otoriter çözüm öneren neo-faşist söylemler iktidara giden yolda geçer akçe haline gelmiş durumda. Avrupa’da son yıllarda yapılan her seviyedeki seçimlerde popülist-milliyetçi liderlerin ve partilerin oy oranları yükseliyor. O kadar ki, artık AB ülkelerinde entegrasyonu ve Avrupa’nın birliğini  konuşmak değil, ulusal egemenlik hakları, korumacılık, sınır güvenliği  ve ülkeler arasında rekabetten bahsetmek daha moda kavramlar olmaya başladı.

Bu popülist dalga demokratik ve Birleşik Avrupa hayaline balta vuracak sonuçlar da üretiyor. İngiltere’nin AB’den çıkış (Brexit) referandumu ve başka ülkelerdeki (örneğin Hollanda ve Fransa) benzer politikaları daha savunulabilir hale getiriyor. Avustralya’da ırkçı aday Cumhurbaşkanlığını son anda kaybetti, parlamento seçimlerinde ne olacağı belli değil. İtalya’da Renzi hükümeti anayasa oylamasında kaybetti. Fransa ve Almanya’daki 2017 seçimlerinin ne getireceği meçhul. ABD’de ise kendi parti oligarşisine rağmen aday olmayı başaran popülist iş adamı Trump sürpriz şekilde Başkan seçildi. İçeride CIA’in bile güvenmediği, NATO ve AB gibi transatlantik dünyasının temel kurumlarına değil de Rusya ile işbirliğine inanan maverik bir liderin demokratik dünyaya nasıl yön vereceği ilginç bir konu. Dolayısıyla Birinci ve İkinci Dünya savaşında bile sağduyusunu kaybetmeyen ve literatürde klasik demokrasi örnekleri olarak bilinen İngiltere, Fransa ve ABD gibi nispeten istikrarlı ülkeler dahi yeni pop-milliyetçi dalgaya karşı durabilecek gücü ve dinamizmi göstermede oldukça zorlanıyor.

Şehirler ve demokrasi

O halde geleceğin dünyasında uluslararası politikayı anlamak ve yönlendirmek için insanları fiziki coğrafyalarla tanımlayan ulus devlet merkezli teorik çerçeveler kadar, şehir eksenli yönetim ve ilişki modellerini de düşünmeliyiz. Devletler arasındaki güç ilişkisini belirleyen ve küresel yönetişimi tanımlayan formal yapılara dayalı hiyerarşik düzen yerine, lojistiğe ve bağlantı kanalları üzerinde daha barışçı bir rekabete ve zorunlu işbirliğine dayalı şehirler arası yönetişim düzenine geçişi savunanları unutmamak gerekir. Belki bu Jule Verne’in Ay’a Seyahat’i veya Alvin Toffeler’in gelecek topluma ilişkin kehanetlerini anlattığı futuristik bir kurgusal yaklaşım gibi görünse de, geleceğin dünyasında demokrasiyi ve özgürlükleri yaşatma adına ciddi bir ümit ışığı taşıması bakımından insanlık adına ümit verici bir muştudur.

Birkaç yıl önce piyasaya çıkan Eğer Dünyayı Belediye Başkanları Yönetirse başlıklı ilgi çeken çalışmasında Barber neden dünyayı Belediye başkanlarının yönetmesi gerektiğine ilişkin son derece pratik ve rasyonel nedenler ileri sürmektedir. Onun en güçlü argümanlarından biri başbakanların ve parti başkanlarının siyasi ve ideolojik yönlerinin ağır basmasına karşın, belediye başkanlarının sorun çözmeye odaklı ve pragmatik kişiler olmasıdır. Onlar dini, etnik, siyasi ve ideolojik davranmak yerine çöpleri toplamak, trenleri çalıştırmak ve şebeke suyunu akıtmak zorundadır. Belediye başkanları halkın içinden gelir, mahallenin çocuğudurlar; sabah akşam onların içinde yaşamak zorundadırlar. Meşruluk temelleri güçlüdür. Örneğin kamuoyu yoklamaları, halkın ABD başkanına göre belediye başkanlarına çok daha fazla güvendiğini göstermektedir. Dolayısıyla özellikle kaçınılmaz biçimde çok kültürlü olmak zorunda olan New York, Londra, Paris ve İstanbul gibi mega-şehirleri yöneten belediye başkanları, popülist ulusal liderlere göre kendi yönettiği şehirlerdeki farklı etnik, dini veya sosyal gruplara karşı daha hoşgörülü ve kapsayıcı olmak zorundadır. Örneğin Trump seçim meydanlarında ABD’de yaşayan 3 milyon yasadışı göçmeni sınır dışı edeceğini söylediğinde, New York, Los Angeles ve  Chicago gibi büyük şehirlerin belediye başkanları ve şehir meclisleri açıkça ve yüksek sesle siyasi olarak böyle bir politikaya karşı çıkmaktan çekinmemiştir. Çin, Hong Kong şehrini devraldığında, şehrin uluslararası karakterini ve yerleşik yabancı sermayeyi korumak için, ayrı bir yönetime ve ayrı bir hukuka tabi olmasına karşı çıkmamıştır. Brexit sonrasında Londra şehir yönetimi hükümetin ulusalcı politikalarına karşı şehrin kozmopolit yapısını korumak için gerekirse farklı bir siyasi model (bağımsızlık referandumu dahil) geliştireceğini ilan etti. Bunlar artan pop-millliyetçiliğe karşı insanların demokrasi ümidini artıran cesaret verici örnekler olarak kaydedilmelidir.

Pragmatik aktörler

Son olarak, Barber dünyanın  geleceğinde belediye başkanlarının oynayacağı rolü savunurken şehirlerin uluslararası diplomaside oynayabileceği yapıcı rollere dikkat çeker. Şehrin temsilcisi olan Belediye başkanları farklı belediye başkanları ile bir araya geldiklerinde, ülkelerini temsil eden ulusal siyasi liderlerin buluşmasından farklı olarak rakip olarak değil işbirliği yapmaya ve el sıkışmaya hazır pragmatik aktörler olarak hareket ederler. Bu da müzakereleri yapıcı hale getirir. Örneğin iklim değişikliği  konusunda uzun süre anlaşamayan ulus devletlerin 2016 yılında imzaladıkları Paris İklim Anlaşması’nı sağlayan şey C40 İnisiyatifi adlı şehirler arası dayanışma platformudur. ABD ve Avrupa kıtasında şehir platformları pek çok ortak sorunun çözümünde ciddi roller oynamaktadır. Bu cesaret verici örneklerden yola çıkarak Barber ilk kez 2016 Eylül ayında dünyanın önemli kentlerinin belediye başkanlarını bir araya getirerek demokratik bir Belediye Başkanları Parlamentosu platformu da oluşturmuştur. Bu anlamda fikirlerini uygulama imkanı bulması son derece önemli bir girişim olarak görülmektedir.

Yeni yaratılan Belediye Başkanları Parlamentosu, gerçekten hayal edildiği gibi, giderek atalete düşen ama alternatifi de henüz yaratılamayan Birleşmiş Milletler’in yerini dolduracak işlevsel bir Birleşik Şehirler Düzeni (Pax Urbanica) kurmanın ilk adımı olabilir mi? sorusunun cevabını doğrusu zaman gösterecek. Şu kadar var ki, yükselen milliyetçilik dalgasının ulus devletler arasındaki ilişkileri tıkadığı ve küresel siyasi kurumları felç ettiği bir tarihsel konjonktürde terörizmden yaygın hastalıklarla mücadeleye ve göçmenlerin toplumsal entegrasyonuna kadar ortak pek çok sorunun çözümünde şehirleri yöneten yerel liderler insanlık adına demokratik zeminde işbirliği yapmanın yolunu bulacaklardır ve bulmalıdırlar da. Öyle anlaşılıyor ki, demokrasi antik Yunan Polis’lerinde başladığı siyasi serüvenine modern dünyanın kozmo-polislerinde devam edecektir.

[email protected]