Zaman, mekan ve kutsal

Prof. Dr. Ali Köse / Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi
20.06.2015

Hayatımız da bir “gün” gibi. Gündüzü var, gecesi var. Aydınlık yönleri var, karanlık yönleri var. İşte din ve Allah inancı o karanlık geceyi aydınlatan bir ışık bizim için. Kendimizi bilmemizi sağlayacak bir kandil...


Zaman, mekan ve kutsal

“Ve gördük ki, mekan değildir zamandır önemli olan; ve lakin o da değildir eylemdir önemli olan ve dahi o da değildir kalp olmadıkça”

Cahit Zarifoğlu...

İnsanoğlunun bu dünyadaki varlığı aslında bir ilişkiler ağı düzleminde gerçekleşmektedir. Bu ilişkiler ağını, insanının kendisiyle, toplumla, tabiatla ve yaratıcısıyla ilişkisi şeklinde sınıflandırabiliriz. Yüce dinimiz İslamiyet bizlere bu ilişkiler ağının tümü üzerine çeşitli prensipler sunmakta, duygu, düşünce ve eylemlerimizi yönlendirmekte, hatta zaman zaman önümüze “haram ve helaller” şeklinde kesin çizgiler koymaktadır. Bu yönlendirme sonucunda ortaya çıkan en önemli eylemlerimiz ise ruhsal derinliklerimizde var olduğuna ve Rabbimizle irtibatımızı sağladığına inandığımız aşkın duygularımızı harekete geçiren ibadetlerimizdir. İlk bakışta insanın sadece Rabbiyle ilişkisi bağlamında görülen ibadetler aslında onun yukarıda belirttiğimiz diğer ilişki ağlarında da fonksiyonel bir görev icra etmektedir.

Bizim hayattaki tecrübelerimiz, eylemlerimiz aslında iki dayanak üzerinde konumlanmaktadır. Bunlar zaman ve mekan olgularıdır. Aslında tüm algılarımız bu iki olguya bağımlı olarak gerçekleşirler. İbadetlerimizi de bu olgular eşliğinde yerine getiririz. Bu bir zorunluluktur, çünkü insanların zaman ve mekanı kutsallaştırma ihtiyacı duydukları psikolojik bir gerçekliktir.

Kutsal zaman: Ramazan

Ramazan ayı işte bu gerçekliğin ifa edildiği, bu ihtiyacın doyurulduğu bir zaman dilimidir. Bir dindarlık türünü tanımlamak üzere dile getirilen ve çoğu zaman da bir küçümseme ifadesi olarak kullanılan “Ramazan Müslümanı” tabirinin arkasında da sanırım bu espri yatmaktadır. “Ramazan’da kapalıyız” diyen meyhane kapısı bile aslında bu iki sözcükle sanki bir sihir taşır hale gelmektedir. Diğer dinlere baktığımızda da “zaman ve mekan”ın kutsallaştırıldığını çok açık bir şekilde görürüz. Noel’in, Paskalya Yortusu’nun Hıristiyanlar için taşıdığı anlamı, Kudüs’ün üç İbrahimî din için ne denli önem taşıdığını hepimiz biliyoruz. Oruç ibadetinin gerçekleştiği Ramazan ayı, Hac ibadeti için seçilen Mekke şehri İslam’ın en kutsal zaman ve mekanlarıdır. Peygamber Efendimizin Veda Haccı esnasında buyurdukları en çarpıcı mesajlarından birisi insanın kutsal zaman ve mekan ilişkisine işaret eder: “...Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise; canlarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü saldırıdan emindir...”

İşte böylesi kutsallık arz eden bu zaman diliminde bizleri derûnî duygulara götürecek olan bir tefekkürle yoğurmalıyız benliğimizi. Aklımızla Rabbimizi bilirken, duygularımızla onu hisseden bir tefekkür şekli olmalı bu. İnsan olarak sorumlu bir varlık olduğumuzu, irade sahibi olduğumuzu, ama özgürlüklerimizin de bir sınır taşıdığını bilincimize yerleştirmeliyiz. Aklımızı ulvî duygularla buluşturan bir dindarlık formuyla ancak iç huzuruna erebileceğimizi, varlığımızı ancak bu şekilde anlamlı hale getirebileceğimizi bilmeliyiz.

İnsanoğlu evreni, tabiatı, toplumsal yaşantıyı ve bütün bunlardan önce kendi hayatını anlamlandırmak ister. Günümüz insanının bir “anlam arayışı” içinde olduğu ve bu arayışın dinin duygu boyutunu ihmal eden modern yaşantı biçimlerinde daha fazla hissedildiği artık bugün psikologların sıradan teşhisleri arasında. Adına ister ruhsal, isterse manevî tatminsizlik densin, insanların bugün belki kapanmaz gözüken ve belki de iç dünyalarında “big bang” kadar büyük boşluklar hissettikleri, dolayısıyla da hayatlarından memnun olmadıkları bir dönemde yaşıyoruz. Aya çıktık, yıldızları keşfettik, belki de evrene hükmettiğimizi düşünmeye başladık. Rus astronot Gagarin gibi “uzaya çıktım, ama Tanrı’yı göremedim!” diyenlerimiz oldu belki. Kısacası, dış dünyayı keşfettik, ama iç dünyalarımızda kara delikler var. Her şeyi açıklayabileceğimizi düşündük, belki de açıkladık, ama her şeyi anlamlandıramadık.

İşte din bunun için var. O, bizim için varoluşu anlamlı kılan vazgeçilmez bir aksesuarımız adeta. Bizim evrenle ilişkimizi kuran, varlığı anlamlandıran kaderimiz. Onun için dini keşfetmek zorundayız. Geçen yüzyılda, bilimsel keşiflerin ardından insanoğlunun yeterince aydınlandığını düşünen filozof Nietzche “artık Tanrı öldü!” demişti. Ama geçen yüzyıldan bugüne yaşananlar “Tanrı öldüyse bile onu diriltmek gerektiğini” öğretti insanoğluna. Varoluşun anlamlandırılamaması psikolojik bir çöküntüdür insanoğlu için. Katlanılası bir durum değildir. Bu nedenle insanlık dine, Allah inancına bugün belki her zamankinden daha fazla muhtaç. İşte bu nedenle 21. yüzyılın dinin yüzyılı olacağı söylenebilir, şimdiden.

Karanlığı aydınlatan: Din

Bu yüzyılın başlarında yaşayan Amerikalı psikolog William James “inançlar doğru oldukları için işe yaramazlar, işe yaradıkları için doğrudurlar” der. Belki her durum ve her inanış için geçerli olmayan bir söz bu. Ama insanların kendi menfaatleri için, psikolojik yararları için dine muhtaç olduklarını belirtmek üzere söylenmiş bir söz olduğu da ortada. Hayatımız da bir “gün” gibi. Gündüzü var, gecesi var. Aydınlık yönleri var, karanlık yönleri var. İşte din ve Allah inancı o karanlık geceyi aydınlatan bir ışık bizim için. Kendimizi bilmemizi sağlayacak bir kandil...

Ve o kandil bugünlerde, Peygamber Efendimizin ifadeleriyle “bu mukaddes ayda” daha bir parlak olmalı ve o iç dünyamızdaki kara delikleri aydınlatmalı. Dine bu ışığı yakma fırsatını vermeyenler “gerçeklik” duygusunu, varoluşun anlamını bir başka yerde arayacaklardır ki, onun adı da “batıl inançlar” ya da “hurafeler” olacaktır. Bu tehlikeden de ancak aklımızın duygularımıza mukayyet olmasıyla sakınabiliriz.

[email protected]