Ziyan olan ömrümdür

Dr. Hatice Çolak / Yazar
27.06.2020

Eninde sonunda organik pazarlara ya da doğal ürünlere ödediğimiz fahiş fiyatlar hepimizin canını yakacak. Eninde sonunda hepimiz bu şehirlere ve küçücük akıllı evlere sığamayacak, o köylere döneceğiz.


Ziyan olan ömrümdür

100’e yakın ülke gezdim, gördüğüm en güzel ev dedemin Artvin’deki küçük ahşap yayla evi.

Ama o alışılagelmiş güzellik dedemi orada tutmaya yetmemiş, beş çocuğu okuyup büyük adam olsun diye şehre göçmüş, bakkal işletmeye başlamış. Bir de sokaklarda kiraz satmaya. Bize kurtlu kirazların aslında ne kadar organik olduğunu, kirazdan anlayanın kurtlusunu tercih ettiğini anlatmakla geçti ömrü. Beş çocuğu okuyup büyük adam olduğunda ve o yaşlandığında ruhunu teskin etmek için büyükşehirde bir kiraz bahçesi alan dedem, bahçenin girişindeki küçük ahşap evine şu tabelayı kondurmuştu: “Ziyan olan ömrümdür.”

Adamlıktan büyük güç

Geçenlerde amcamla konuşuyorum. Aman nasıl heyecanlı kazlarından, bıldırcınlarından, tavuklarından bahsederken. Kuzenimi, yani gözünün nuru biricik kızını kanserden kaybettikten sonra bir daha hayata dönemez diye korkuyordum. Oysa onu doğanın iyileştirici gücü toparladı. Babasının onlar büyük adam olsun diye vazgeçtiği doğanın adamlıktan büyük olan gücü.

Oysa kuzenim, babasından daha da çok büyük adam olmak üzere Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde harika bir eğitim aldıktan sonra doktorasını yaparken veda etti bize. Ve fakat o da ölmeden birkaç yıl önce büyük adamlıktan vazgeçmiş, şimdi amcamın bu hayvanları beslediği, Kaz Dağları’nda yaptırdığı taş eve yerleşmişti.

Son günlerde görüştüğüm hemen her arkadaşım köye yerleşmekten bahsediyor, birisi Trakya’da yüzlerce dönüm arazi almış, koyun yetiştirecek; ötekisi Antalya’daki köy evinden fotoğraf paylaşıyor, bir diğeri Tibetli bir rahibenin yanına yerleşmenin hayalini kuruyor.

Bu eğilimde atalık tohumları, şehir bahçeleri, organik pazarları ve turizmi tatil ve tarıma bağlayan organizasyonlarıyla Buğday derneğinin ve tabii ki derneğin kurucusu, topraklarımızda yetişen en güzel insanlardan biri olduğu şüphesiz olan Victor Ananias’ın payı epey büyük.

Ekolojik tarımda beş liderden biri

Victor’un annesi Bodrumlu. Bundan çok uzun yıllar önce Şilili babasıyla tanışıp evleniyorlar, Almanya’ya yerleşiyorlar. Fakat annesi Victor’a hamile iken kanser oluyor ve modern tıpla tedavi yerine memleketine, Bodrum’un dağlarına dönüyor. Esasında diş hekimi olan babası yeni mesleğini daha çok seviyor: O değirmende buğday öğütüyor, annesi ekmek yapıyor, Bodrum sokaklarında satıyorlar yıllarca “Tam buğday” diye bağıra bağıra bu lezzetli ekmeklerini. Victor bu harika doğal ortamda büyüyor. Büyüyüp üniversiteye gitmeyi denese de bünyesi kaldırmıyor ve onun yerine sırt çantasıyla dünyayı dolaşıyor, dünya mutfağını öğreniyor, yurda döndüğünde doğal bir restoran açıyor. Sonra da Buğday derneğini kuruyor. Victor bundan yaklaşık on sene önce vefat ettiğinde hiçbirimiz inanamadık bu ani gidişe. Her ne kadar kendisi doğal yaşamı ölümden kaçmak için değil güzel bir ölüm için yaşasa ve Allah rızasından başka bir fayda gözetmese de komplo teorilerine çok prim vermemeye çalışan birisi olarak Victor’un ani ölümü beni çok düşündürdü. Hayatının nerdeyse tamamını organik tarımı Anadolu’da yerleştirmeye adayan Victor, ekolojik tarım alanında tüm dünyada tanınıyordu ve uluslararası ekolojik tarım kuruluşları tarafından geleceğin beş liderinden biri olarak görülüyordu.

Avrupa’nın organik bahçesi

Ananias’a göre, Türkiye Avrupa’ya kıyasla organik tarım konusunda çok avantajlı bir konumdaydı. Bir röportajında şöyle diyordu: “Avrupa’nın pek çok ülkesi topraklarının biyolojik çeşitliliğinden çok şey yitirmiş. Ancak buna rağmen önemli bir çaba içindiler. Örneğin Avusturya tüm tarımını organik olarak yapmaya karar verdi. Türkiye de bu konuda adım atabilir. Eğer bu sağlanırsa toprak zenginliğiyle Türkiye Avrupa’nın organik tarım bahçesi olur. Her köyden yetiştirdiği ürüne göre uluslararası bir marka çıkar.”

Victor gibi insanlar kısa da yaşasa öyle eserler bırakırlar ki arkalarında, hiç ölmezler adeta. Tatuta bunlardan biri. Yıllar önce Datça’daki bir çiftlikle tanıştığım Tatuta aslında permakültüre merak salan ve deneyimlemek isteyen insanlar için harika bir başlangıç noktası olabilir. Düşünsenize karşınıza Türkiye haritasını alıyorsunuz, kendinize yakın ya da gitmek istediğiniz herhangi bir bölgede bu işe gönül vermiş insanları buluyorsunuz. Sonra da tatilinizi sonsuz bir kazanıma çeviriyorsunuz onların yanında. İsterseniz gönüllü çalışıyor ve para ödemiyorsunuz, isterseniz tatil yapıp gözlemliyorsunuz sadece ve cüzi bir miktar ödüyorsunuz.

Çünkü hepimiz bıktık şehir hayatından, kaçmak ve doğanın şefkatli kollarına atmak istiyoruz kendimizi. Fakat hiçbir şey o kadar kolay değil. Permakültür şu an bir moda olarak dillere pelesenk olsa da dünyanın en keyifli ama zor işlerinden biri. İnsanın doğayla uyum içerisinde yaşaması olarak özetleyebileceğimiz permakültür sizi hiçbir kimyasal kullanmadan, atalık tohumlarla üretmeye ve ihtiyacınızdan gram fazlasını tüketmemeye teşvik eden bir felsefe.

Datça’dan sonra Asya’dan Amerika’ya, Avrupa’dan Afrika’ya pek çok ülkede permakültür çiftliklerini ziyaret ettim. Dışardan bakınca tam da aradığım şey diyorsunuz biliyorum ama emin misiniz? Şöyle söyleyeyim, gittiğim permakültür çiftliklerinin ekserisinde tuvalet kağıdı ve sabun bile kullanılmıyor. Bir kısmı susuz, tuvaletler yüksekçe yerlere yapılmış, böylece hepsi bir merkezde toplanıyor ve gübre olarak kendinizin yetiştirip yediği doğal gıdalara dönüyor. Yani öyle bir sistemde yaşıyorsunuz ki, paketli hiçbir gıda kullanmıyor, kendi su ve elektriğinizi üretiyor, bulunduğunuz coğrafyada binlerce yıldır ne yetişiyorsa onu kendi ellerinizle yetiştiriyor, yetiştiremezseniz yemiyorsunuz. Zamanla ihtiyacınız kadarını tüketmeyi, solucanlarla ve dışkınızla dost olmayı, her gün aralıksız çalışmayı, yağmuru gözlemeyi, doğayı özümsemeyi öğreniyorsunuz. Hazır mısınız böyle bir yaşama gerçekten?

Permakültür

Günümüz dünyasında, sosyal medya sağ olsun, bir şey moda olunca içi çok çabuk boşalıyor. Permakültür de sürdürülebilirlik de bu kavramlardan, öyle ki işi hakkıyla yapanlar bu kelimeleri kullanmaktan kaçınır oldu. Ama genel senaryo şu: Kariyerinizin belki de zirvesindeyken, bir sabah uyanıyorsunuz ve yaşadığınız hayatın canınıza yettiğini fark ediyorsunuz. Anlıyorsunuz ki artık atalarınızın büyük hayallerle göçtüğü büyük şehre sığamıyor ruhunuz. Sonra, karakterinize göre bir zaman diliminde elinizde avucunuzda ne varsa biriktirdiğiniz satıp kendinizi tercihen atalarınızın, olmadı sizin gibi modern hayatın çıkmazlarından kaçan insanların yoğunlukla yerleştiği bir köye atıveriyorsunuz. Kaz dağlarındaki köyler bu tür insanlarla dolu. Ha bu arada genelde bu atılımı yapmadan önce bir dünya turuna çıkıyorsunuz, kim ne yapıyor bir bakıyorsunuz, bazen direkt atlıyorsunuz bodoslama. Ben turu öneririm.

Kendi turlarımda çok şey öğrendim. En çok da permakültürün tükenmişlik sendromunu berekete çevirme mucizesinin küresel adı olduğunu öğrendim. Firarinin adı İskender de olabiliyor, Victor da, Ömer de, Jimmy de. Jimmy, aynen bu şekilde Amerika’da bir emlak kralı iken “Yeter!” diyor ve tüm varlığını Güney Amerika’daki yağmur ormanlarında büyük bir araziye yatırıyor. Panama’ya sırf Jimmy’nin on yıl kadar önce kurduğu Kalu Yala’yı ziyaret etmek için gittim. Kaz dağlarındaki ekolojik cemiyetin global bir versiyonu karşılıyor sizi Kalu Yala’da. Dünyanın her yerinden çevreye duyarlı insanlar gelip bir ucundan tutmuş işin, bir köy inşa etmiş. Ama öyle allı pullu bir köy düşünmeyin, tüm sakinleri çadırda kalıyor, ortak banyolarda duşunu alıp tuvalet ihtiyacını görüyor. Akşamları toplu yoga seansları yapılıyor, birlikte çalıp söyleniyor. Birisi kendini adamış organik Hindistan cevizine, gece gündüz ağaç dikiyor, biri ekolojik mimariyle acayip yapılar inşa ediyor, biri ekolojik mutfakta yeteneklerini konuşturuyor.

Ehlinden öğrenin

Burada yerim dar, tüm permakültür çiftliklerinden bahsetmem mümkün olmayacak. Ancak Hindistan’daki binlerce yıllık doğal tıp geleneğini devam ettiren aryavaidyasala’nın tıbbi bitkiler yetiştiren permakültür bahçelerini ya da Gambia’daki dostum Kelly’nin özellikle mucize bitki moringa ile beraber yüzlerce kadını sosyal girişimci olarak yetiştirdiği my farm çiftliklerini anmazsam asla olmaz. Varsa bir merakınız, bu işin en sağlam eğitimleri şu an Avustralya’da veriliyor, kıyın biraz paraya ve zamana, işin ehlinden öğrenin derim permakültürü.

Diyeceğimiz şu ki…

Dedelerin çocukları okuyup büyük adam oldular ama mutlu olamadılar. Torunları ise direk depresyona, tükenmişlik sendromuna ya da türlü hastalıklara doğdular. Şimdi herkes geriye dönmenin, o eski huzuru aramanın peşinde.

Eninde sonunda hepimiz atalarımıza bizim için o tam organik hayatları terk ettikleri için kızacağız.

Eninde sonunda hepimiz ruhsal ya da fiziksel hastalıklardan, hırslı insanlardan ve para kazanıp kredi ödeme derdinden bezeceğiz.

Eninde sonunda organik pazarlara ya da doğal ürünlere ödediğimiz fahiş fiyatlar hepimizin canını yakacak.

Eninde sonunda hepimiz bu şehirlere ve küçücük akıllı evlere sığamayacak, o köylere döneceğiz. O zaman neden şimdiden bu konuda hayatımızda küçücük dönüşümler yaparak egzersizlere başlamıyoruz?

Belki bir anda radikal değişiklikler yapamayız ama ufak ufak kompostla, bahçemiz ya da balkonumuzda yetiştireceğimiz salata yeşillikleriyle, çöplerimizi ayrıştırarak bismillah diyebiliriz bu hayata.

Sonra kim bilir, biz de bir dağ evinde permakültür yaparken buluruz kendimizi de, aman permakültürün de içini boşalttılar diye hayıflanıp doğal yaşıyoruz der geçeriz.

Yani en başa döneriz. Çünkü “yaşam dönüşümdür. “

[email protected]