26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

ABD'de özgürlüğün kısa tarihi

ABD Yüksek Mahkemesi yargıcı ve insan hakları savunucusu Ruth Bader Ginsburg’ün eğitim ve çalışma hakkı için verdiği mücadeleyi konu alan Eşitlik Savaşçısı, görünürde kadın haklarına odaklanan bir film. ABD’de kadınların neredeyse siyahiler kadar ağır bir varolma mücadelesi verdiğini öğrenirken alt metinde bugüne dönük mesajlar da dikkat çekiyor. 

ZEYNEP TÜRKOĞLU5 Ocak 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
ABD'de özgürlüğün kısa tarihi

Bir notla başlayalım: “Ama filmi anlatmışsınız, tadı kaçar” demeyin, zaten sonunda Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin daimi 9 üyesinden biri olma başarısını göstermiş bir kadının sinematografik öyküsü bu. Yani mesele sonuç değil sadece, biraz da süreç. Hukuk diliyle konuşmak gerekirse, mevzuya hem esastan hem usulden yaklaşalım. 

ABD Yüksek Mahkemesi yargıcı ve insan hakları savunucusu Ruth Bader Ginsburg’ün eşit haklar ve yargıç olmak için verdiği mücadeleyi konu alan Eşitlik Savaşçısı (On the Basis of Sex) yine o bilindik ama eskimeyecek soruyu sorduruyor; sinema sadece sinema mıdır? Yoksa yakın gelecekte bu koltuğu boşaltması tahmin edilen Gisburg’un yerine gelecek isim için yönlendirme yapabilmenin bir aracı da olabilir mi? 

Önce filmin hikâyesinin detayına, 1950’lere, Amerika’ya doğru bir bakalım. Orada insan olduğunu kanıtlamaya çalışan kadınları, farklı din ve renk mensuplarını göreceğiz. (Tabii günümüzde de süregelen sorunlar olduğunu, ırkçılık ve İslamofobinin hayli köpürdüğünü not düşerek…) 

Ruth Bader Ginsburg, yüksek öğrenimine izin verilen ama mesleğini yapmasının önüne türlü setler çekilen genç bir kadındır. (Filmde, hem öğrencilik hem de çalışma hayatı dönemlerinde kadın ve Yahudi olduğundan ötürü zaten arzu ettiği yerlere erişemeyeceği yan karakterlerin ağzından birkaç kez dillendiriliyor.) Harvard Hukuk 1950’den itibaren kız öğrencilere kapılarını açmıştır. 1956’da okula kabul edilen idealist genç Ginsburg ilk duvara hukuk fakültesi dekanının yeni öğrenciler şerefine verdiği akşam yemeğinde çarpar. Dekan, masadaki kadın öğrencilere neden kendileri yerinde erkek öğrenciler bulunabilecekken, yapamayacakları bir meslek için yer işgal ettiklerini sorar. Bu tavır, Ruth’a geleceğin kendisini kırmızı halılar ve çiçek buketleri ile gelmeyeceğinin haberini vermektedir. Harvard Hukuk lûtfedilmiştir, ama toplum gelenekleri ve hukuk içtihatları mesleğini mahkeme salonunda yapmasının önüne set çekeceğinin işaretini vermiştir. Üstelik sınıfta da durum pek parlak değildir. Hocalar bu iddialı genç kadını görmezden gelmeye çalışmakta, tercihlerini daima erkek öğrencilerden yana kullanmaktadırlar. Ayrımcılık hukuki değil, örfidir. Dolayısıyla ispat ve mücadele de zordur. 

Bu arada genç Ruth kendinden bir üst sınıfta olan Martin’le evlidir ve iki yaşında bir de kızı vardır. Okulda kendini kabul ettirmeye çalışırken evde de işler yolunda değildir. Kocası Martin kanser olunca, tedavi süresince derslerini Ruth takip eder, tuttuğu notları düzenli olarak kocasına getirir ve okulu başarıyla bitirmesini sağlar. Yani aslında birinde kendi diğerinde kocasının adı olan iki diploması olacaktır. 

Sonuçta Martin mezuniyetin ardından deyim yerindeyse havada kapılır. Ancak Ruth okulunu birincilikle bitirmesine rağmen sadece kadın olduğu için hiçbir şirkette avukat olarak iş bulamaz. Kısaca “ciddiye alınmaz”. Payına, daha az tehlikeli bulunan kolej öğretmenliği düşer. 

Fakat zaman ve toplum hızla değişmektedir. 1970’lere gelindiğinde artık bu dönüşüm yasalar ve yasaklarla engellenebilir olmaktan çıkar. Ruth, yıllardır ispatlamaya çalıştığı ama bir türlü kabul ettiremediği cinsel ayrımcılığı bir erkek mağduriyeti üzerinden kayda geçirmek için mahkemeye başvurur. Bu sınav, ehliyeti olduğu halde mahkeme salonunda temsil hakkı engellenen bir avukatın yüksek yargının en tepesine çıkma serüveninin ilk basamağı olur. 

Film, hukuk ve ayrımcılık  konusunda destan gibi bir hikâyeye sahipken, evrensel ve derin bir söz söyleme iddiasına çok da yakın durmuyor.

MESELE KADIN HAKLARI DEĞİL ANLAMADIN MI? 

Amerikan anayasal sisteminin temel yönlendiricisi konumundaki dokuz kişiden oluşuyor. Oy çokluğuyla oluşan içtihatları, herkesi bağlıyor. Eğer, kendileri emekli olmaya karar vermezlerse ölünceye kadar kimse onları görevden alamıyor. Bir Amerikan başkanının, savaş dışında görev süresince verdiği en önemli karar, bu 9 kişiden birinin yerinin boşalması halinde kimin atanacağı. Amerikan Yüksek Mahkemesi heyeti böyle belirleniyor. 

Bu dokuz kişiden biri olan Ruth Bader Ginsburg ilerleyen yaşına ve sağlık sorunlarına rağmen koltuğunda. Yine de bu durum fazla uzun sürecek gibi değil. Trump’ın başkan olarak vereceği en kritik kararlardan biri de Ginsburg’dan boşalan yere yapacağı atama olacak. İşte böyle bir düzlemde ortaya çıkan film, tarihe tanıklık ve sanata katkının dışında, özellikle Amerikan seyircisine “rüya”sına hangi yoldan devam edeceğinin hatırlatılması amacına uygun görünüyor. Zira aslında hukuk ve ayrımcılık konusunda destan gibi bir hikâyeye sahipken, film evrensel ve derin bir söz söyleme iddiasına çok da yakın durmuyor. Onun yerine yasal bir süreci, gerçek bir karakter üzerinden anlatırken, Amerikan siyasetinin iki ana akımının “ayrımcılık ve özgürlükler” karşısındaki tutum farklılığının altını çiziyor. Aralarında nesil farkı olsa da bir önceki seçimin Demokrat Parti adayı Hillary Clinton ile mavi takımlar üzerinden kurulan görsel bağlantı da göze takılan bir başka detay.