Bugün sosyal demokraside yaşanan hesap verilebilirlik, demokrasi ve hümanizm alanlarındaki çöküş, sadece partiyi değil, toplumun adalet duygusunu da zedeliyor. Bu aşınmalar büyük bir çürümeye, bu çöküşler ise daha toplumsal yıkımlara dönüşebilir. Nazım Hikmet'in sözü burada neredeyse bir kehanet gibi duruyor: “En acı yenilgi, kendine yenilmektir.”
Dr. Savaş Yılmaz/ Yazar
İdeolojik iklimin kızıl tonları, bir zamanlar sokaklarda sosyal adaletin, eşitliğin ve dayanışma iddiasının hayali olarak yaşardı. Kitaplardaki Solculuk bir ideolojiden öte bir karşı duruş meselesiydi. Yoksulla aynı sofraya oturabilmek, gücün karşısında eğilmemek, kendi ideallerine ihanet etmemekle ilişkiliydi. Belediyelerde yaşanan yolsuzluk operasyonları sonrası, birçok konudaki elitist yaklaşımlarıyla zaten pamuk ipliğinde olan Türk Sosyal Demokrasisinin duruşu ve değerlere tutunuşu, son derece trajik bir noktaya gelerek tamamen solmuş durumda.
Albert Camus'nün dediği gibi: "Yanlış olan bir dünyada doğru kalabilmek, insanın omurgasıyla imtihanıdır." Bugün o omurga, Türkiye'deki sosyal demokrat siyasetin içinde sessizce eğilmeye devam etmektedir.
Bu eğilmenin önemli sebeplerinden biri de çağımızın kavramı olan post-truth atmosferidir. Gerçeklerin yerini duyguların aldığı, hakikatin ideolojik aidiyetle ölçüldüğü bu dönemde, kitleler gördüklerini değil, görmek istediklerini esas alıyor. Yolsuzluk, rüşvet irtikap, kayırmacılık, haksız zenginleşme ve usulsüzlük iddiaları ne kadar güçlü olursa olsun, duygusal bağlılıkları gerçeğin önüne geçiyor. Elbette masumiyet karinesi ve iddiaların hükümle sabit olması esastır ancak yargılamak değil 'yadırgamak' bile bu duygusal saplanışlarla imkan dahilinde görülmüyor. Eylemliliğin en basit hali sadece yadırgamak bile büyük bir lüks haline gelmiş.
Meclisteki en uçtaki sol partilerin temsilcileri bile bu post-truth atmosferinden bilincini kaybetmiş durumda. İktidara karşı duyulan kin ve muktedir olma hırsı fetiş bir hal almış, değerler, bilinç ve önceki öğreniler dahil tamamını kaybettirmiş durumda. Kaybın ne kadar derin ve büyük olduğunu anlamamız için olayları biraz sansasyonel gündemden, politik duruştan ve yargının teknik konularından uzaklaşarak, ahlak , etik ve miras bırakacağımız temel değerler bağlamında değerlendirmemiz gerekiyor.
Avrupa'nın mütevazı solu ile Türkiye'nin şatafatlı solu
Avrupa'da sol mütevazi bir yaşamı simgelemektedir. Hesap verilebilirlik en önemli konulardan biridir. Trajikomik olan, bu iki değere duyulan hayranlığın ülkemizde aynı kesimde çok yüksek olmasıdır. Bir Bakanın marketten aldığı çikolatanın parasını devletin kredi kartıyla ödemesi sonucu hesap vermesi ve istifaya giden bir süreç yaşaması sosyal medyada milyonlarca kez paylaşılan ve övgüler alan bir durumken aynı paylaşımları yapan kişiler, kendi ülkesinde milyarlarca lira kaynak için hesap verilmesini istememektedir.
Bir başbakanın bisikletle işe gidişine hayranlıkla bakan sosyal demokratlar, protesto refleksli gençler, kendi ülkelerinde lüks villalarda yaşayan, özel koleksiyon saatlerle görüntü veren, kamu kaynaklarıyla yurt dışlarında lüks tatiller yapan, belediye müteahhitleriyle çarpık ilişkilerin gölgesinde zenginleşme iddiaları bulunanların hesap vermesine gerek görmeyebiliyor hatta hesap vermemesi için sokaklara dökülebiliyor. Solun yıllara sari sürekli iddia ettiği ahlaki erozyon eleştirilerindeki psikolojik üstünlüğünün yerini pragmatik suskunluk almış görünüyor. Bu suskunluk, ideallerin değil, çıkarların konuştuğu bir dönemin sembolü olarak tarihe geçmiştir.
Demokrasi ve çok seslilik iddiasından faşist tek sesli sosyal demokrasiye
Türkiye'deki büyük çaplı yolsuzluk operasyonları henüz yargılama aşamasındayken bile sosyal demokrasi adına ağır bir etik çöküşün işareti değil midir. Zira bir sosyal demokrat için hele de liderlik iddiasında olan biri için böyle iddialarla anılmak bile utanç kaynağı değil midir? Çeşitliliğin sembolü olduğu iddia eden sosyal demokratlar bunu dile getiren eski yöneticilerini bile hainlikle suçlayabiliyorlar Antonio Gramsci'nin sözünü hatırlayalım: "Ahlaki üstünlüğünü kaybeden hareket, stratejik üstünlüğünü de kaybeder."
Türkiye'de süreç tamamen ters işliyor
Avrupa'da benzer bir iddiayla karşılaşan siyasetçi için süreç şöyledir; Partisi istifa veya en azından görevden çekilme çağrısı yapar. Etik kurullar bağımsız biçimde denetim yürütür. Kişi aklanana kadar kamu sorumluluğundan uzaklaştırılır. Şeffaflık ise esastır.
Türkiye'de ise süreç tamamen ters işlemektedir: İddialar güçlendikçe, lider adayı daha fazla korunmaktadır. Parti yönetimleri eleştiriye değil suçlamaya geçer. Soru soranlar hedef gösterilir. Böylece etik değerler, siyasi kazanç uğruna göz göre göre feda edilir. Jean Jaurès bu çelişkiyi yıllar önce özetlemişti: "Bir hareket, kendi içindeki kötülüğü gizlediği gün ölür."
Hümanizmi unutan bir sosyal demokrasi: Gazze ışığında CHP ve boykot
Türkiye'de sosyal demokrasinin çöküşünden bahsederken Gazze meselesindeki tutumdan bahsetmemek eksiklik olacaktır. Özellikle boykot meselesindeki inanılmaz yaklaşımlarını hatırlamak gerekmektedir.
Son yılların en acı tablosu Filistin konusunda ortaya çıktı. Batı'nın meydanlarında yüz binlerce insan katliama karşı yürürken bu yürüyüşlerin, boykot kampanyaların tamamı sol örgütler tarafından düzenlendi. Çünkü hümanizm ve insan hakları solun en köklü refleksidir.
Türkiye'de ise aynı duyarlılığın oluşmadığını hatta ırk ve dinsel kimliğin daha önemli olduğunu maalesef gördük. Filistin'deki insani trajediye Türk sosyal demokratların refleksi zayıftı. Bu mesele ideolojik pozisyonlarının, elitist kimlik saplantılarının ve kendi iç politik gündemlerin önüne geçemedi. Yıllar önce başörtüsü meselesinde kaybettikleri hümanizm ve insan hakları imtihanını yine kaybetmiş gözüküyorlar. Burada yine en büyük darbeyi solun ürettiği boykot kavramı aldı. Dünyada çocuklar ölmesin diye yürütülen boykottaki hedef markalara yine Türk sosyal demokrasisince hiçbir duyarlılık gösterilmedi. Daha vahimi ise bireysel ve sosyalist protestonun en önemli eylemlerinden kabul edilen 'boykot' dünyada ilk defa yerli, emperyalizm iddiası olmayan ürünlere karşı, bu çevre tarafından gerçekleştirildi. Edward Said'in sözünü hatırlayalım: "İnsan hakları sizin kim olduğunuzla değil, insan olduğunuzla ilgilidir."
Türk sosyal demokrasisinin Makyevelist dönüşümü
Türk Sosyal Demokrasisinde yaşanan çelişkilerin merkezinde giderek güçlenen bir Makyevelist siyaset anlayışı var: "Başarıya giden her yol mubahtır". Başarıya götürecek aktör ise ne olursa veya ne değilse kabul düşüncesi, sol siyasetin kılcal damarlarına sızmış durumda bugün. Kazanılması muhtemel bir seçim uğruna değerlerin, ilkelerin, etik duruşun bir kenara itilmesi, Machiavelli'nin tarif ettiği pragmatizmin tam karşılığı.
Behice Boran, bu erozyonu yıllar önce öngörmüştü: "Bir sosyalistin en büyük sınavı, çıkarlar karşısında ilkelerini koruyabilmektir." Karşısındakine karşı daha önce iddia ettiği her şeyle imtihan olan bir pozisyona gelmek herhâlde en ağır durumdur.
Değersiz başarıların sürdürülemezliği
Değerlere dayanmayan hiçbir siyasi başarı sürdürülebilir değildir. Tarih, değerlerden kopmuş hareketlerin kısa süreli parıltılarının uzun vadede derin krizlere ve daha büyük yıkımlara yol açtığını defalarca göstermiştir. Değerler bir kıyas unsuru değil bir varoluş unsurudur.
Hannah Arendt'in kamusal ahlak ve otoritenin yıkılışı üzerine yaklaşımı burada çok anlamlıdır: "Değerlerin çöküşü, sadece siyasi yapıları değil, toplumların geleceğe duyduğu güveni de yok eder."
Bugün sosyal demokraside yaşanan etik, hesap verilebilirlik, demokrasi ve hümanizm alanlarındaki çöküş, sadece partiyi değil, toplumun adalet duygusunu da zedeliyor. Bu aşınmalar büyük bir çürümeye, bu çöküşler ise daha toplumsal yıkımlara dönüşebilir.
Nazım Hikmet'in sözü burada neredeyse bir kehanet gibi duruyor: "En acı yenilgi, kendine yenilmektir."
Son söz...
Bu yazı, sosyal demokrasinin kaybolan belki de bu topraklarda yeterince yeşermeyen değerlerine bir ağıt, ama aynı zamanda gerçek bir doğuş ihtimaline bir çağrıdır. Sosyal demokrat dostlarımıza, en azından belediyelerde yaşadıkları durumu kendi değerleri bağlamında bir 'yadırgama' çağrısıdır. Çünkü değerlere tutunmayan hiçbir başarı kalıcı değildir. Umarım bir gün sosyal demokrasi Türkiye'de mütevaziliğe, adalete, şeffaflığa ve evrensel hümanizm değerlerine yönelir.