Batı'nın iç savaşı: Amerika'da Avrupa karşıtlığı, Avrupa'da Nazi sempatizanlığı

Elif Şahin/ Yazar
3.06.2025

Amerika kölelik, ırkçılık, yerli halkların soykırımı gibi günahlarıyla yüzleşmek adına liberalizmin köklerini sorgularken; Avrupa sömürgecilik, faşizm ve soykırımlarla dolu geçmişine rötuş atıp kültürel arınma arayışına yönelmeye başladı. Biri içindeki çeşitliliği idealize ederek kendi kimliğini bulanıklaştırdı; diğeri homojenliği idealize ederek kültürel çeşitliliği ortak kimlik potasında eritti. Şimdi ortada bir medeniyet çatısı değil, iki farklı travmanın yarattığı iki ayrı kimlik krizinden doğan yeni ve sessiz bir kavga var. Bu kez çatışma Doğu'ya karşı değil; Batı'nın aynasındaki kendi yansımasına karşı.


Batı'nın iç savaşı: Amerika'da Avrupa karşıtlığı, Avrupa'da Nazi sempatizanlığı

Elif Şahin/ Yazar

Batı devletleri, yüzyıllar boyunca "ortak değerler" şemsiyesi altında şekillenmiş bir kimlik anlatısıyla ayakta kaldı. "Demokrasi, özgürlük ve insan hakları" kolonlarının üstüne inşa edilen bu anlatı, hiçbir zaman Atlantik'in iki yakasında aynı anlama gelmedi, gelemedi.

Soğuk Savaş'ın "Batı'yı bir arada tutan yapıştırıcısı" olma özelliğini kaybetmesiyle ortak düşman kayboldu, ortak değerler çözülmeye başladı. Bu süreçte Amerika kölelik, ırkçılık, yerli halkların soykırımı gibi günahlarıyla yüzleşmek adına liberalizmin köklerini sorgularken; Avrupa ise sömürgecilik, faşizm ve soykırımlarla dolu geçmişine rötuş atıp kültürel arınma arayışına yönelmeye başladı. Biri içindeki çeşitliliği idealize ederek kendi kimliğini bulanıklaştırdı; diğeri homojenliği idealize ederek kültürel çeşitliliği ortak kimlik potasında eritti. Şimdi ortada bir medeniyet çatısı değil, iki farklı travmanın yarattığı iki ayrı kimlik krizinden doğan yeni ve sessiz bir kavga var. Bu kez çatışma Doğu'ya karşı değil; Batı'nın aynasındaki kendi yansımasına karşı.

2020'de İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılması batı bloğuna mensup birçok devlet ve yorumcu tarafından geçici bir hata olarak görülüyordu. Ancak bu durum, batı bloğundaki çatlamanın sadece başlangıcıydı.

Yarım kalan girişim: Avrupa ordusu

Trump'ın birinci başkanlık döneminde (2016–2021) başlattığı Amerikan dış politikasındaki dönüşüm, Avrupa'da yeni jeopolitik sorgulamalara yol açtı. Trump'ın NATO'ya dair yük paylaşımı talepleri, Avrupa'yı ABD'nin askeri garantörlükten çekilebilme ihtimaliyle karşı karşıya bıraktı. Brexit bu endişe ortamında gerçekleşti. İngiltere'nin birlikten ayrılması yalnızca siyasi bir kriz değil, aynı zamanda ABD-İngiltere ekseninin güçlenmesiyle Avrupa'nın birliğine yönelik dışsal bir tehdit olarak da algılandı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un "Avrupa ordusu" çağrısı ve Almanya Şansölyesi Angela Merkel'in buna destek vermesi, bu dönemde Avrupa'nın kendi güvenliğini sağlama arayışının açık örnekleriydi. Macron'un bu söylemleri, Fransa'nın tarihsel stratejik özerklik idealini yeniden canlandırdığı gibi, bazı uzmanlarca onun "Yeni Napolyon" fantezilerinin yansıması olarak da yorumlandı.

Ancak Biden'ın 2021'de iktidara gelmesiyle birlikte, ABD'nin geleneksel müttefiklerine dönük yaklaşımı değişti ve transatlantik ilişkilerde bir normalleşme süreci başladı. Avrupa, özellikle Ukrayna Savaşı sürecinde yeniden ABD'nin liderliğine yaslandı. Macron'un Avrupa ordusu vizyonu geri planda kaldı, Merkel de siyasetten çekildi. Derken Trump'ın yeniden iktidara gelmesi, Avrupa Birliği'ni yarım bıraktığı gündemine geri döndürdü.

Avrupa'da gezen Adolf Hitler hayaleti

Trump'ın 2025'te yeniden iktidara gelmesiyle birlikte Avrupa'da "ABD'ye güven" temelinde kurulan savunma sisteminin sürdürülebilirliğine dair endişeler tekrar yükselmeye başladı. Ancak bu kez önceki dönemin aksine, stratejik liderlik arayışının öncülüğünü Fransa değil Almanya üstlendi. Bu değişimde birkaç dinamik etkili oldu. Birincisi, Almanya'nın tarihsel olarak askeri liderlikten uzak durma politikası, artık yerini daha aktif ve sorumluluk alan bir pozisyona bıraktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kurgulanan "savaş sonrası kimliği", Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle birlikte zaten ciddi bir erezyona uğramıştı. Trump'ın NATO'ya yönelik yeniden yükselen eleştirileri ise Berlin'i, güvenliğini ABD'den bağımsız olarak sağlamak zorundalığına daha fazla yaklaştırdı. Böylece Fransa'nın 2018'de başlattığı ama Biden döneminde gündemden düşen "Avrupa ordusu" fikri, bu kez Almanya'nın liderliğinde yeniden canlandı.

Bu dönüşümün arka planında Almanya'da hızla yükselen sağ görüşlerin, özellikle gençler arasında artan Hitler sempatisiyle birleşen yeni bir kimlik arayışı da etkili oldu. AfD gibi aşırı sağ partilerin oylarını artırması ve özellikle 20'li yaşlardaki Z kuşağı seçmen kitlesinin Hitler dönemine ilgi duyulması, Almanya'da ulusal güç ve bağımsızlığa yönelik bir duygusal zemini kuvvetlendirdi. Bu, sadece iç siyaseti değil, dış politika yönelimlerini de etkiledi; daha güçlü, kendi ayakları üzerinde duran bir Almanya arzusu, artık savunma stratejisi ve askeri alanlarda da kendini göstermeye başladı. Almanya'nın bu yeni yönelimi, Avrupa'nın geleceğinde kimin liderlik edeceği sorusunu da yeniden gündeme getirdi. Bu çerçevede Trump'ın yeniden başkan olması, sadece bir dış tehdit algısı yaratmakla kalmadı, aynı zamanda Avrupa'nın içinde yükselen kimlik krizlerini ve liderlik boşluğunu da tetikledi. Bu kimlik krizi, Batı'nın uzun süredir görmezden geldiği ve bastırdığı tarihsel reflekslerin yeniden sahneye çıkmasına neden oldu. Avrupa'nın yaldızlı makyajı akıyordu.

Batı modernliği, kimliğini evrensel değerler ve bireysel haklarla tanımlasa da, sosyolojik temeli "öteki"nin dışlanması üzerine kurulmuştu. Avrupa'nın içe kapalı ulusal kimlikleri, önce sömürgecilik, sonra küreselleşme ile gevşedi; göçmen sorunu ve çokkültürlülük ise bu çözülmeyi hızlandırdı. Ancak entegrasyon politikalarının başarısızlığı ve sosyal uyumdaki krizler, liberal evrenselliğin maskesini düşürdü. Ortaya çıkan boşluk, milliyetçilik ve kültürel üstünlük fikriyle doldurulmaya başlandı. Irkçılık, faşizm, hatta Nazi sempatisi gibi bastırılan, utanılan ideolojik artıklar özellikle genç kuşaklar arasında bir tür psikanalitik geri dönüşle yeniden ilgi çekici hale geldi.

Avrupa'da aşırı sağın yükselişi bu bağlamda salt siyasi değil, aynı zamanda kültürel ve psikolojik bir reaksiyon olarak da okunmalı. AfD'nin Almanya'da genç seçmenler arasında güç kazanması, Marine Le Pen'in Fransa'da merkez sağa yaklaşması ya da İsveç'te aşırı sağ partilerin koalisyon ortağı olması, Avrupa kimliğinin yeniden tanımlandığı bir kırılmanın işareti. Bu yeni sağ, bildiğimiz anlamda Nazi ideolojisini doğrudan dolaşıma sokmasa da "beyaz Avrupa" fikrini yeniden tetikledi.

Ukrayna'daki Azov Taburu örneği de, Batı'nın "özgürlük savaşçıları" ile "aşırı sağ militanlar" arasındaki çizgiyi nasıl keyfine göre çektiğini tüm dünyaya gösterdi. Neo-Nazi geçmişiyle bilinen bu yapı, Batı medyasının makyajıyla özgürlük savaşçılarına dönüştürüldü. Avrupa'nın kendi topraklarında suç saydığı semboller, cephe hattında meşrulaştırıldı. Bu da aşırı sağın yalnızca yükselmekle kalmadığının, aynı zamanda sistemin içine de nüfuz ettiğinin bir göstergesi oldu.

Bu toplumsal kırılmanın İsrail politikalarıyla olan çelişkisi ise Batı'nın pragmatik ikiyüzlülüğünü yeniden ortaya koydu. Kamuoyunda antisemitizm ve İsrail karşıtlığı artarken, devletler düzeyinde İsrail'e verilen destek daha da sistemleşti. Çünkü bu destek, yalnızca Holokost'un utancıyla yüzleşmenin değil; aynı zamanda jeopolitik çıkarların ve NATO'nun dış çeperini sağlam tutmanın da bir aparatı haline gelmişti. İsrail'i eleştirmekle Yahudi karşıtı olmak arasındaki sınır kasıtlı olarak bulanıklaştırıldı, devletler bu ikiyüzlü oyunla meşruiyetlerini sürdürmeye çalıştı. Tüm bu çelişkiler, Avrupa halkları nezdinde devletin değerler sistemine olan güvenini sarsarken, radikal sağın "gerçek Avrupa kimliğini biz temsil ediyoruz" söylemini daha da inandırıcı hale getirdi. Böylece Trump'ın Amerika'da tetiklediği dalga, Avrupa'da yalnızca güvenlik endişesi değil, aynı zamanda derin bir kimlik bozulmasının da kıvılcımı haline geldi.

Transatlantik gerilim: Kim kimi sırtında taşıyor?

Soğuk Savaş sonrası kurulan Atlantik İttifakı, Batı'nın yeni dünya düzenindeki hegemonik gücünü temsil ediyordu. Bu yapı, ABD'nin askeri ve ekonomik gücü ile Avrupa'nın entelektüel ve diplomatik ağırlığı arasında bir denge üzerine kurulmuştu. Ancak son yıllarda bu denge bozuldu. Amerika, savunma yükünü tek başına taşıyan, Avrupa'nın ise kültürel miras ve etik değerler üzerinden kendini konumlandıran obez ve ilgi bağımlısı bir ortak olmaktan öteye geçmediğini düşünmeye başladı. Trump dönemi bu duygunun ilk kez açıkça dile getirildiği dönemdi. Marshall yardımlarıyla başlayıp NATO bütçesi üzerinden yürüyen tartışmalar, Almanya'ya ekonomik baskılar, Fransa'nın stratejik özerklik söylemlerine yönelik alaycı çıkışlar... Hepsi aynı sonuca çıkıyordu; Amerika, artık Avrupa'yı bir "eş" değil, geçmişin hatırına taşınan bir yük olarak görüyordu. Bu ilişki zamanla, fedakarlıklarının yeterince takdir edilmediğini düşünen bir ebeveyn ile sürekli beklenti içinde olan şımarık bir çocuk arasında geçen, "toksik bir aile dinamiğine" dönüştü.

Bu his yalnızca ideolojik değildi, somut başarısızlıklara da dayanıyordu. Ukrayna Savaşı'nda Almanya'nın Rusya'ya enerji bağımlılığını sürdürmesi, Fransa'nın diplomatik masada bile etkisiz kalması ve Suriye'de Avrupa'nın sahada olmaması, Amerika'nın sabrını taşıran örneklerden yalnızca birkaçıydı.

Avrupa, krizlere karşı etkisiz, kırılgan ve kararsız bir aktör olarak öne çıkarken; ABD bu yükü taşımanın artık anlamsız olduğunu yüksek sesle dile getirmeye başladı. Avrupa'nın entelektüel mirasına duyduğu saygı, yerini stratejik fayda hesabına bıraktı. Bu dönüşüm, Batı ittifakını tek vücut bir blok olmaktan çıkarıp, kimlik ve çıkar krizleriyle bölünmüş bir yapıya dönüştürdü.

Bu çözülmenin arka planında ise daha derin bir kültürel çatışma yatıyordu. Avrupa kendini hala Aydınlanma'nın taşıyıcısı, etik değerlerin ve evrensel hukukun savunucusu olarak tanımlarken; Amerika, gücünü küresel sermaye, teknoloji ve askeri üstünlükten alıyordu. Avrupa için Amerika, kültürel istilanın ve değer erozyonunun faili haline geldi. Öte yandan Amerika için Avrupa ise, romantik ama etkisiz bir figüre dönüştü.

İşin ilginç yanı, bu çatışma yalnızca iki tarafın birbirine bakışında değil, Batı'nın kendi içinde yaşadığı çözülmede de açıkça görünür hale geldi. Avrupa'da Nazi sempatisi ve kimlik bunalımı ile bir öze dönüş başlarken; Amerika, bu kimliğe karşı beslediği küçümsemeyle onu geride bırakmaya çalışıyor. Fakat her iki refleks de aynı zeminden besleniyor; Batı'nın kendine olan inancını kaybetmesinden. Ahlaki değerlerin piyasalaşması, kültürün algoritmalara teslim edilmesi ve evrensellik iddiasının içinin boşalması, hem Avrupa'da sağın yükselişine hem de Amerika'da içe kapanık dış politikanın meşruiyet kazanmasına zemin hazırlıyor.

Tarih tekerrür mü edecek?

Bugün yaşananlar, Atlantik İttifakı'nın bir çözülme sürecine değil, bir öze dönüş girdabına girdiğini gösteriyor. Ancak bu dönüşüm, ortak değerlerin yeniden tanımlanmasıyla değil; karşılıklı hayal kırıklıklarının birikmesiyle oluşan bir kimlik erezyonu süreci. Amerika için Avrupa artık omuz verilmesi gereken bir müttefik değil, verimsiz harcamaların ve geçmişin yükünün sembolü haline geliyor. Avrupa ise tarihsel misyonunu hatırlatıp duran bu partnerin küçümsemesi karşısında, giderek daha da içine kapanıyor. Bu tablo, ABD'nin yeniden kıta Avrupa'sını dışlayarak İngiltere merkezli "Anglosfer" bağlarını güçlendireceği bir eksene evrilebilir. Böyle bir gelişme, tarihsel olarak 20. yüzyıl başındaki denge politikalarının ve bloklaşmaların yeni bir versiyonunu gündeme getirebilir.

Dolayısıyla asıl soru, bu kırılmanın bir yeniden yapılanmaya mı yoksa bir ayrışmaya mı dönüşeceği konusu olacak. Bugün Amerika, Avrupa'yı yeniden bir dış tehdit gibi konumlandırmasa da, onun yükünü taşımaya gönülsüz olduğu her ihtimalde bu mesafe daha da görünür hale gelecek. Ve eğer Avrupa, stratejik bağımsızlığını kuramaz ve sadece etik söylemlere ya da tarihsel ayrıcalıklarına tutunmaya devam ederse, bu kopuş daha da hızlanacak gibi görünüyor.

Tarih tekerrür eder mi bilinmez, ancak Batı'nın kendi içinde yeniden bloklara ayrılması artık sadece magazinel bir beklenti değil; jeopolitik bir ihtimal olarak giderek belirginleşiyor.