İslam(cılık) sınavında demokrasi

AHMET DEMİRHAN/Sosyolog - Yazar
15.12.2012

İslamcılık üzerine son tartışmalara bakıldığında, tuhaf bir durumla karşı karşıya kaldığımız söylenebilir.


İslam(cılık) sınavında demokrasi

Bir yandan İslamcılı (ya da bakiyesi) oluşumların Orta Doğu’da (ve garip ama Türkiye’de) iktidara gelişinden ve dolayısıyla ‘demokratik’ yollarla yönetime talip oluşlarından bahsedilerek artık İslamcılığın bittiği (bitmese bile, kendisini çoğulculuk içinde kabul eder bir hale geldiği) dile getiriliyor; diğer yandan ise ya kendilerini ‘din’in doğrudan mümessilleri sayan bazı kesimlerin yaşanan gelişmeleri İslamcılık adına olumsuzlayarak eleştirmeleriyle veya iktidardaki grupların uygulamalarını ya da bu uygulamaları meşrulaştırma tarzlarını fazlasıyla ‘İslamcı’ bularak hayal kırıklığıyla eleştiren (en geniş anlamıyla) ‘liberal’ kesimlerin, yaşananlardan bir ‘otoriterlik’ çıkarmaya çalışmalarıyla karşılaşıyoruz. Kısacası, iktidarda olan İslamcılık (veya bakiyesi) iki karşı çıkışla karşı karşıya; ancak iki farklı yöne seyreder görünen bu iki ucu, farklı rotalar izleyen, ama aynı talepkarlıkta birleşen, dolayısıyla aynı yönü işaret eden bir soru etrafında okuyabiliriz: İslamcılık (ya da bakiyesi) halk karşısında ne ifade ediyor?

Burada ‘halk’, Zaman’da 11 Aralık’ta yayınlanan “İslamcıların demokrasiyle sınavı” başlıklı yazısında İhsan Dağı’nın da vurguladığı gibi, “[y]önetim hakkının da, egemenliğin de” ait olduğu bir ‘halk’; zaten iktidardaki İslamcılar (veya bakiyeleri) de ‘sandık’tan çıkarak ve rakipleriyle yarışarak iktidara geldiler; yani, kendilerini ‘halk’ seçti. Ancak sorun bu ‘halk’la ne yapılacağında düğümlenmiş durumda ve Dağı, bu düğümün çözümü için iktidardaki İslamcılar (veya bakiyeleri) tarafından tahayyül edilenden başka bir ‘halk’ daha olduğunu ifade ediyor: “halkı, halkın tercihlerini, değerlerini tek kendilerinin temsil ettiğini düşünüyorlar. Halk kendileri; halk adına kuralları onlar kurar, herkes de bu kurallara uymakla yükümlüdür.” Ve Dağı, bu düşünceye, “post-modern otoriterlik” adını veriyor. Ona göre ‘halk’ bu değil çünkü. “Özgürsünüz ama neyi seçeceğiniz[in], hangi seçiminizin doğru olduğu[nun] baştan belli” olması nedeniyle ise ‘otoriterlik’ söz konusu. (Postmodernizmin, mesela “Hakikat’i parçaladığını” iddia eden Ali Bulaç’ta da negatif çağrışımlarıyla yüklü bir okumaya tabi tutulması, ilginç bir durum arzediyor elbette. Bence bunun en büyük nedeni, ‘modern’ olanla bir şekilde bağı koparmama, koparmak istememe kaygısı; ancak bu başka bir mesele.)

Sorun da burada başlıyor: Öncelikle, iktidardaki İslamcılara (veya bakiyelerine), ‘tek adam’ sonrası veya vesayet sonrası dönemde bir ‘kuruculuk’ atfediliyor. Yani, söz konusu dönemde sadece ‘siyaset’in yeni mekanizmalarının değil ‘halk’ın da yeni baştan ‘kurulduğu’ varsayılıyor. Oysa örneğin Mısır’dan biliyoruz: henüz giden Mübarek’in sadece ‘beden’i. (Ernst Kantorowicz’in “kralın iki bedeni”ni anımsatırcasına) o ‘beden’in temsil ettiği ‘siyasal beden’, bir takım ufak ayarlamalarla ve kendisine açtığı yeni alanlarla, henüz yerinde ve seçimle gelmiş ‘iktidar’ın, bu mekanizmaları yerinden etme çabaları, tuhaf ama ‘liberal’ itirazlarla karşı karşıya.

‘Halk’ zaten normal bir ‘demokrasi’de de hayli sorunlu (haddi zatında, içindeki bütün farklılıkları tikelleştirerek tümel bir isim altında ortadan kaldırdığı için, bir ‘boş gösteren’) olan bir kategori. Bir yandan; egemen olduğu söylenen ve yöneten ‘halk’, iktidar alanını ‘boş bir uzam’a dönüştürür: yasama, yürütme ve yargının bu ‘boş uzam’da faal olduğu varsayılır. Siyasal ve diğer aktörlerin, somut prosedürlerle, meşruluk araçlarıyla, hitabet teknikleriyle, çeşitli ritüellerle ve benzeri iktidar mekanizmalarıyla kayıtlı olan ‘oyun alanları’nın, bu ‘boş uzam’ etrafında şekillendiği öngörülür.

Halkın kendi kendisini yönetme tarzı olarak ‘demokrasi’nin seçimle iş başına gelenlerin, her seçimde tekrarlanan rotasyonuna gücünü veren de, bu ‘boş uzam’. Demokrasinin tekerleği, gücünü oradan alarak döner. ‘Halk’, bir hesap edilebilirlik/hesaplanamazlık denklemi açısından da problemli doğaya sahip. ‘Halk’ın seçimle yöneticilerini seçmesi, hangi tür seçim sistemiyle olursa olsun, nihayette, bir hesap işi; basit olacak ama, fazla oyu alan kazanır! Ancak halkın sahip olduğu söylenen ‘eşitlik’ ve ‘özgürlük’ gibi normların hesaplanamazlığı, bir koşulsuzluk ve şartsızlık varsayar. Dolayısıyla, hesaplanabilirlik ile şartsız ve koşulsuzluk arasındaki ‘oyun’, aslında ‘halk’a ‘form’unu veren unsur. Bu nedenle mesela, Hollanda’nın geçen dönemdeki hükümetine dışarıdan destek veren Wilders liderliğindeki aşırı sağcı ve ırkçı partisi, “Hollanda halkı”nın aldığı ‘form’ konusunda bize bir fikir verebilmekteydi. Ya da Almanya’da Merkel başbakanlığındaki hükümet, bize, “Alman halkı”nın genel eğilimleri konusunda bir şeyler söyleyebilmekte. Fazla basit görünüyor, ama “halk egemenliği” de, onu idare eden rejimin rengi ve kokusundan ayrı olarak, böyle bir şey zaten. “Rejimin rengi ve konusu” ise, biraz (‘the political’ anlamındaki) ‘siyasal’la ve dahası ‘siyasal ilahiyat’la alakalı meselelere girmemizi gerektirecek bir konu. Yani, başka bir mesele.

Vesayet tehdidi içindeki “demokratik ortamlar”da Dağı’nın iktidardaki İslamcılara (ya da bakiyelerine) atfettiği ‘kurucu’ bir işlevle donatılmış ‘halk’ algısının, aslında bu problemli kategoriye bir üçüncü problemli halka daha eklediği söylenebilir. Ancak bu halka kendisi kadar problemli görünür; çünkü iktidardaki İslamcılık (ya da bakiyesi) tarafından başvurulduğu söylenen ‘halk’, aslında, Dağı’nın bu kez 11 Aralık’taki yazısının daha geniş (ve bir hayli değişik) bir versiyonu olan 9 Aralık’taki Today’s Zaman yazısındaki ifadesini tekrarlayacak olursak, genelde “proto-İslamcı”; bu yüzden, deniyor, iktidardaki İslamcılar (veya bakiyeleri) aslında halkı bir meşrulaştırma aracı olarak kullanarak “İslami bir sosyal programı” uygulamaya kalkıyor. ‘Kurucu halk’tan herhangi bir ideolojinin payandası olarak ‘halk’a kolaylıkla geçilebildiği varsayılabiliyor yani. Ama niye?

Eğer örneğin Mısır’da yaşananları doğru okuyorsak, bu durum niye tersten anlaşılamasın? ‘Halk’ adına “iktidarın o boş uzamı”na meşru mekanizmalar haricinde gayri meşru olarak sirayet etmek isteyen vesayetçi güçler karşısında ‘halk’a başvurmanın, dahası “kurucu bir güç” olarak başvurmanın, belki sancılı bir süreç içerecek ama, ‘demokrasi’nin tercih edilmesi olarak değerlendirilmesi niye mümkün olmasın? Yine darbelerin yaklaştığı dönemlerde iktidardaki kesimlerin ya da Meclis’in seçim kararı alamamasının, yani ‘halk’a gidememesinin, darbenin gerçekleşmesine zemin hazırladığı iddia edilmiyor muydu?

‘Kurucu halk’ kategorisi

Elbette Dağı, zaten problemli olan ‘halk’ kategorisine eklenen bu halkadan başka bir şeyi, daha talepkar bir şeyi kastediyor. O da şu: İslamcılık diye bir akım var ve kendisi olarak ya da bakiyesiyle iktidarda. İktidardaki bu İslamcılar (ya da bakiyeleri) artık ‘metin’e değil, “halka ve iradesine” başvuruyorlar. Ancak kendi değerlerini, hayat tarzlarını ve toplum görüşlerini (“İslam’ın toplumsal kodları”nı ya da “İslamcı toplum programları”nı) bir sosyal mühendislik olarak herkese dayatıcı bir “halk” algıları var. Daha çoğulcu, özgürlükçü ve katılımcı olmalılar. Aslında bu talepkarlık, iktidardaki İslamcıları (ya da bakiyelerini) “Diyanet muhafazakarlığı” olarak değerlendirenlerin talepkarlığıyla kıyaslanmayı hakediyor. Çünkü ikisinde de aşikar ya da örtük bir  ‘metin’ var. Olması gereken belli; olan, bir takım ilke, norm ya da değerlere göre belirlenmeli. Kısacası, iktidardaki İslamcıların (veya bakiyelerinin) ‘halk’a başvururken ‘halk’ı dışarıda bırakmaları diye sorunsallaştırılan mesele, basit olacak ama, mesela Obama’dan, Cumhuriyetçilerin kıyasıya karşı çıktığı “sağlık reformu”nu yasalaştırırken, “şu Cumhuriyetçilerin gönüllerini de hoş tutayım” diye tutum takınmasını beklemek gibi absürd bir beklenti değil, daha ‘özsel’ bir talepkarlık.

Ama bir ideoloji olarak İslamcılık da, modern dönemlerin başlarında böyle bir mekanizma aracılığıyla ortaya çıkmadı mı? Baskın olan bir ‘metne’ bir şekilde muhalif olan geniş bir kesimin hoşnutsuzluğunun ve bu hoşnutsuzluk karşısındaki “siyasal talepleri”nin, aslında olmayan (siyasal maslahattan vazgeçen) bir ideoloji biçiminde kurgulanmasıyla? Veya Ruanda’da o olmayan, basit birer ‘yerel renk’ olan Hutular ile Tutsilerden birer ‘etnik kimlik’ çıkarmak da, aynı ‘özsel’ ve baskın bir ‘metni’ olan mekanizmanın ürünü değil miydi? Şimdi aynı mekanizma bu kez iktidardaki İslamcılar (veya bakiyeleri) karşısında, hiç bir yerde olması mümkün olmayan bir “demokrasi metni” adına, zaten “boş bir gösterge” olduğundan bölünmesi mümkün olmayan ‘halk’ı, ‘herkes’ ve ‘herkes olmayan’ diye bölerek, normalde olması mümkün olmayan ‘ideal’ bir muhalif damar oluşturmak için kullanılacak olmayacak mı? Elbette, bu talepkar beklenti, iktidardaki İslamcıların (ya da bakiyelerinin), Dağı’nın ifadesiyle, “demokrasiyle sınav”larını verecek rüşte ermelerini ve bunun bir yerlerde var olduğu zannedilen o soyut “demokrasi metni”yle ölçülmesini gerektiriyor. Yine, basit olacak ama, kısacası o eski hikaye! Ama ‘demokrasi’yi ‘otoriterlik’ içine hapsetme riski taşıyan da bir hikaye. Oysa ‘demokrasi’nin belirli bir rotasyona dayalı formelliği dışında, Derrida’nın sıkça vurguladığı gibi, belirli bir ‘metin’le sınırlandırılan herhangi bir ‘formu’nun olmaması ve kendisini geleceğe açık bir süreçte sürekli var kılması da var. Dolayısıyla, ya bunun yanında tersini bekleyemeyiz mi? Demokrasinin de İslam ya da iktidardaki İslamcılar (veya bakiyeleri) karşısındaki sınavından başarıyla çıkıp çıkmayacağını? Galiba, örneğin Mısır, böyle bir sınavdan da geçiyor ve Mübarek’in cismani ‘beden’inden sonra ‘politik bedeni’nin de gidip gitmeyeceği, bu sınava bağlı.

Son olarak, iki referans: 1- Dağı, özellikle Today’s Zaman’daki yazısında, iktidardaki İslamcıların (ya da bakiyelerinin) “post-modern otoriterlik” dediği mekanizmayı, bir ‘model’ olarak tartışılan Türkiye’den edinmiş olabileceklerine değiniyor. ‘Model’ tartışmalarının bu bağlama sıkıştırılması, elbette, hayli sıkıntılı. Tartışmaları daha geniş değerlendiren bir yazı için, B. Duran ile N. Yılmaz’ın SETA 2011 Türk Dış Politikası Yıllığı’ndaki “Ortadoğu’da Modellerin Rekabeti”ne bakılabilir. 2- AK Parti’nin, İhvan ve Nahda hareketiyle birlikte, demokrasinin temel standartlarını sağlarken “İslami toplumsal kodu” tek meşru hayat tarzı olarak uygulamaya geçirmenin normalliğine inandıklarını söylüyor. Ancak, Etyen Mahçupyan’ın 12 ve 13 Aralık’ta Zaman’da yazdıkları, en azından Türkiye için, ‘tablo’nun aslında bu kadar basitleştirilemeyeceğini gösteriyor.

[email protected]