Yüz yıllık akıl tutulmasından bin yıllık umuda...

M. Emin Ekmen - Avukat
4.05.2013

Bu sürecin en güçlü yanlarından biri de sürece karşı çıkan veya endişeleri olanların zannettiğinin tam aksine “bir şey alıp verme ilişkisine” dayanmamasıdır. Süreçte verilen değil alınan tek bir şey vardır o da kazanılan ‘hayat’lardır, ‘can’lardır.


Yüz yıllık akıl tutulmasından bin yıllık umuda...

Türkiye, yüz yıllık parantezi kapatırken, yüz günü aşkın süredir kan akmıyor. Yeniden tarih sahnesine çıktığımız bu dönemin en önemli kazanımlardan biri de; Kürt Meselesinin doğurduğu, zamanla meselenin kendisinden bağımsızlaşan, şiddet sorununa son vermek olacaktır. Terör/şiddet sorununu çözmüş bir Türkiye, yeni bir başlangıç yapacak, ardından hummalı bir faaliyetle Birinci Meclis ruhuna geri dönecektir.  

Statükocu/vesayetçi zihniyetin tek mağduru Kürtler değil şüphesiz. Dindarlar, Gayrimüslimler, Aleviler de tıpkı Kürtler gibi uzun süreli ve büyük mağduriyetler yaşadı. Ahıra çevrilen ve satılan camiler, ayaklar altına alınan Kuran-ı Kerim, Türkçeleştirilen ezan, yasaklanmış dini ritüeller, el konulan müslim/gayrimüslim vakıf malları, 6-7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi, Dersim ve Koçgiri katliamları ve daha onlarca olay akıl tutulması değil de neydi? 

Cumhuriyetin küllerinden yeniden doğacak olmasının tek menfaattarı Kürtler olmayacaktır şüphesiz. 10 yıldır yürütülen politikalar ile Gayrimüslimlere ait vakıf malları iade edildi, Dersim gerçeği ile yüzleşildi, Dindarlar mevzuat anlamında değil ama de facto olarak rahatladı, Kürtlerin bir halk olarak kabulü yanında temel haklarının iadesine dair bir çok düzenleme yapıldı. 

Kürtler için en önemli kazanım; devletin inkar, red, asimilasyon politikaları yürüttüğünün kabulü ve bunlara son verme iradesinin bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından ilan edilmiş olmasıydı. 

Paradigmanın iflası süreci

Mesele özünde; Kürdün ve Kürtçe’nin inkarı ise, bunların en yetkili ağızdan kabulü ve özür anlamı taşıyacak bir çok yasal düzenlemenin hayata geçirilmesi, devlet açısından, paradigmanın iflasının da ilanıydı aslında. 

Dört mağdur kesime dair son 10 yılda yapılanlar pratikte birer devrim niteliğinde olsa da, atılan adımlar meselenin özü açısından ancak birer restorasyon olarak tanımlanabilir. Şimdi ise büyük bir inşa/öze dönüş hamlesine ihtiyaç var. 

Birinci Meclis ruhunun muhatabı, Aleviler, gayrimüslimler, dindarlar ve Kürtlerdir.  Osmanlı millet sistemine son verenler,  Osmanlının gayrimüslimlere sağlamış olduğu hürriyetler ve haklar düzenine de son verdiler. 

Bin yıllık çiçek bahçesi, tek renkli bir meraya dönüştürüldü. Toplum mühendisliği ile yok edilemeyen renkler, unsurlar bugün dimdik ayakta ve varlıklarının anayasal teminat altına alınmasını istiyorlar. Yeni anayasa farklılıkları zenginlik kabul eden ve bunların varlığını güvence altına alan bir ruhla/dille yazılmak zorunda. Gidişat ta buna dair ümidimizi besliyor/güçlendiriyor.

Tarihimiz, medeniyetimiz, inancımız ve bu toprakların kaderi bu bahçeyi yeniden imar etme sorumluluğunu bize yüklüyor. Hiçbirimizin bu sorumluluktan kaçma şansı yok. Hiç kimsenin de direnecek gücü yok bu dönüşüme. Dönüşüm kendini imar edenleri ihya edeceği gibi direnenleri de tarihin tozlu sayfalarına gönderecektir.

Çözüm süreci adı verilen öncelikle PKK’nın silahsızlandırılmasını ve kalıcı barışı hedefleyen bu süreç başta yeni Anayasa olmak üzere tam anlamıyla demokratikleşmenin önünü açacaktır. Yol haritası için Amerika’nın yeniden keşfine ihtiyaç yok. Yapılacak olan; bin yıldır inançta kardeşlik,  yaratılışta eşitlik esasıyla yaşanmış olan tecrübenin yeniden gün yüzüne çıkartılmasıdır. 

Çözüm sürecinin en büyük avantajlarından biri; tüm aktörlerin bu toprakların çocuğu olmasıdır, yabancı bir el yok aramızda. Ekonomik reformlarını bile ithal aktörlere yaptıran, demokratikleşme çıpası olarak Avrupa Birliği’ni koyan bir ülkenin ilk kez yüzde yüz yerli bir programı uyguluyor olması, ne kadar büyük bir avantaj ise,  o kadar büyük riskler de barındırıyor şüphesiz.  

Olan biteni merakla izleyen üçüncü gözlerin bugüne kadar yapmış olduğu oldukça sert, provakatif müdahaleler nasıl aktörlerin yüksek iradesine tosladı ise bugünden sonra yapılacak müdahaleler de savuşturulacaktır inşallah. Paris cinayetleri, ilk günlerde gerçekleşen karakol baskınları, görüşme notlarının sızdırılması, AK Parti ve Adalet bakanlığına yapılan saldırılar hatta belki de elçilik saldırısı... Bu saldırıların her biri eski Türkiye’de aktörlere kararlarını gözden geçirtecek nitelik ve nicelikte olaylardı. Çok şükür başta hükümet olmak üzere sürece katkı veren tüm aktörlerin kararlılığı bu eylemlerin tamamını boşa çıkarttı. Şu anda gelinen nokta geri dönülemez bir noktadır. 

Suni sınırlar ve iktidarlar

Ortadoğu’nun suni iktidarları ve sınırları göz önüne alınınca bu “yerlilik” ve “milliğin” sürecin en büyük teminatlarından biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. “Yerlilik” sadece aktörlere dayalı bir yerlilik değildir, sürecin ruhu ve beslendiği kaynaklar da yerlidir. O nedenle yapılması hedeflenen; ikinci veya üçüncü Cumhuriyet kurmak değil, Birinci Meclis’in ruhuna ve ‘demokratik cumhuriyete’ dönüştür.  

Kurtuluş savaşında, Çanakkale’de var olan ruh, Misak-ı Milli sınırlarının coğrafyasına sığacak bir ruh değildir. Bu ruhun yansımalarını Afrika’da da bulabilirsiniz, Beyrut ya da Halep’te de. Bu ruh Türk veya Kürt’ten müteşekkil olmadığı gibi, salt Müslümanlardan da ibaret değildir.  Bu ruh Osmanlı’nın altı yüz yıl başarı ile uyguladığı; Hakkaniyet, Adalet, Eşitlik, Özgürlük ve kendini yönetme hakkının yarattığı bir ruhtur. 

Bu sürecin en güçlü yanlarından biri de; sürece karşı çıkan veya endişeleri olanların zannettiğinin tam aksine “bir şey alıp verme ilişkisine “ dayanmamasıdır.  Süreçte verilen değil, alınan tek bir şey vardır; o da kazanılan “hayat”lardır, “can”lardır.  Aktörlerin ısrarla ve net olarak vurguladığı “pazarlıksızlık hali” tam olarak algılanmasa da süreç bunu net olarak ortaya koyacaktır. 

Cumhuriyetin ötekileştirdikleri

Unutmayalım ki; 1993, 1999, 2004 ve benzeri birçok dönemde var olan silahsızlanma iradesini maalesef vesayetçi/Ergenekoncu zihniyet boşa çıkarmış idi. Dolayısı ile örgüt tabanı bir şey almadan silahsızlanma fikrine yabancı değildir. 

Mevcut “süreç”  kendisini sadece “silahsızlanma” ile sınırlayan ve tanımlayan bir süreçtir. Ancak bu süreç bir son değil yeni bir başlangıçtır. Yeni bir başlangıç ve öze dönüş hamlesine fırsat veren bir başlangıç.  

Hali hazırda yapılan iki şey vardır; Birincisi, vesayet sisteminin son dayanağı olan; silahlı mücadele ve bölünme fobisinin siyasi literatürden ve zihinlerden çıkartılması, ikincisi ise başta yepyeni bir anayasa olmak üzere 10 yıldır yapılan ama tamama ermeyen dönüşüm programının tamamlanmasıdır.  

Birincil hedef yani silahların gündemden düşürülmesi, ikincil hedefe hizmet edecektir. İkincil gözüken ancak asli hedefin ise en önemli özelliği; pazarlık konusu yapılan, sınırları çizilmiş bir paket içermemesidir.

 Çözüm sürecinin sınırları ne kadar belli ve sınırlı ise inşa sürecinin sınırları da o kadar belirsiz ve sonsuzdur.  Önümüzde, muhayyer bir mutabakatla çizilmiş, tek sınırı bir arada yaşama iradesi” olan yepyeni bir süreç var.  

Cumhuriyetle ötekileştirilen dindar, gayrimüslim, alevi ve Kürtleri kapsayacak, yurtdışına zorunlu göçle kaybettiğimiz değerlerimizi tekrar kazandıracak, coğrafi sınırları anlamsızlaştıracak bir model inşa etmek hiç de zor değildir. 

Bu inşayı bir kaç yıla sıkıştırmak ve bunu bir samimiyet testine dönüştürmek yönündeki bir baskı çözüm iradesine haksızlık içerebilir. Belki önce bir geçiş anayasası ile gerilimler rahatlatılır, ardından, vakit kaybetmeden, bu hedeflere uygun yepyeni bir anayasa yapılır. 

Yüz yıllık sürecin kaybettirdikleri; ve özellikle de son otuz yıllık bedel;  kaybedilen en az 30.000 can, 300 milyar dolar para, Güvenlik ekonomisinin yarattığı rant alanları ve yerlerde sürünen milli gelir, tahrip olan ekolojik sistem, iç göçle oluşan yeni toplumsal risk alanları, bozulan bireysel ve sosyal değerler sistemi...

Sadece son bir yılda binin üzerinde can kaybı ve bir milyar dolar...

Güzel günler gelecek!

Bu kayıpların “kasada” kalması bile tek başına yeterli bir kazanımdır. 

Kazananı olmayan bir 30 yıldan herkesin kazançlı çıkacağı yeni bir on, ardından yüzyıla, hatta yeni bir bin yıla yelken açıyoruz. 

Ümitler her geçen gün artıyor, toplum hedefe kilitlenmiş durumda, anneler rahat uyurken, mağduriyetler telafi edilmeye başlandı bile. Evladının yaşadığından emin her annenin duası, babasına kavuşan her çocuğun sevinci ve mutluluğu sürece enerji katıyor, maneviyat katıyor.

 Sürece değişik sebeplerle karşı çıkanlar bile “Peki ne yapmalı?” sorusuna cevap veremiyorlar veya “yeni bir şey” söylemiyorlar. Sürecin gücünün, amaçlanan hedefin kutsallığının muhataplarda yarattığı acziyet, bu kez kabalık şeklinde kendini gösteriyor. 

Çözüme yönelik Muhalefetin, sadece sistemle örtüşük/barışık statüko sever çevrelerden gelmesi de bir başka kolaylığa işaret ediyor. 50 yıllık siyasi hayat tecrübemiz gösteriyor ki; statüko sever olarak tanımlanabilecek bu kesimlerin toplam oranı hiç bir zaman yüzde 30’u bulmamıştır. 

Hal bu iken, yüzde 60’larda görünen sürece desteğin de yüzde 70”i bulacağı rahatlıkla öngörülebilir. 

Ortalama bir vatansever’in sürece dair kaygıları, süreç işledikçe izale olacaktır. Sürece destek verenlerin desteğinin kalitesi de arttıkça, yüzde 30’luk kesimin siyasal muhalefeti anlamsızlaşacaktır. 

Gelecek, Kürtler açısından siyasete yepyeni anlamlar yüklüyor. Türkiye’nin demokratikleşmesinden, barış içinde yaşama kadar birçok hedef artık Türkiye kamuoyunun takdirine sunulacak.  Demokratik, çoğulcu, adil ve de eşit bir yarışın yaşanacağı günlere adapte olmakta zorlanacak olanlarımız olabilir. Birbirimize anlayış göstereceğiz, yardımcı olacağız. Hepimiz, hangi siyasi çevrede olursak olalım, demokrasinin tam anlamı ile yerleşmesi için birer nefer olacağız.  

[email protected]