Zımmî

M. Taceddin Kutay/ Türk Alman Üniversitesi
14.06.2019

Türklükten umacı gibi korkan Batıcılarımız Türklük ve Alaturka karşıtı her pozisyona ‘doğru’ muamelesi yapıyor. Yapsınlar mesele değil. Biz de kendilerine zımmi gözüyle bakarız. Zira yaşadığı ülkeye ve ülkenin değerlerine içsel bir düşmanlık taşımak bir zımmiye çok görülmez. Zorla sevdiremeyiz ya…


Zımmî

Kadıköy Balık Pazarı’nda gözüme ilişen bir afişte “İşgalci Türkiye, Kıbrıs’tan defol!” yazıyordu. 2013 Ekimi idi, Gezi’nin dumanı henüz memleketin üstünde tütmekteydi. “Olur” dedim, “Yunanistan da boş duracak değil ya. Burada üç beş salak bulur, ellerine üç beş kuruş tutuşturur, gerçekten öyle olduğuna bile ikna eder ve bu afişleri hem bastırır, hem astırır.” Zulüm 1453’te başladı rezaletini görmemizin üzerinden çok geçmemişti ne de olsa. Ama işin Kıbrıs’a kadar varmış olduğunun farkında değildim.

Uzun uzun analizini yapmaya lüzum yok; Kıbrıs bizim için, son yıllarda verdiğimiz ekonomik mücadeleden maada stratejik öneme sahip bir ada. Güvenliğimiz, toprak bütünlüğümüz açısından hayati rol oynamakta. Güvenlik kaygılarımızın mesnetsiz olduğunu iddia edenlere bakmayın siz. Bizim memleket diye bir kaygımız vardır ve Türk sağının bütün kodlarının Amerikancılığına rağmen bu kaygımız bizi müteyakkız kılmaktadır. Bir memleket hamiyeti, bir gavura eyvallah dememek karakterimizde var. Hamasi bir yerden söylemiyorum, gerçekten var olduğunu ispat edebileceğimiz. kaç tane hadise yaşadık. Allah korusun, Amerika Türkiye’ye de demokrasi getirmek isterse, hiç değilse bir parça direnmek gerekmez mi? Mandacımız da çıkar elbet, ancak bir Türk karakterinin ortaya konulmakta olduğundan ve konulacağından yana şüphemiz yok. Direniriz.

Fethin işgal olarak tanımlanması

Bu düşüncelerle iç içe iken İstanbul Siyasal’dan bir grup arkadaş ile bir meseleyi müzakere ederken buldum kendimi. O güne dek duymadığım bir argüman kulaklarımı tırmaladı. Ne cevap vereceğimi şaşırdım. “1453’te İstanbul Türkler tarafından fethedilmedi, işgal edildi” dedi Marksist bir ahbabım. Evet, batılı kaynaklarda İstanbul’un Fethi “Conquest” (Fetih) kelimesi ile tanımlanmaz; aksine hadise, Steven Runciman’ın ünlü eserine adını verdiği şekilde “The Fall on Constantinople” (İstanbul’un düşüşü) olarak anılır. Lakin dedik ya, Batılı kaynaklarda bu şekilde adlandırılır. Bizim İspanya’nın düşüşüne Recunquista dememizin anlamsızlığı gibi bir şey batılının “İstanbul’un Fethi” demesi. Buna mukabil İstanbul’un fethinin işgal olarak tanımlanmasına o güne kadar henüz denk gelmemiştim. Böyle bir tavsifin bizim açımızdan anlaşılması çok da kolay bir şey değildir. Zira dünya tarihinin en önemli işgalcisi olan Roma’nın son kalıntısını zapt etmiş olan Türk’ün bizatihi işgalci olarak görülmesini anlamlı kılacak hiç bir mantıklı delil önümüze konmamaktadır. İşgal dediğin şeyin tanımı bellidir bir kere. Tanımlar bir yana duygusal olarak da anlayamayız bu tavsifi, zira tarihimizin bu en önemli hadisesini mefahirimiz olarak görmekteyiz. Yahya Kemal merhumun “Düşsün çelengi Rûm`un, eğilsün ser-i Firenk / Vur Türk`ü gönderen yed-i takdîr aşkına” diyerek tebcil ettiği bu hadiseyi olduğu gibi kabul etmenin, hamaset olarak yorumlanacağı aklımızın ucundan geçmezdi. Bu sebeple anlamakta zorlandım. Enrico Dandolo’dan bahseder gibi Fatih Sultan Mehmet’ten bahsetmenin sağlıklı bir halet-i ruhiye ile te’vil edilmesi mümkün değildir. Bu tezviratı işittiğim kertede anladım ki, Türkiye’nin Kıbrıs davasını bu akla anlatmanın bir mümkünü yoktur. Zira zaten işgalcisi olduğumuzu düşündükleri Anadolu toprağının müdafaasını bu akla izah etmek, bir nâmümkünü mümkün kılma çabasıdır. Bu sebeple “Türkiye Kıbrıs’ta işgalcidir” diyen bu adama sukut ile cevap vermekten başka bir şey gelmedi elimden. Kardinal Francis Arinze “Diyalog, birbirine karşı iyi niyetle kulak açmış iki taraf arasında gerçekleşebilir bir süreçtir” der. Çok da haklı söyler. İstanbul’u işgal etmiş olduğumuzu iddia eden bu arkadaşların kulaklarını kireç tıkar gibi tıkayan bir kin olduğunu görmek, beni bunlarla konuşmaktan alı koydu. Tam bu saçmalıktan kurtulduk derken, Gezi’nin aktörlerinden birisi bu saçmalığı hepimizin gündemine soktu. Ne diyelim, bu kadar saçmalamak, ait olmak için kendilerini paraladıkları mahallenin bir icabıdır. Azıcık daha saçmalamalarında ve bulundukları yeri hak etmelerinde bir beis yok. İşgal ile fetih arasındaki farkı bu yaranmacı cehalete anlatmanın ise bir faydası yok. Geçelim.

Dönemsel bir refleks değil

Türkiye A Milli Futbol Takımı tarihinde ilk defa Fransa’yı yendi. Bu galibiyet, nazarları İstanbul seçimlerine teksif edilmiş olan insanımızın tüm dikkatinin takımımız üzerine yoğunlaşmasını sağladı. Böyle bir demde İzlanda deplasmanına seyahat eden Milli Takımımız, adını söylemekten aciz olduğumuz, dünyada adını bilen ancak bir kaç bin insanın bulunduğu bir şehrin havaalanında alışıldık kötü muamelelere maruz kaldı. İrapta mahalli olmayan, bir yanardağ patlaması ile komaya giren bir ülke İzlanda. Doğrusu, bir medeni nakisalarına da denk gelmiş değildik. Buna rağmen peşi sıra saçma muameleler ile havaalanına inen oyuncularımızı canlarından bezdirdiler. Ne diyelim bu da onların arada sırada kullanacakları şımarıklık hakları olsun. İzlandalılara bu saçmalıkları çok görmüyorum, zira her haklı davamızda bize köstek olan çok bilmişlerimizin, bu meselede de bizleri çırak çıkarması sonrası İzlandalıya söyleyecek bir söz bulamadım. Efendim Konya (ki fakirin de ata toprağı olan bu şehir Selçuklular tarafından işgal edilmiş olmalıdır) akredite bir havaalanı değilmiş. Bizim taraftarımız da Fransa’nın milli marşını ıslıklamış. Aslında utanması gereken bizmişiz. Bütün bunlar İstanbul seçimlerine yönelik birer yatırımmış... vb. Üstelik bu tezviratı yayanlar arasında, kendisine Türk Silahlı Kuvvetlerinde kurmay subaylık yapma şerefi bahşedilmiş kimselere dahi denk gelmiş olmak bizi hayrete sevk etti. Haktan yana olmak iyidir, suret-i haktan yana olacağım diye en haklı meselelerimizde bile bizi çırak çıkarmak ise kötüdür.

Bu iki misal, bir hafta içinde karşımıza çıkan iki misal olduğu için zikrettik. Geriye doğru baktığımızda söz konusu refleksin hemen her vesile ile karşımıza çıktığını görmekteyiz. O halde bu dönemsel bir refleks değil, İstanbul seçimlerinin yarattığı atmosfer ile alakası yok. Dolayısıyla bu düşmanca hissi anlamaya gayret etmeliyiz. Anlamaya gayret etmeliyiz, zira kendilerine doğruyu anlatmak gibi bir beyhude gayretten ziyade, yeni nesillere doğru olanı izah etmek gibi bir vazifemiz var.  Rahmet olsun Keçeçcizade Fuat Paşa’ya, Avrupalı diplomatlara “Cihanın en güçlü devleti Devlet-i Aliyedir; siz dışarıdan biz içeriden o kadar gayret ediyoruz, hala yıkılmıyor” derken, farkında olmadan günümüz insanına “Me’yus olmayın. Bu memlekette işler eskiden de böyleydi” tesellisi sunmaktadır.

Kötü olan her şeye “Türk işi” demek

Batılılaşma serüvenimizin pek çok getirisinden bahsedebiliriz. En önemli yan etkisi ise Alaturka olan her şeye karşı alerjik reaksiyonlar ortaya koyan bir damarı intac etmiş olmasıdır. Kompleks yapmadan “eksik taraflarımız var. Bunları batıdan alacağız” diyen mütekadimin, farkında olmadan böyle bir yolu açtı. “Eksiğiz” tespitini “kötüyüz” olarak anlayan, mukabilinde ise batı merkezli, seküler iyi insanlık gibi amorf bir ideali ortaya koyan bir batıcı akıl, hemen her gün Alaturka değerleri tartışma malzemesi haline getiriyor. Üstelik bu dalganın dini sahada dahi temsilcisi var. Türk’ün İslamiyet’i yanlış yorumladığı, aslında öyle deyil de şöyle olması gerektiğini öne süren ilahiyatçılarımızın ekserisi bu havanın tesirindeler. Kendimizi bildik bileli yanlış ve kötü taraflarımızla yüzleşmek gibi bir ödevimiz var her birimizin. Toplum olarak aşağılık kompleksine sahip olmamız bekleniyor. Kötü olan her şeye “Türk işi” demek bu tezviratın bir neticesi. Ak Parti iktidarının yıllardır kör-topal, düşe-kalka ama ısrarla sürdürdüğü kültürel restorasyon, bu kolektif aşağılık kompleksinin üstesinden gelmeyi amaçlıyor. Buna karşın siyasal saiklerle Ak Parti’ye değil, Ak Parti’nin temsil ettiği değerlere karşı olan Batıcılarımızın bu restorasyonu tahfif edişleri, tarihin çarkının tersine döndürüldüğünü sanmalarından. Teskin olmayacaklar, ancak kendilerine hatırlatalım: Bu restorasyon bizi Batı’dan aldığımız değerleri terk ederek Arap kültürünü benimsetecek bir noktaya sevk etmeyecek. Zira bu restorasyon sayesinde “eksiğiz” tanımının “eksiğiz” demek olduğunu, “kötüyüz” demek olmadığını “Bihruz Bey”lere hatırlatıyoruz. Türkçe öğretiyoruz da diyebilirsiniz. Bunu görmek istemeyen ve zihinlerinin bir köşesinde kötülük olarak tanımladıkları Türklükten umacı gibi korkan Batıcılarımız Türklük ve Alaturka karşıtı her pozisyona ‘doğru’ muamelesi yapıyor. Yapsınlar mesele değil. Biz de kendilerine zımmi gözüyle bakarız. Zira yaşadığı ülkeye ve ülkenin değerlerine içsel bir düşmanlık taşımak bir zımmiye çok görülmez. Zorla sevdiremeyiz ya… 

@Taceddin_Kutay