Ziya Gökalp’e bugünden bakmak

Serkan Yorgancılar / Gazi Üniversitesi-Öğretim Görevlisi
10.11.2018

“İster istemez kendimize döneceğiz” diyordu Ziya Gökalp. “Ben kendime rehber olarak Durkheim’i seçtim” diye ekliyordu. Dönemin aydınlanmacı-pozitivist ve fazlasıyla materyalist düşünürleri göz önüne alındığında Durkheim gibi birini seçiyor olması da yadırganacak bir durum değildi. Rehber olarak önerdiği isimlerden birisi de Bergson olacaktı.


Ziya Gökalp’e bugünden bakmak

25 Ekim 1924 tarihinde Beyoğlu’nda bulunan Fransız Hastanesi’nde çok önemli bir isim yaşamını yitirdi. Yüksek ateş ve ciddi baş ağrısı şikayetleri ile hastaneye yatırılan ve gerekli tetkiklerden sonra beyin iltihabı teşhisi konulan Ziya Gökalp bütün uğraşılara rağmen hayatını kaybetti. Hastanede son anlarını yaşarken, yanı başından hiç ayrılmayan dostları Halim Sabit ve M. Zekeriyya, Mustafa Kemal Paşa’ya, Gökalp’in ülke meseleleri ile ilgilenmekten çocuklarına babalık yapamadığından yakındığını, maddi durumlarının da çok iyi olmadığını, bu yüzden de ailesinin bakımının devlet tarafından garanti altına alınmasının gerektiğini anlatan bir telgraf gönderdi. Hastaneye yattıktan kısa bir süre sonra bu telgrafla durumdan haberdar olan Mustafa Kemal Paşa, dönemin Türk Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi’yi çağırarak, gerekli tüm müdahalelerin yapılmasını, hatta gerekirse Gökalp’in tedavisi için Avrupa’ya gönderilmesini söyledi.

Gökalp, İstanbul’un işgal edilmesinin ardından, Darül Fünun’dan alınarak önce Sirkeci karakoluna ardından da Bekirağa Bölüğüne götürülür. Ermeni tehcirinde suçlu olduğu gerekçesi ile yargılanır ve “Vapura bindik gidiyoruz. Ayrılık çok devam edemez” diyerek Malta’ya sürülür. Malta sürgününde yaşadıklarını mektuplarla anlatır. 500’ün üzerinde yazdığı mektubun çoğunluğu ailesinedir. Çünkü aklı memlekette kalmıştır. Eşini ve çocuklarını bir kira evinde bırakmıştır. Üç kız çocuğunun en küçüğü daha bir yaşındadır.

Mazlumen mahpus olmak

“Sevgili Kızım, kuşlarla gönderdiğin selamı aldım. Ben de bulutlarla selam gönderdim. Sen de aldın mı? Türkân bana çiçeklerin kokusuyla selam gönderiyor. Ben de ona, kelebeklerin kanatlarındaki renklerle selam gönderiyorum” diyen duygu yüklü bir baba olarak Gökalp, ailesinden kendisine mektup gelmediğinde ruh halinin ve moralinin bozulduğunu söyler. Mektuplar onun için, içerisinde bulunduğu bu kötü durumu aşmaya yarayacak bir sığınma noktasıdır. Onunla birlikte Osmanlı devlet adamlarından ve üst kademeden yüzün üzerinde isim de Malta’da sürgündedir. Sürgünde olanlardan birisi olan Mehmed Ubeydullah Efendi hatıralarında Malta günleri ile ilgili “Malta’da mazlumen mahbus bulunmak Damad Ferid Paşa tarzında sadrazam olmaktan daha tatlıdır” diyecektir.

Ziya Gökalp, 1909’da Selanik’te yapılan İttihat ve Terakki kongresine katılır ve kısa bir süre sonrada meclise girer. Siyasi kimliğine ek olarak Türk sosyolojisinin kurucusu sıfatını kazanmasına yarayacak olan ictimaiyyat derslerini Darül Fünun’da vermeye başlar. Buradaki derslerinde, yeni kurumsallaşmaya başlayan sosyoloji bilimini aynı Avrupa’da olduğu gibi düzen ve ilerlemeci bir yaklaşımla ele alır. Aslında Comte’un mezar taşında yazdığı gibi “İlke olarak aşk, temel olarak düzen ve amaç olarak ilerleme” ilkelerine Gökalp de inanmaktaydı. Durkheim’in görüşlerini kimi zaman aynen tercüme ederek Türkiye’ye uyarladı kimi zaman ise Fransız tecrübesinden edindiği yöntem bilgisi ile kendi topraklarından edindiği bilgilerle sosyoloji yaptı.

Rehberi Durkhaim

“İster istemez kendimize döneceğiz” diyordu Gökalp. Dostları ile bir akşam buluşması sırasında Ziya Gökalp’in sarf ettiği bu cümle aslında onun uzun yıllara yayılmış yaşamını anlamamızda anahtar niteliğinde bir cümleydi. “Ben kendime rehber olarak Durkheim’i seçtim” diye ekledi o gün sözlerine. Demek ki Gökalp’e göre kendimize dönüş yolculuğuna başladığımızda bir rehber seçmekte sakınca yoktu. Dönemin aydınlanmacı-pozitivist ve fazlasıyla materyalist düşünürleri göz önüne alındığında Durkheim gibi birini seçiyor olması da yadırganacak bir durum değildi. Hem yakın dostlarına rehber olarak önerdiği isimlerden birisi de Bergson olacaktı. Bergson’u da Nurettin Topçu seçecekti.

“Gövdelerde kesret var/ Gönüllerde vahdet var/ Fertler yok, cemiyet var/ La ilahe İllallah” diyen Gökalp aslında Durkheim sosyolojisinden derin biçimde etkilenmiş ve toplumu bireyin önüne almıştı. Bugünden bakıldığında bu görüşler fazlasıyla eleştiriliyor olsa da imparatorluklar çağının sonunun geldiği, dünya savaşlarına doğru ilerlenen bir süreçte bu sözlerin anlaşılabilir yanları elbette ki vardı. Toplumcu, dayanışmacı, milliyetçi, ilerlemeci ve Batı’nın yeniliklerine açık görüşleri sayesinde Cumhuriyetin kurucu kadrolarının tam aradığı bir isimdi. İmparatorluk bakiyesi üzerine kurulan genç Cumhuriyet, büyük savaşlardan yorgun çıkmış, ekonomik ve sosyal darboğazları bir biçimde aşması gerekecekti. Bu anlamda Gökalp’in özellikle toplumsal dayanışmayı savunan görüşleri kurucu kadrolar tarafından gereğinden fazla kabul görmüştü. Onun görüşlerine göre toplumsal değişme mukadderattı, ancak toplumlar bir aşamadan bir başka aşamaya geçerlerken bazı ara aşamalar yaşardı. Bu ara aşamalar sonrasında ise asıl noktaya gelinirdi. Bireysel ve toplumsal değişim ve bu ara aşamalardan sonra asıl aşamaya geçiş ise sosyoloji sayesinde olacaktı. Tam da bu aşamada Gökalp, sosyolojiyi evrensel ve milli sosyoloji olarak ikiye ayırmayı ve milli sosyoloji sayesinde milletin ortak özelliklerinin, milletin açık ve gizli farklılıklarının, ortak gelenek ve göreneklerinin ortaya çıkarılmasına hizmet edecek bir bilim olarak tasarlıyordu.

Kolektif şuur

Ziya Gökalp 1924 yılında Çınaraltı’nda kaleme aldığı “Türklerin En Zayıf Noktası ve En Kuvvetli Noktası” başlıklı yazısında milletimizin en büyük ülkülerini dört başlık etrafında topluyordu: Milliyetçilik, Halkçılık, Batı Uygarlıkçılığı ve Cumhuriyetçilik. Bu dört ülkü için Türk milletinin “kolektif şuur gücüyle” çok şeyler yaptığını ancak yapılması gerekenlerin henüz tamamlanmadığını ifade etmişti. Geçmişten günümüze Batılılaşma sürecinde yaşanan gelişmeleri bu bakımdan değerlendirdiğimizde başta anti-Batıcı tezleri savunanların büyük savrulmalarını daha iyi görebiliriz kanısındayım.

Üzerinde hala ciddi tartışmaların yapıldığı, en çok okunan eserler arasında yer alan ve bir biçimde yalnızca Türk milliyetçilerini değil özellikle Türk sağını da fazlasıyla etkileyen Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak eserini 1918 yılında kaleme almıştı. Dil ve dini Türk milletinin en ayrılmaz parçası olarak tanımlayan Gökalp’e göre dil, din, ahlak, hukuk, siyaset, ekonomi, sanat gibi kurumların tamamı toplumu oluşturur. Toplumun esas temeli ise kültürdür. Tam da bu noktada kültür ve medeniyet ayrımına vurgu yaparak iki kavram arasında derin farklılığın olduğunu vurgular.

Özellikle son dönemlerde sıkça yapılan “bizim medeniyetimiz”, “medeniyet tasavvurumuz” vurgularını Gökalp’in penceresinden değerlendirdiğimizde, bu kavramlarla kast edilen manaların uyuşmadığını söyleyebiliriz. Gökalp, Arapça kökenli medeniyet kelimesi yerine uygarlık kavramını tercih etmişse de her iki kavramdan anladığı birdi. Kültür ve medeniyet kavramları arasında yaptığı ayrışmada, kültür yerli olanı, medeniyet evrensel olanı temsil ediyordu. Yukarıda saydığımız milleti oluşturan ana unsurlar aslında kültürel kodları da inşa eden ana unsurlardır. Bu bakımdan toplumun kültürel değerleri ile medeniyetlerin, daha geniş bir çerçevede oluşturmakta oldukları değerler farklılıklar gösterebilmektedir. Bir bütün olarak düşünüldüğünde ise medeniyet, kültürden veya kültürlerin birleşiminden oluşur. Kültür ve medeniyet arasında gerilim ve çatışmalar olabilir ancak bu gerilim ve çatışmaların dozajı yükseldikçe medeniyetin toplumlar tarafından kabul edilmemesi gibi bir sonuçla karşılaşılabilir. Bu bakımdan, özellikle devlet eliyle tepeden inmeci modernleşme dönemlerinde, toplumsal değerlerle özdeşleşmeyen veya toplumun yaşamını tehdit edebilecek unsurları içerisinde barındıran Batılılaşma örnekleri millet için sorunludur.

Günümüz toplumlarını bilgi toplumu olarak gören birçok düşünür, bilginin evrenselleşmesi sonrasında bütün toplumların bu süreçten derinden etkilendiğini kabul eder. Evrensel bilgi tezi ise kendi içerisinde sorunlu bir bilgidir. Özellikle İslam toplumları için düşünüldüğünde, bilim-din çatışması üzerinden yürütülmeye çalışılan hesaplaşmalar, İslam toplumlarını fazlasıyla yormakta, bu durum Batı toplumları ile olan açık mesafenin kapatılmasına hizmet etmediği gibi Batı’nın biraz daha fark atmasına yaramaktadır. Bu kapsamda Gökalp’in önerileri son derece açıktır, Batı ile olan ontolojik sorunları akılda tutarak, Batı’nın fen ve bilimde göstermekte olduğu ilerlemeci yaklaşımlara ve bilimsel devrimlere ayak uydurmak gerekmektedir. 90’lı yıllarda bu görüş bazıları tarafından büyük eleştirilere malzeme edilmiş olsa da gelinen süreçte Gökalp’in önerilerinin dikkate alınmış olduğunu görüyoruz, hem de onu en çok eleştirenler tarafından.

Elbette onun çağdaşlaşmadan anladığı ile günümüzde çağdaşlaşmadan anlaşılan şeyler birebir örtüşmemektedir.  Mesela o, zamanın ruhundan etkilenmiş ve din sosyolojisi üzerinde yapmış olduğu yorumlarda millileşmek, Türk dili ile ibadet etmek hatta din-devlet işleri arasındaki ayrımı öngören laikleşmek konularında son derece hoşgörülü olmuştur. Bu işlerin kolayca yapılabileceğini düşünmüş ve yeni bir milli devlet kimliği inşasında bu değişimleri de zorunlu olarak görmüştür. Cumhuriyetin kurucu kadroları da kendileri için, sosyolojik bir dille yazılmış böylesine işe yarar fikirlerin hemen alıcısı oldular.

Vefatının 94. yılında Türk düşünce dünyası Ziya Gökalp’i yeniden okumalıdır. En azından, ateist belki de deist, Yahudi din bilimini metinlerine ustaca serpiştiren, biraz Protestan biraz Katolik ya da fazlasıyla Marksist Batılı sosyologlara gösterilen hoşgörünün yerli ve milli bir sesine de gösterilmesi dileğiyle.

[email protected]