Üstâd’ı yâd etmek; ama nasıl?

Dr. NECDET SUBAŞI / Din Sosyoloğu
12.01.2013

Bugünün koşullarıyla kayıtlı dini, siyasi, entelektüel ayrışmalar üzerinden Necip Fazıl’ı değerlendirmeye almak her şeyden önce onun içine doğduğu verili dünyayı ve hiç de sevimli olmayan sosyo-psikolojik şartlarını ihmal etmek demektir.


Üstâd’ı yâd etmek; ama nasıl?

ecip Fazıl Kısakürek hakkında geçtiğimiz birkaç haftaya yayılan tartışmalar, aslında olması gerekenin bir hayli uzağında gündelik-tarihsel bağlamlardan devşirilen magazin bilgileriyle sınırlı kaldı. Necip Fazıl’ın kabaca Türk sağı özelde İslamcı sayılabilecek retoriğine odaklanmaktan çok onun ancak kişisel dünyasında karşılığı bulunabilecek kimi tercihleri üzerinden siyasi iktidarla girdiği temas noktalarında yoğunlaşmak ve böylece bıraktığı entelektüel mirası harcamayı, gözden düşürmeyi ve genellemelere fırsat verecek şekilde küçültmeyi fırsat bilen değerlendirmeler, kendine duygusal ve düşünsel yakınlık hisseden takipçileri arasında hissedilir bir burukluk yarattı.

Necip Fazıl’ın kişisel tercihleri, sözüm ona tarz-ı hayatı üzerinden onun siyasi ve entelektüel mirasıyla bütünleşen dini ve siyasi gruplar sorgulanmaya çalışıldı. Bir insan olarak Necip Fazıl’ın mahrem dünyasını açığa çıkarmanın şehveti, içinde ucuz karşılaştırmaların ve özensiz analizlerin yer aldığı sıradan bir tartışma retoriğine takılıp kaldı. Böylece aslında ele alınması gereken pek çok şey de bilerek ya da bilmeyerek örtbas edilmiş oldu.

Necip Fazıl’ı, sadece kendi yaşadığı döneme damgasını vurmakla kalmamış, vefatından sonra da etkisini sürdürmeyi devam ettiren ve önemi hiçbir şekilde gözardı edilmeyecek bir mütefekkir olarak hatırlamak gerekir. Edebiyatın hemen her alanında eser vermekle birlikte özellikle şiiri çığır açıcı bir dil ve üslubun temsilcisidir. Kendi poetikası zamanla İslami kaygı ve hassasiyetlerden beslenen bir durulukta karar kılmış, denemeden tiyatroya, hikâyeden polemiğe kadar çeşitlenen edebi ürünlerinde şairanelik her zaman merkezi bir yer kazanmıştır. Her şeyden önce birbirinden ayrı düşmüş pek çok siyasi ve entelektüel eğilimin neredeyse ortak bir şekilde ifade ettiği gibi, onun edebiyatçı kişiliği kendi kimliğini ortaya çıkaran diğer özellikleriyle buluşturulduğunda ortaya çıkan resim tartışmasız bir şekilde istisnai bir portre sunmaktadır.

Ölüleri anmak dirilerle yaşamak

Necip Fazıl’ın gençliğini takip eden yıllardan itibaren, bir hayli hareketli geçen hayatının en karmaşık etaplarında bile sekmeden/sendelemeden kişisel tercihini Müslümanlıktan yana ortaya koyduğunda cümle âlem hem fikir. Bu nedenle bugünün koşullarıyla kayıtlı dini, siyasi, entelektüel ayrışmalar üzerinden Necip Fazıl’ı değerlendirmeye almak her şeyden önce onun içine doğduğu verili dünyayı ve hiç de sevimli olmayan sosyo-psikolojik şartlarını ihmal etmek demektir. Zihniyet yapıları, sosyal yaşam dünyamızı besleyen, onu sıklıkla belirleyen bir arkaplan bilgisi olarak varlığını sürdürür. Bu bağlamda ölülerimizi hayırla yâd etmek kültürel envanterimiz içinde belki de en önemli seciyyeler arasında yer alır. Ölülerle boğuşmak, savaşı artık söz hakkını kullanamayan insanlarla ya da onları da terkimize alarak sürdürmek ciddi bir ahlak sorunu olarak öne çıkıyor. Bu çerçevede ahlâkı asıl sorunlu kılan, zihniyet dünyamızda meşru sayılması imkânsız bir haddi bilmezlikle ilerleyen ti’ye alma heveskârlığından kaynaklanıyor. Peki, söz hakkını kullanamayacak biri, gündelik gerçekliğimizde hala belirleyici, kuşatıcı söylemiyle hâlâ berhayat ise bu durumda ölülerimizi nasıl anmak gerekir?

Necip Fazıl onu takibedenler nezdinde bir “üstad”tır. İzleyicileri, o sözkonusu olduğunda kendilerini her şeyden önce birer tilmiz olarak görmekten hiçbir şekilde gocunmazlar, bu hiyerarşinin parçası olmak bilumum takipçileri için birer onur mesabesinde algılanır. Siyasi ve entelektüel söylemini hem sağlığında hem de vefatından sonra büyük bir saygıyla takip eden bağlılarının (gönüldaşlar) ilgisi, onu eleştirmekte sınır tanımayanlardan hiç de geri kalmayacak bir şekilde tartışmasız bir dokunulmazlık zırhıyla biçimlenir. Üstadı her fırsatta küçük düşürmek için bilgi/belge toplayanların ortalığa serpiştirdiği malzemeler, sıkı takipçileri nezdinde kuru iftiradan öteye geçmez. Daha da önemlisi Necip Fazıl hakkında üretilen “tezvirat”, onun hala daha güçlü bir şekilde etkisini sürdüren mirasıyla, birilerinin hesabının bitmediğini şeklinde algılanır.

Necip Fazıl’ın Türk siyasi kültüründe alışık olduğumuz tarzlara uygun bir şekilde hızla ilerici-gerici, sağcı-solcu kamplaşmasına dahil edilmesi, gerçekte tarihsel bir figürün bugün bize ne ifade ettiği konusundaki sahici soruları, verimli tartışmaları gölgede bırakmaya yol açar. Hayatının tüm evrelerini açık sözlülükle ifade etmeyi kişiliğinin esaslı bir parçası olarak yansıtan Necip Fazıl’ın bugün diğer pek çok sima gibi tarih önünde “itirafa zorlanma”sı trajiktir. Şaşırtıcı “keşif”lerle ya da “ispiyoncu merak” saikleriyle ilerleyen “araştırmacı gazetecilik”in, itibarsızlaştırma ve gözden düşürme çabasından öte hiçbir amacı bulunmamaktadır. Esasen bir karakterin belli başlı özelliklerini, magazin dünyasının kabullenebileceği bir kıvamda ele almak her şeyden önce onun derin dünyasını anlamamak konusundaki bir inatçılığı da deşifre etmektedir.

Üzerinde durulması gereken temel husus, Necip Fazıl gibi örüntüleriyle bugün bile arkalarında hatırı sayılır iz bırakmayı başarmış şahsiyetlerin nasıl anılacağı, nasıl teşrih edileceğidir. Necip Fazıl’ı yâd etmek için onun “mirasına dil uzatanlarla habire kapışmak” mı yoksa onun “saygın mirası”nı soğukkanlı bir şekilde analiz edip bu terkipten yeni sonuçlar çıkarmak mı? Ne yazık ki Necip Fazıl gibi, etkileriyle büyük dalgalanmalara yol açmış isimleri tarih ve toplum önünde bitirmenin en kolaylıklı yolu, onları tarifsiz sevgiyle tarifsiz nefret arasındaki sınırlara hapsetmekle gerçekleşiyor.

Oysa Necip Fazıl her şeyden önce edebi ve entelektüel ürünleri, siyasi söylemi, düşünceleri, siyaset dünyasıyla ilişkileri içinde ele alınmayı fazlasıyla hak etmektedir. Devletle aydın arasındaki ilişkilerin birbirinden farklı boyutlarda işleyen mekanizmaları Althusser’den beri hemen her aydının bir şekilde açıklığa kavuşturması gereken bir problematik olarak varlığını korumuştur. “Devletin ideolojik aygıtları”nın tahkim edilmesi, makulleşirilmesi, başta gündelik jargona dahil edilerek hemen her celsede meşrulaştırılmasında aydınlara biçilen rol her zaman itici olmuştur.

Aydınların siyasi güçlerle ya da topyekûn devlet ve onun farklı biçimlerde işleyen mecralarıyla ne tür ilişkiler kurduğu, nihayet bu ilişkilerin kendi siyasetini ne ölçüde dönüştürdüğü gibi hususlar araştırmacıların önünde hazırda bekleyen inceleme ödevleri arasında yer almaktadır. Tek parti döneminin karmaşık devlet-millet ikileminde Necip Fazıl’ın kendine atfettiği rol kolaycı analizlere fırsat verilmeksizin yorumlanmayı beklemektedir. Bu tür analizlerin düşebileceği en ciddi tuzak ise incelenen kişinin bir iman nesnesi olarak kabul edilmesidir. Birbirine karşıt kulvarlardan yapılan Necip Fazıl değerlendirmeleri kendi içinde hiçbir denge arayışına izin vermeksizin ilerliyor ve birilerinin üstadı bir çırpıda diğerlerinin kâbusu haline gelebiliyor.

Yandaşlık ve karşıtlık ikilemi

Öte yandan Türk sağının billurlaşmış örneği olarak üstadın rahlei tedrisinden geçen ve daha sağlığında farklı mecralara yönelen söylemlerin nasıl sökün ettiği, üzerinde yeterince durulmuş bir bahis değildir. Cumhuriyet tarihinde tutuk bir dile mahkûm edilmiş İslamcı söylem(ler)in açıkça telaffuz edilmiş olmasa da Necip Fazıl tarafından belli bir coşkuya kavuşturulduğu ihmal edilemez. Esasen o, “son devrin din mazlumları” başlığı altında sistem içinde kadre uğrayan isimleri çok özel hikâyeleriyle kayda geçirerek kendi mıntıkasını ortaya koymaktan kaçınmamıştır. Bilinen İslami hassasiyetleriyle sistem içinde dışlanan ve çoklukla haksızlığa maruz kalanların hanesinde kendine yer bulmakta hiçbir şekilde zorlanmayan Necip Fazıl, özellikle 70’li yıllardan itibaren ayrışmaya başlayan dini ve milli söylemler söz konusu olduğunda kendisinin bir “ana rahmi” işlevi gördüğünde şüphe yoktur. Radikal milliyetçi ya da İslamcı siyasi pozisyonlar kadar ılımlı ya da liberal çıkışlar da Necip Fazıl üzerinden meşrulaşmaya hatırı sayılır bir önem atfetmişlerdir. Onun Büyük Doğu’su başlı başına bu coğrafyaya serpilmiş itiraz, muhalefet, sitem ve dışlanmışlıkla bütünleşen yeni bir üst dil arayışı olarak bilinmektedir. Necip Fazıl’ın kimilerine göre üstat, kimilerine göre “Sultanü’ş-Şuara”, kimilerine göre Türk sağının mücessem figürü, kimilerine göre de müstakil bir “ideolocyaörgüsü”yle saygın bir mütefekkir olmayı hak eden hayat hikayesi bugün yandaşlık ve karşıtlık ikileminin ötesinde soğukkanlı bir değerlendirmeyi hak etmektedir.

Medya diline savrulan küpür ve anekdotlarıyla Necip Fazıl hakkında üretilen haberlerin, geçmişte benzer bir şekilde bitirilmeye çalışılan Namık Kemal’den farkı yok gibi. Onun da kendisine atfedilen belaltı fıkralarıyla ciddi bir damar olarak ortaya çıkan kişiliği bastırılmaya çalışılmıştı.
O halde şimdi sormanın vaktidir. ‘Üstadı yâd etmek, evet.’ Ama nasıl?

[email protected]