Yumuşak güç-sert güç dengesi ve Türkiye’nin yeni bölgesel performansı

Ömer Aslan / Polis Akademisi
13.11.2016

Arap İsyanları sürecinden Türkiye’nin gelecek yönetici ve lider adaylarının öğreneceği birçok ders bulunmaktadır. Bunların başında sert gücün ve unsurlarının en az yumuşak güç kadar önemli olduğu gelmelidir. Türkiye, Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki FETÖ mensubu subaylardan kurtulduktan sonra gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı Operasyonu’yla sert gücün önemini anlamış ve uygulamaya koymuştur.


Yumuşak güç-sert güç dengesi ve Türkiye’nin yeni bölgesel performansı

Türkiye 15 Temmuz FETÖ darbe girişimini bastırdıktan sonraOrtadoğu’da Suriye ve Irak’ta DAEŞ’le mücadele adı altındadevam eden yeni bölgesel düzen tasarımına Fırat KalkanıOperasyonuyla sonunda aktif bir şekilde katıldı. Ülke içinde ise dört radikal örgütle (FETÖ, DEAŞ, PKK ve diğer sol örgütler-MLKP vs.) eş zamanlı olarak mücadele ederken her alanda saldırıları savuşturmaya çalışmanın ötesinde daha kurucu bir pozisyona geçebilmek için ciddi bir muhasebe şart gözüküyor. Bu muhasebenin devletin güç mekanizmalarınınen baştan gözden geçirilmesini de kapsaması gerekiyor. Bu son noktayı açmadan önce Türkiye’nin, Şark bölgesi bölgesisöz konusu olduğunda yaklaşık yüz yıllık gönüllü cehalet yüküne rağmen bir şeyler başarmaya çalıştığını iki somut ve çarpıcı örnekle ortaya koymak —konudan sapmak pahasına—uygun olur. Türkiye’nin Arap İsyanları performansı bu şekilde daha hakkaniyetle değerlendirilebilir.

 

Geçmiş Bakiyeye Delil İki Olay

 

1946-47 yıllarında Türk pilotları ufak bir görev içinGaziantep’e uçacaklardır ama zamanın uçakları bugünkü gibi gelişmiş olmadığı için yanlışlıkla Suriye’ye inerler. Pilotlarımız nereye indiklerinden habersiz bir tarlada çalışan erkek ve kadınları gördüklerinde kendilerine “Burası Suriye. Şu ileride tepenin arkasında Azez Kazası var. Burası Türkiye hududuna 3-5 km” denir. Türk pilotları şaşırırlar ve konuşan kişi için “Güzel Türkçe konuşuyordu. Belki de Türk idiler”derler. Uçakları çalıştırmalarına rağmen havalanamadıklarında Suriye askerleri ve insanlar toplanır, pilotlarımızı Azez kaymakamına götürürler. İlerleyen saatlerde Suriye İçişleri Bakanlığı heyetince akşam yemeğine davet edilen Türk subayları akşam yemek sırasında başlarından geçenleri daha sonra şu şekilde anlatır: ‘‘Orta yaşlı bir subay geldi. Halep Garnizon Kumandanı imiş. Ben Kaymakam (Yarbay) Salim diye kendini tanıttı. Güzel Türkçe konuşuyordu… Konuşmalar hep Türkiye üzerine oluyor, ben özgürlüklerine kavuştukları için tebrik ettim, fakat onlar çok kinayeli konuşup, ‘Türkiye’den kendileri ile böyle bir günde beklediğimiz ilgiyi göremedik’ dediler. Yaşlılar, Yzb. Bnb. gibi üst rütbedekiler, “Bizler hep Türk Harbiye’sinden yetiştik. Damarlarımızda Türk kanı taşıyoruz. Bizleri özgürlüğe siz alıştıracaksınız. Bizi himayenize alın. Aramızda hudut bile gerekmez” gibi sözlerle epey heyecanlandılar. Ben kimim ki bunları söylüyorlardı, şaşırıp kaldım.” Aradan 1-2 hafta geçince nasıl oraya indiğimizi ve nasıl kaza yaptığımız hakkında Hava Kuvvetlerine gönderilmek üzere bir rapor hazırladım. Ayrıca Suriye askeri idaresinin Türkiye’ye gösterdikleri sempati ve bizden ilgi beklediklerini bildiren bir not koydum…. Bir müddet sonra Hava K. K.’dan “Teğmen çizmeyi aşmışsın” diye 7 gün hapis geldi.” 

 

Aynı dönemde Amerika ve İngiltere’nin Oryantalist Ortadoğu uzmanları, istihbarat teşkilatları bölgede meraklı meraklı cirit atar ve Şark bölgesinde istihbarat oyunları oynarken aynı dönemde Türkiye’de Kemalist devlet eliti geri planda kalmayı istedi. Bunun bir başka güzel örneğini şu olayda bulmak mümkündür: 1952 yılında Kahire’ye askeri ataşe olarak atanan Sıtkı Ulay, Mısır İstihbarat Dairesinden subaylarla yakın arkadaşlık kurar ve zaman içerisinde subayların Kral Faruk’tan çok şikayet ettiklerini fark eder ve bir şeylerin döndüğünden şüphelenir. Mısırlı subaylardan birisi Ulay’a birkaç gün sonrası için planlanan darbeyi haber verince (bunu haber almak bir askeri ataşe için büyük başarıdır), Ulay durumu Türkiye’nin Kahire Büyükelçisi Hulusi Fuat Bey’e (eşi Kral Faruk’un halasıdır) bildirir ancak Büyükelçinin tepkisi ‘Hiçbir şey yapamazlar, Kral onları asar’ şeklinde olur. Hür Subaylar darbesi gerçekleştikten sonra yeni yönetimin lideri General Necip ile tanışan Ulay, durumu Türkiye’deİstihbarat Dairesine aktarır ancak onun da aldığı cevap, Türk Hava Kuvvetlerine Suriye’lilerin Türkiye sempatisini rapor eden pilot gibi olur: Ulay’a ‘çizmeden yukarı çıkmaması’ söylenir. Takip eden yıllarda da bu örneklere benzer trajik ‘bilinçli cehalet ve umursamazlık’ vakalarının bulunabileceğine şüphe yoktur.

 

Kurumlarla Kurum Programlarını da Gözden Geçirmeli

 

Hiç şüphesiz Arap İsyanları sürecinden Türkiye’nin gelecek yönetici ve lider adaylarının öğreneceği birçok ders bulunmaktadır. Bunların başında da sert gücün ve unsurlarınınen az yumuşak güç kadar önemli olduğu gelmelidir. Türkiyede Türk Silahlı Kuvvetleri içerisindeki FETÖ mensubu subaylarından kurtulduktan sonra gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı Operasyonuyla sert gücün önemini anlamış ve uygulamaya koymuş gözüküyor. Zira günümüzde Ortadoğu’da da olduğu gibi bölgesel düzen değişimleri yumuşak güçunsurlarıyla gerçekleşmemektedir. Ancak bu süreçleri mümkün kılmak adına yalnızca yukarıdan müdahaleyle güvenlik kurumlarının üst yapılarını yeniden kurmak da yeterli bir adım değildir. Kurumların uyguladığı ve sert güç unsuru olarak görülmesi gereken ara güç mekanizmaları ve programlarını da ciddi revizyondan geçirmek gerekmektedir. Bu mekanizmalara TSK üzerinden örnek verilecek olursa, yabancı ülkelerin subaylarına yönelik askeri eğitim programlarımız iyi bir örnek olabilir. Bu ve benzeri mekanizmaların ve programların gözden geçirilmesi yalnızca orduya da bırakılmamalıdır. Savunma Bakanlığı'nın da bu süreçlere dahil olması zorunludur.

 

Bugünlerde Batılı medya ve ilişkili propaganda platformlarında yer alan, ‘Türkiye’nin 15 Temmuz sonrasıABD’de eğitim almış, NATOcu subayları hedef aldığı’ iddiası çok şeyi anlatması bakımından kayda değerdir. Yabancı subaylara (ve polislere de) sağlanan eğitimlerin eğitimin ötesinde amaçlarının olduğunu (bunun da aslında doğal olduğunu) artık anlamak gerekir. Bu tür programların neredeyse seksen yıldır mükemmel şekilde uygulandığı ABD’de, temel amaç yabancı ülke askerlerinin siyasi, dini ve dini eğilimlerini tanımak, zaaflarını, düşüncelerini bilmektir.Ayrıca yabancı ülke subaylarını Batı sistemine ve (demokrasi hariç) değerlerine entegre etmek, bu değerleri subaylara aşılamak, Amerikan (veya İngiliz vs.) silahları tanıtmak, Amerikan taktik ve stratejilerini öğreterek ortak operasyonları mümkün kılmak ve ülkelerine döndüklerinde bu silahları istemeye teşvik etmek de amaçlar arasındadır. Emekli iki komutanın yazara belirttiği gibi, ‘bu eğitimler öyle basit değildir; bu eğitimlere gönderilmek için bile bazı grupların içinde veya yakın olmanız gerekir. Eğitimlerin verildiği programların bazılarında sizi bir aileyle eşlerler ve o aileyle sosyal etkinliklere (sinema vs.) katılmanızı ve önemli günleri kutlamanızı (Christmas, Noel vs.) sağlarlar. Eğer sizi beğenmişlerse, ülkeye döndüğünüzde makamınızda ziyaretinize gelirler, görüşürler, atama sırasında sizi destekleyebilirler veya yükselmemeniz için de lobi yapabilirler.’ 

 

Bunun en güzel örneği, 28 Şubat darbe sürecinin önde gelen komutanlarından Deniz K.K. Güven Erkaya’nın yıllarca NATO'yla alakalı meselelerde çalıştıktan ve eğitim aldıktan sonra Reagan yönetiminin 12 Eylül sürecini geçiren James Spain’in yerine özel olarak Ankara’ya atadığı, Pentagon’a yakın  ABD’li Büyükelçi Straus Hupe’nin 1980’lerin sonlarında dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’a Erkaya’yı övmesidir. Hupe, Torumtay’a ‘bu komutanınız hakkında biyografik istihbarat var’ dedikten sonra, endişelenen Torumtay’ı teselli eder ve ‘Erkaya’nın önünün çok açık olduğunu, ileride önemli makamlara geleceğinin tahmin edildiğini’ söyler.

 

Türkiye’nin günümüz ve gelecek liderleri bu tür dolaylı ama aynı oranda etkin ara güç ve nüfuz mekanizmalarını çok daha iyi çalışmalı, öğrenmeli ve uygulamalıdır. Yabancı ülke subaylarına eğitim veren ülkelerin başında gelen Türkiye’de bu programın realpolitik çerçevede nasıl değerlendirildiği ve daha iyi nasıl değerlendirilebileceğine dair çalışmaların yapılması gerekir. FETÖ’ye mensup firari askeri ataşeler vesilesiyle de askeri ataşelik müessesinin Türkiye’de nasıl uygulandığı, ABD ve Rusya’da ataşelik sistemlerinden eksik yönlerinin neler olduğu ve nasıl daha iyileştirilebileceği de mutlaka çalışılmalıdır. 

 

Son olarak, Özellikle FETÖ'yle yurtdışında mücadele konusunda da kendisini gösteren, kısmen geçmiş bakiyenin de eseri olan bir diğer büyük eksiklik ise yurtdışında bağlantı ağları oluşturma konusunda Müslümanların oldukça zayıf kalmış olmalarıdır. Bu iş bilerek, yıllardır dünyanın farklı köşelerinde işe oldukça istekli ve takiyye metodları dolayısıyla da bu işe oldukça yatkın FETÖ’ye devredilmişti. Ancak örgüt bu alandaki faaliyetlerini devleti ele geçirmeye yönelik planlarının aracı yaptı. Bu durum ise özellikle Batılı başkentlerde (başta Washington) Kemalist bağlantı ağları dışında bir alternatif network bırakmadığı gibi, yeni ağların kurulmasının ise yıllar alacak olması gibi bir maliyet üretmiş bulunuyor. Daha önceki bir Açık Görüş yazısında Necati Anaz’ın da belirttiği gibi (Cemaat Diasporası ve Kamu Diplomasisi, Açık Görüş, 15 Ekim) devletin bu konuda ciddi bir strateji izlemesi ve özellikle daha organize, bagajı daha az ancak bağlantıları daha kuvvetli sivil inisiyatifleri ve düşünce kuruluşlarını güçlendirerek daha akıllı bir strateji izlemesi gerekiyor.