Yunus sen bu dünyaya niye geldin?

HALE KAPLAN ÖZ
3.01.2020

Ercan Yıldırım: “Bizim bir felsefemiz vardı 1071’den sonra kurduğumuz sistemde. “Yunus sen bu dünyaya niye geldin?” sorusu bu felsefeyi belirliyordu. Varlığa Allah’ın emaneti muamelesi yaptıkça güçlendik. Kapitalizmi, Haçlı Seferleri sonrası Batı’yı asırlarca kendi kıtasına hapsettik. Müslümanlar aynı misyona yine inanıyor; fakat şuur, irade ve eylem birliği sadece nüve halinde.”


Yunus sen bu dünyaya niye geldin?

Star Gazetesi Açık Görüş’ü takip edenler bilir. Ercan Yıldırım kıdemli bir Açık Görüş yazarıdır. Yakın zamanda Pınar Yayınları’ndan çıkan Ülkesini Arayan Gelecek isimli kitabı da Yıldırım’ın bu sayfalarda çoklukla değindiği, küresel kültür, Kerim Devlet, İslam Birliği, Batı merkezlilik, Türkiye’nin nomosu ve düşünce sorunlarını merkeze alıyor. Türkiye’nin ufku ise tüm bunların önünde geçip kitabın izleğini oluşturuyor.

Son yıllarda düşünce dünyasında gelecek odaklı çalışmalarda bir artış söz konusu. Bir zamanlar geçmiş ve tarih daha ön plandaydı sanki. Kitabınızın ismi Ülkesini Arayan Gelecek. Buradaki gelecekten kasıt sadece Müslümanların geleceği değil anladığım kadarıyla. Peki, Türkiye var oluşunun anlamını geçmişinde mi, yoksa geleceğinde mi aramalı?

Ütopyalardan pek hoşlanmam, sonu bir şekilde distopyaya çıkıyor. Somut üzerinden, olgu temelli konuşmayı tercih ederim, her ne kadar ideali önemsesem bile… Zaten biz millet olarak somutun, pratiğin ve sonuç almanın felsefesine inanırız. Bu nedenle tarihi çok sevsek bile hep “önümüze bakarız”, oluş içinde bir milletiz, “kervan yolda hazırlanır”, şiarlarımızdan biri. Türkiye ne geçmişte, ne bugünde, Türkiye hep gelecekte var. Nasıl inşa eder, nasıl bileşkelerini kurarsak öyle bir Türkiye olacak. Ben bilkuvve değerlerimizin bilfiile geçirilmesiyle Türkiye inşasını önemsiyor, teklif ediyorum.

Sizin kitaplarınızda belirgin bir “ideal durum” söz konusu aslında…

İdeal durum evet dediğiniz gibi var ama bu “saf idealizm” değil. O yüzden bilkuvve kavramını kullanıyorum. Zaten Ülkesini Arayan Gelecek ne bir idealizm ne bir ütopya… Bizim bir şekilde geçmişte inşa ettiğimiz devletin, buna isterseniz İmparatorluk deyin, bir yapının günümüz şartları içinde yeniden üretilmesinden bahsediyorum. Hüdayinabit bir devlet organizması değil söz ettiğim… Batı’yı asırlarca geriletmiş bir düşüncenin, yaşama stilinin, devlet mekanizmasının, millet bağının tekrar kurulması gerektiğini söylüyorum.

“Her şey söylendi” diyenlerdensiniz o zaman…

Kısmen. Çünkü dünyanın ontolojisi belli. Düşünce hayatı da devletlerin, milletlerin, medeniyetlerin tarihleri de ortada. Ben ilkeleri önemsiyorum. İlkeler var, temel kaideler onların çağın durumuna göre şekillendirilmesi gerekiyor. İslam bizim “tek” meşruiyet kaynağımız. Asr-ı Saadet ve Kerim Devlet, bu meşruiyet kaynağının ürettiği iki “ideal model”. Bugün aynı yapıları inşa etmek mümkün değil, zaman aynı zaman değil, mekan ve insanlar, teknik ve teknoloji aynı vasıfta değil. İslam’ın, Peygamber Efendimizin Sünnetinin, bu iki ideal dönemin ışığında iki modelin ilkeleri uygulamaya geçirme pratiği üzerinden kendimize bir güçlü devlet kurabilmeliyiz. Bu sizin söylediğiniz gibi ümmet platformunda ama Türkiye merkezli olabilir.

Oraya geleceğiz de… “var oluşunun anlamını tarihte mi gelecekte mi bulacak” kısmını es geçmeyelim. Tarih yüceltmeleri geçtiğimiz yıllarda çok canlıydı, Anadolu’da İslam Ruhu kitabınız bunu belirginleştiriyordu. Tarihe fazla anlam hatta varoluşsal güç yüklemiyor musunuz?

Zaman zaman atmosfer, aktüel gelişmeler entelektüel üretime tesir edebiliyor. Ama şunu söylemek gerek… Tarihi köklere atıf yapmadan gelişen siyasal durum, fikir hayatı zaman içinde ters tepebiliyor. Tarih ilgisi biraz da buradan kaynaklandı. Siyasal alanda retoriğin ötesinde deizm tartışmalarından, yeni kuşağın ideolojisine, postmodern ve neoliberal ilkelerin çoğulculuğun, çok kültürlücülüğün, hoşgörü ideolojisinin millet nezdinde ciddi menfi karşılığı şekillendi. Süreç bu toprakların ruhunu örselemeye başladı; benim Türkiye’nin nomosu dediğim, İslam-Türk-ehli sünnet-gaza omurgası yok sayılmaya, yıpratılmaya başlandı. Halbuki ontolojik olan bu nomostur. İslam yerine nihilizmden postmodernizme; küfür ile çatışan Türk kimliği yerine ya seküler İslamsız Türk yahut millet-i hakimeyi yok sayan etnikçi yorumlar; dünyada en âlâ terkibi kuran ehli sünnet, temiz, pâk bir din algısı ve İslam kültürü, özellikle İslam kültürü terk edilmeye; bizim Anadolu’daki varlığımız Batı kapitalist düzenle garip gurabayı kollama adına kavga vermeye dayandığı halde diyalogculukla Batı’nın uydusu haline getirilmeye çalışıldı. Bu ciddi tepkiler doğurdu. Benim bu manada tarihe atfım aynı zamanda bu toprakların, Türkiye’nin kodlarını da işaret ediyor.

Ülkeyi resetleyen kodlar

Kitabınızda “Türkiye’nin Kodları” başlıklı bir yazı da var. Türkiye’nin kodları, vurguladığınız ‘Kerim Devlet’in kodlarıyla aynı mı?

Değil… Bu ayrılığı belirtmek de istedim. Türkiye’de Cumhuriyet sonrasında devletin ve milletin refleksleri farklılaştı, çoğu zaman birbirinden de ayrıldı. Bahsettiğim Türkiye’nin nomosuna millet daha yakınken Batılılaşmayı, sert modernleşmeyi seçen 1924 sonrası Türkiye’si kendine yeni bir kod yazdı. Bunun pratiklerini siyasi hayatımızda zaman zaman gördük. Mesela Gezi olayları sonrasında demokratik standartlarda, toplum hayatının yaşama düzeninde, iktisadi manada konfor ve rahatlama vuku bulduğunda yazılan kod ülkeyi resetliyor, etnik-kültürel-mezhebi-siyasi fay hatlarına enerji yükleyip sarsıyor, “istikrarsız”lığı tekrar geri getiriyor. İmparatorluk veya Kerim Devlet iradesi ve bilincine ulaşacağı zaman millet, elitler, devlet mekanizması, bir anda bu ufku unutturacak fiili çatışmalar, ekonomik krizler, siyasal alandaki çalkantılar beliriveriyor.

Bu kısır döngü aşılamaz mı peki?

Şunu belirtmekte fayda var: “Ekmek ve din” insanımızın iki kırmızı çizgisi… İktisaden geri götürmeyecek ve İslami kültürü aksatmayacak siyasi hareketleri insanlarımız hep destekledi. Fakat iktisadi yapı bozulduğunda, dine hatta özgürlüklerine yönelik kısıtlamalar geldiğinde algı değişebiliyor. Biz İslam alemine öncülük edebilecek bir ülkeyi kurabilmek için ağır sanayiyi, Küresel kapitalizme ontolojik bağımlı olmayacak bir ekonomiyi, 1071’den sonra kapitalizmi gerileten İslami hayatı “standart” kıldıktan sonra “o ülke”yi inşa edebiliriz. Bu çok zor değil, siyasi irade, millet bağı ve ülke olarak bütünleşmeyi, müşterek hedefi ve kaderi gerektiriyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında vatanım, dinim olduğu sürece süpürge tohumu yerim diyen, insan gerçekliği takdir edersiniz ki kayboldu. Bugün artık insanlar özellikle 2000 sonrasındaki iktisadi düzeyin altına inmek istemiyor.

Yeniden şekillenmekte olan dünya düzenine ne sunacak “aranan ülke”?

Tabii kitabın oturduğu temel de burada… Maalesef günümüzde çok ciddi bir ivme yakalandı. Türkiye’de İslamcılar Osmanlı İslamcılığına, İmparatorluk ufkuna yeniden dönmeye çalışıyor, devlet mekanizmasında yer buldukça ciddi pratikler de geliştirdiler. Bu vatan, toprak, bayrak, marş gibi ulus devletle anılan kavramlarla buluşmayı da sağladı, bilhassa 27 Mayıs sonrasında gelişen İslamcılık düşüncesinin açtığı yaraları da sardı. Fakat bir taraftan da ideal, örnek modellemeler de geliştiremedi. Mimari hususunda, kalkınma konusunda mesela... Üçüncü dünya kalkınmacılığından neoliberal büyümeye geçiş çok bariz sağlandı fakat kapitalist dünya sistemine alternatif geliştirilemedi.

Eleştiri getirenler de alternatif modeller teklif edemiyor, öyle değil mi, kuru kuruya eleştiriyor sadece…

Elbette haklısınız, sorun da burada zaten eleştiri çok yapılıyor günümüzde, her kesim her şeyi eleştiriyor ama karşısında onlar da “teklif”te bulunmak yerine “tehdit” ediyor! Yapabiliriz ama şimdiye dek yönetim biçimi, adalet, hukuk sistemi, insan hakları, devlet mekanizması, mimari hususlarında dünyaya emsal teşkil edecek pratikler sağlayamadık. İşte yeni bir dünya sistemi doktrini oluşuyor, Türkiye burada “yerini alma”nın, kapitalizm adına cazip argümanlar sunmanın değil, alternatifler geliştirmenin kaygısında olmalı. İslam ülkelerinin daha çok bir araya gelmesi, sistem karşısında bir sipere yerleşmesi gerekir. İslam ülkelerinin başkomutanı, lideri Türkiye olmalı. Dünyada yepyeni oligopoller kuruluyor, bunların en büyüğünü coğrafi yakınlığa bakmadan Türkiye ihdas etmeli. Standart dünya sistemi iktisadının ötesinde meşruiyetini İslam’dan alan mekanizmalar, ilkeler, işlek-kabul edilebilir, kapitalizmin hegemonik sömürüsünden nefretin zıddı kul hakkına riayet eden bir yapı inşa iradesini geliştirmeli.

Büyük olamaz, kendiliğimize dönemez, atağa çıkamaz, küfrü gerileten gazi kimliğini kullanamazsak dünya sisteminin yeni doktrininde de ezilen yine biz oluruz.

Dünyaya ne vaad edeceğiz, etmeliyiz, peki?

Özgürlük, mutlak manada özgürlük yoktur ama dünyayı parselleyen sömürü düzenine, jiletleri tel diken zihniyete, mülteci yaratan sisteme, Müslümanlardan paralı asker yapıp yine İslam coğrafyasında savaştırmaya karşı insanı savunmayı öğreteceğiz. Yüzde birin dünyadaki servetin yüzde doksanına sahip olmasına karşı kavga vereceğiz. Bunu yaparken de elbette en başta bu ilkeleri kendi ülkelerimizde tecrübe etmeliyiz.

Bu ciddi bir zihniyet dönüşümü, felsefe gerektiriyor, Müslüman coğrafya buna hazır mı?

Kabul etmek gerekir zaman geçiyor, teknoloji ve teknik yenileniyor ama sorunlarımız aynen duruyor. Sormamız gereken şu: Bugün Türklerin bir dünya görüşü var mı? Müslümanların bir dünya görüşü var mı? Bir varlık felsefemiz bulunuyor mu? Yapay zeka, gen teknolojisi, iklim sorunları, toplumsal cinsiyet politikaları karşısında ne diyoruz? Maalesef bunlara istenen cevapları veremiyoruz; sadece ya ilikleri kurutan gelenekselcilikle ya da ultra modern yaklaşımlarla mukavemette bulunuyoruz. Çünkü bizim bir felsefemiz vardı 1071’den sonra Anadolu’da kurduğumuz sistemde. “Yunus sen bu dünyaya niye geldin?” sorusu bu felsefeyi, bu dünya görüşünü belirliyordu. Müşterek bir kader etrafında varlığa Allah’ın emaneti muamelesi yaptıkça büyüdük, güçlendik, kapitalizmi, Haçlı Seferleri sonrası Batı’yı asırlarca kendi kıtalarına hapsettik. Ben inanıyorum ki Müslümanlar aynı iştiyaka, aynı azme, aynı misyona yine inanıyor; Türkler bir fırsatını bulduğunda yine kapitalist küfür düzenini kıtasına hapsetme fikriyatını taşıyor; fakat bunu harekete geçirecek şuur, irade, eylem birlikteliği hali hazırda mevcut değil, nüve halinde.

Demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi kavramlar etrafında bir kutsallaştırma var dünyada. Ama siz Ülkesini Arayan Gelecek’te bu temel kavramları pek zikretmiyorsunuz.

Batı merkezci kavramlar… İyiyi, haseni, ehveni kim olursa olsun ondan almakta tereddüt etmemek gerekir. Fakat Batı artık bu kavramları kendisi bile kullanmıyor, kullanamıyor. Bilhassa, 2008 krizinden sonra küresel şirketlerin açtığı yaralar, ulus devletlerin kendi halklarıyla karşı karşıya gelmesinden sonra yeni bir anlayış, doktrin gelişti. Güçlü devlet, güçlü lider, iktisadi sistemde küreselliğe ama siyasal manada içe kapanmacı milliyetçiliğe geçiş yaşandı. Öteki olarak da mülteciler, göçmenler, yabancılar, Müslümanlar belirlendi. Avrupa’da yılda binlerce saldırı oluyor Müslümanlara. Bir dönem neoliberalizmi, 2. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmi ihraç ederken yanında sivil toplum, çoğulculuk, demokrasi, insan hakları, özgürlükleri veriyorlardı, şimdi Norveçli Breivik’ten, Yeni Zelandalı Torrent’e kadar İslam düşmanlığını aktif yürütenler “idol” haline geldi. Avrupa’nın bıraktığı kavramları biz niye kullanalım ki! Asr-ı Saadet ve Kerim Devlet modellerinde zaten bu özgürlükler fazlasıyla korunur, İslam sadece Müslümanların değil her bireyin akıl, mal, can, din, nesil emniyetini güvenceye alır. Ülkesini Arayan Gelecek’te asıl bu Batı merkezci kavramların dışındaki bir zihniyeti esas alıyorum.

Yüzleşme ve yeniden inşa

Kitabınızın başında Müslümanların, Türk Düşüncesinin sorunları, Türkiye’nin siyasal, kültürel kodları, devlet mekanizması, medeniyet, küresel düzen gibi pek çok konuda yazılarınız var. Bu kadar sorundan bir inşa çıkabilir mi?

Bir hassasiyeti, bir zihniyet yapısını büyütmek istiyorum. Bilkuvve imkanlarımız çok fazla fakat bunlar modernleşmeyle birlikte unutuluyor. Bir eleştiri, yüzleşme ve yeniden inşa faaliyetine girişmemiz gerekiyor. İktisattan devlet mekanizmasına, ümmetin sorunlarından kültür dairesine kadar evvela kaynaklarımızı, meselelerimizi tespit edip bunların üzerine gitmeliyiz. Bu minvalde yazılara yer verdim. Süreç içinde iyi niyetli bile olsa vatan, millilik, yerlilik, medeniyet, entelektüalizm gibi pek çok hususta sapmalar yaşanıyor; açıkçası bu yerinden edilen kavramları, düşünce silsilelerini yerli yerine koymaya çalıştım. İnanıyorum ki, korkularımızı, kaygılarımızı yener, o “korku eşiği”ni aşarsak Müslüman coğrafyayı toparlayabiliriz!

Uzun zamandır tarihsel kapitalizmi tartışıyoruz. Kapitalist düzenin Müslüman kimliğine en büyük etkisi ne oldu?

Modernleşme hareketleriyle beraber Batı medeniyetinin üstünlüğünün hilafsız kabulüyle zor bir süreç başladı. Batı dışı bir yol çizmek imkansızdı, savaşlar, sömürgeleştirmeler, bilhassa silah sanayiindeki üstünlük Müslümanları takipçi konumuna itti. İstanbul merkezli yürüyen İslam düşüncesi Batı’nın tekniğini, teknolojisini alıp kültür boyutlarını reddetme teorisi geliştirdi fakat pratik bunun tam tersi şekilde işledi. Daha evvel yayımladığım Neoliberal İslamcılık’ta gösterdiğim gibi dünyada Müslümanlar küreselleşme ve neoliberalizm ile çevrede çakılı kalmaktan kurtuldukları için büyük oranda kapitalizmi sahiplenmeye başladı. Bugün küresel kültür, kültür endüstrisinin ürünleri tüm dünyayı kapsayan kültür üretti, ilk defa bir medeniyet toplumların kültürlerine nüfuz edip onları değiştirebildi. En son malum Suudiler ABD eksenli modernleşmeyi hayata geçiriyor, kadınlardan, mahremden ve görünmekten başladılar işe. Dolayısıyla bugün Batı medeniyetinin tekniği, teknolojisi yanında kültürünü alıp almama tartışması kalmadı, çünkü “kapitalizmi en iyi biz işletiriz” diyebilecek irade gelişti. En tehlikelisi bu.

Çok ciddi bir mesele bahsettiğiniz. Son yıllardaki dindar kesime getirilen eleştiriler, şaşaa, israf görüntülerinin, itibar düşürücü haberlerin bunda etkisi var mı?

Mesele hakikaten ciddi. Ben imaja, görüntülere, aktüel olanın bütünüyle kalıcı olacağını zannetmiyorum. Zihniyet dönüşümü en tehlikeli olanı. Kadınlar arasındaki bir nişan görüntüsünün sosyal medyaya düşmesi meselesi… Yıllardır kadınlar, düğünlerde eğlenir, eğlenecek elbette. Sorun aynı ortamı paylaşan bir tesettürlünün bu mahremi kamuya taşıması, paylaşması. Bunlar normalleşiyor, e tabii seküler kesim de zaten açık ararken itibar suikastına yeni bir argüman ekliyor. İktisaden Müslümanların dünyaya kapitalizm dışı bir tekliflerinin bulunmaması, İslami gündelik kültürü yaşama iradesinin kırılması… Asıl Müslüman kimliğine, Türk bilincine en büyük darbe.

“Entegrasyon mu, küfürle savaş mı?” Bu sorunun Müslüman zihinde tartışmalı olması meselesinin kökleri en az 200 yıllık. Peki, iki asırda nasıl ve ne kadar yol kat etti İslam düşüncesi?

200 yıl sonunda İslam düşüncesi, Müslümanlar ve Türk kimliği “Batı medeniyetine entegre olarak küfürle savaş” şeklinde özetlenebilecek bir yönelime geldi.

Müslümanlar Batı modernleşmesini ilkin yakalayamadı; Osmanlı yöneticilerinin içinin geçmişliği, üstünlüğün hala kendilerinde olduğunu zanneden kibir, kapitalist ilişki biçimlerinin İslam’a uymaması nedeniyle Avrupa’da gelişen yönelimlere intibak, irtibat, intikal edilemedi. Fakat kapitalist dünya sisteminin son sürümü neoliberalizmi dünyadaki tüm Müslümanlar çok rahat bir şekilde yakaladı, içselleştirdi, uyum sağladı. Kamusal dindarlık, içi boşaltılmış ruhani kimliğiyle, vicdanlarda yaşanan bir İslam algısı sürece eşlik ediyor; hukuk, iktisat, gündelik hayat bağlamında İslami olanın esamisi okunmuyor. Kapitalizme bu intibak gelecekte “küfürle savaşabilecek” donanımı Müslümanlara sağlar mı, bilinmez. Fakat meşru mücadelenin meşru yöntemlerle yapılması İslam’da esastır!

“Türkiye merkezlilik” sizin hassasiyetle üzerinde durduğunuz bir konu. Bu bağlamda şunu sormak isterim: Ne anlamalı ne anlamamalıyız bu kavramsallaştırmadan?

Büyük Akif der ki bu topraklar için, “İslam’ın son yurdu”… Bu kuru bir retorik cümlesi değil. Bir düşünce, bir eylem merkez gerektirir. Bizim merkezlerimizden biri Mekke ve Medine’dir. Ondan sonra da İstanbul gelir. İstanbul’un fethinden sonra Müslümanların Batı karşısındaki varolma iştiyakı, ilmi birikimi, fikirlerinin geçerliliği İstanbul’da meşru görülmesiyle ilgili… Afganistan, İran, Mısır havzasından gelen Cemaleddin Afgani de Kazan, Kırım’dan gelen ulusçuların, Balkanlar, Kafkaslardan gelen fikir akımlarının bir karşılık bulması ancak İstanbul’da tartışılmasıyla ilgili. Türkiye merkezli düşünme aynı zamanda İslam’ın ontolojisini pratiğe geçirme anlamına gelir. En başta bizler Türkiye merkezliliğe itimat edip bu yolda ilerledikçe İslam alemini de toparlayabileceğimize inanıyorum. Zaten başka çıkış yolumuz da yok!

Kapitalist dünya sistemine karşı Hint ya da Çin’in yükselişinden söz ediliyor. Aslında modern zamanlar devlet, piyasa ve toplum üçgeninde bir devridaimdir. Bu bağlamda mevcut gelişmeleri ve arayışları nasıl yorumluyorsunuz?

Sorunun kökeni bu tür ülkelerin hangi iddiaları ihtiva ettiğini tam manasıyla kavrayamamakta. Hint ve asıl Çin büyümesi kapitalizm dışı yahut karşısında değil. Alternatif bir iktisadi sistem, model getiremedi, ne Hind ne Çin ne Japonya. Çin’in insanlığa sunabileceği ne var, hangi değerler, erdemler, kalkınma modeli… Kendi halkını küresel şirketlerin gündelikçisi yapan, on-yirmi dolara köle gibi çalıştıran, neoliberalizmi en iyi uygulayan bir millet insanlara ancak kendileri gibi gönüllü köleliği vadedebilir. Doğu Türkistan’daki asimilasyonun örneği yok. Çin sadece küresel şirketlerin ucuz iş gücü, oligopollerin aktif bir üyesi ve ortağı olabilir!

Geçtiğimiz günlerde Kuala Lumpur Zirvesi toplandı. Suudi Arabistan katılmadı buraya hatta bazı ülkelerin katılmasını engelledi. İran, Katar başta olmak üzere epey ülke katıldı. Dünyadaki güç mücadeleleri içinde Türkiye’nin farkını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kudüs’ü başkent ilan etmeye hazırlandığında ABD ve Trump, Türkiye başka ülkeleri de yanına alarak BM’de buna taş koydu, Suudlar ise tam tersi küresel güçler lehine İslam ülkelerini terbiye etme kavgası veriyor. Suudlar Arabistan bölgesinin en zayıf hanedanı, varlıklarını İngiliz aklına borçlu. Geçmişteki Arap Hilafeti, Arap Medeniyeti girişimleri hep Türkiye merkezliliği, İslam ülkelerinin bünyevi birlikteliğini engellemeye yönelikti, hala bu proje devam ediyor. Türkiye güçlendikçe, iktisaden büyüdükçe, kendilik bilgisini koyulttukça, Kerim Devlet köklerine döndükçe zaten Suudların İslam ülkelerinin liderliği pozisyonu ortadan kalkacak. Mesele Suudların ne yaptığından çok Türkiye’nin neler yapıp neler yapmadığında!

Medeniyet kavramına mesafeli hatta tümüyle olumsuz değerlendiriyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Belirttiğim gibi bizim kaynaklarımız belli, Kur’an ve Sünnetin dışında uygulama sahası olarak Asrı Saadet ve Kerim Devlet modelleri var… Bunlar medeniyet vasfı kazandığında çökmeye de başlıyorlar. İslam bir medeniyet kurmak için değil bir kültürü geliştirmek için var; kapitalizm, tüketim toplumu, pop kültürü medeniyetin en belirgin nişanelerinden. Halbuki büyüklük taslamadan ihtişam fetişizmine girmeden, sadeliğin görkemiyle biz bu günlere geldik. Çöküş Kanuni’den sonradır yani İmparatorluğun en zengin, ihtişamlı, muhteşem, medeniyet halini aldığı dönem sonrası… Halbuki günümüzde her alanda Batı medeniyeti üstünken biz medeniyet iddia ediyoruz, önce bir “kültürümüzü” koruyalım, İslam’ın vazettiğini, kaidelerini bir ikame edelim! Bu zihniyet de hala kibirli yalnızlığımızın göstergesi; mütevazı benliğimizle İslami kültürü yaşatalım, görün bakın neler oluyor!

Diğer kitaplarınızda görsel unsur yoktu. Bu kitabınızda çizgiler var. Günümüzde öykü kitaplarına bile çizimler girmeye başladı. Kitaptaki çizgilerin anlamı nedir?

Yazının, ateşin bulunması, barutun icadı, tarımın yapılması, şehirlerin kurulması, Sanayi devrimi gibi tarihi, insanlığı, oluşu etkileyen bir devrim internet… Yeni kuşaklar görsellik üzerinden algılayabiliyor. Capslerin, görsel materyal üzerine metinlerin eklenmesi yeni dönemin ipuçlarını veriyor. Geçmişte de çizgi romanlar vardı. Görsel bazen sayfalarca yazının vazifesini yerine getirebiliyor. Kitaptaki birkaç görselde çizer Cemile Hanımın vurguladığı gibi bazen sorunlarımızı “bayrağın arkasına” süpürerek yırtabileceğimizi zannediyoruz. Halbuki ahlakçılık bitti internet devrimiyle… Birilerinin belirlediği iyi ve kötünün insanlara dikte edilmesini gençler kabul etmiyor. Kendi iyi ve kötüleri var. Artık temsiliyet yerine katılım talep ediliyor, internette romanlardan hikayelere, sosyal medyanın tüm unsurlarına kadar izleyici de sürece katılıyor, katılmak istiyor. Bu internet kültürü “etkileşim toplumu” meydana getirdi. Siyasal alanda dikte etme yerine etkileşimli söylem geliştirenler revaçta… Bu süreç yepyeni birey, yepyeni insan, yepyeni toplum ve devlet hiyerarşisi doğuracak. Aydınlanma moderniteyle yeni insanı şekillendirdi,