26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

O yıllarda ‘hasret’le tanışmayan hane yoktu

1961 yılında Almanya’ya işçi olarak gitmek isteyen 2 milyon 600 bin kişi Alman İrtibat Bürosu’na başvurdu. Bir o kadarı da Hollanda, Belçika, Avusturya, Fransa, İsveç’e gitti. O dönem 30 milyon nüfusu olan Türkiye’de ‘hasret’ ve ‘gurbet’ ile tanışmayan hane yoktu… Bugün masal gibi dinlediğimiz göç hikayelerini hatırlatalım istedik.

BÜŞRA UĞRAŞ10 Mart 2018 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
O yıllarda ‘hasret’le tanışmayan hane yoktu

Göç, göçmenlik ve diaspora üzerine yurt içi ve yurt dışında çalışmalar yürüten, gurbetçi hikayeleri anlatan Göçüp Kalanlar kitabının editörü Gökhan Duman ile yönettiği sosyal medya hesabı DiasporaTürk’ten hareketle emek göçünü, gurbeti, öteki olma halini konuştuk. 

- DiasporaTürk Twitter ve Instagram hesaplarının hikayesi nedir?

DiasporaTürk gönüllük üzerine çalışan bir sosyal medya ailesi. ‘Aile’ diyorum çünkü yurtiçi ve yurtdışından gönüllü olarak katkı sağlayan, anne babalarının, dedelerinin, ninelerinin anılarını, hikayelerini, fotoğraflarını paylaşan birçok insan var. Yurt dışında altı milyondan fazla vatandaşı olan bir ülke için göçün toplumsal hafızası ve görsel tarih adına yeteri kadar çalışma yapılmadığını düşündük. DiasporaTürk’ün çıkış noktası bu. Böyle bir sayfa açarsak hem göç tarihini canlı tutmuş hem de buraya gelecek yeni bilgilerle bir arşiv çalışması yapmış oluruz dedik. Anlatılan şey insan hikayeleri olunca, karşılığını daha çabuk buluyor. 1961 yılında İstanbul’un Tophane semtinde kurulan Alman İrtibat Bürosu, Almanya’ya işçi olarak gitmek isteyen Türklerin başvurularını alıyordu. 12 yıl boyunca bu büroya 2 milyon 600 bin kişi başvurdu. Bir o kadarı da Hollanda, Belçika, Avusturya, Fransa, İsveç gibi ülkeler için yollara düştü. Türkiye’nin nüfusu o dönem 30 milyon civarındaydı. Dolayısıyla göç, Türkiye’nin her şehrinde, hemen her hanesinde derin izler bırakan bir olgu.  

- O yıllarda Avrupa’ya gidiş süreci nasıl gerçekleşti? 

Türkler bir anlaşma çerçevesinde, Almanya’ya davetle gittiler. Bu bir emek göçüdür. Bizim dışımızda aynı dönemlerde bu göçün parçası olan başka ülkeler de var. Türk işçiler, İtalya, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve Yugoslavya’dan gelen işçilerle aynı fabrikalarda çalışıp, aynı işçi yurtlarında kaldılar. Hepsine verilen ortak isim “gastarbeiter” yani “misafir işçi” idi. Belli bir süre çalışıp ülkesine dönmesi beklenen kişiler oldukları için onlara misafir demeyi uygun buluyorlardı. Ancak bu sözcüğü en az sahiplenenler Türk işçiler. Belki ‘misafir’ ve ‘işçi’ kavramlarının yan yana getirmek bize pek uymamış. Misafirin bizim kültürümüzdeki yeri başkadır. O nedenle biz uzun yıllar“gurbetçi” dedik. Gurbet ve gurbetçi kavramı yurtdışına giden insanlarımızla özdeşleşti. Yarım asırlık sürece baktığımızda popüler kültürde de fazlaca örnek çıkıyor karşımıza. Şarkılar yazılıyor, filmler çekiliyor, gazetelerde göç hikayeleri yayınlanıyor. 

- O dönemin ‘misafir işçi’lerine şimdi ne diyorlar?

Artık kimliklerinde doğum yeri olarak Berlin, Köln, Paris, Brüksel yazan yeni nesillere “gurbetçi” demek anlamlı değil. Yurtdışındaki Türkler için kullanılan “diaspora” kavramı bu nedenle son dönemlerde sıklıkla duyduğumuz, kullanılmasında ve tartışılmasında yarar olan bir kavram.

 Almanya’nın bulduğu misafir işçi kavramını yine Almanya kullanımdan kaldırdı. 1970’lerin başında Alman WDR kanalı bir anket başlatıyor. Gastarbeiter yani misafir işçi yerine hangi kavramı kullanabiliriz diye. Kanala kısa zamanda 30 binden fazla yanıt geliyor; muazzam bir rakam. Önerilerin bir kaçı şöyle: Doğulular, Paryalar, İkinci sınıflar, Yumruk işçileri, Avroköleler, Proleterler. Bir jüri eşliğinde elemeler yapılıyor ve sonunda “yabancı işçi” kavramı ön plana çıkıyor. Misafir olarak gidenlerin yeni adı 1970’lerin hemen başında ilan ediliyor. Onlar artık yabancı. Malumun ilanı aslında.

Yurt dışındaki Türkler için artık ‘gurbetçi’ değil ‘diaspora’ kavramını kullanıyoruz. 

 

BAYRAM İLE GÜLİZAR’IN AŞKI

“Köln’de bir pansiyonda kalıyorduk. Muharrem ağabeyin okuma yazması yoktu. Bir gün bir mektupla geldi, ‘Yengen yollamıştır belki. Bana okur musun?’ dedi. Mektubunu okudum. Yenge yollamıştı. Birkaç gün sonra ‘Bir cevap yazalım’ dedi. Yazdık. Zamanla bu iş üstüme kaldı. Son mektupta Muharrem ağabeyin hanımı ‘Sağ olsun komşunun kızı Gülizar ne zaman istesem sana mektup yazıyor’ diye not düşmüş. Meğer yenge de okuma bilmezmiş. Muharrem ağabey cevabi mektubunda ‘Bayram da beni kırmıyor, hem okuyor, hem yazıyor’ diye yazdırdı. Ben Muharrem ağabeyden habersiz mektubun sonuna ‘Gülizar Hanım yazınız pek güzelmiş’ diye bir not yazınca o da bana bir şeyler yazdı. O notlar zamanla arttı. Tabii ne Muharrem ağabey ne de yenge bu durumdan haberdar. Gülizar ailesinden çekindiği için Muharrem ağabeyin mektubunun bir kısmını kendime ayırıp öyle haberleşebiliyordum. O da aynısını bana yapıyordu. Yani onların gurbet mektupları bizim de aşk mektuplarımız olmuştu aynı zamanda. Çok vakit geçmeden konuyu Muharrem ağabeye açtım. ‘Ulan Bayram ben bir söylüyorum sen üç yazıyordun meğer ondanmış’ dedi gülüştük. Gülizar’ı istemeye gittik, dört ay içinde evlendik çok şükür.  Ama o mektupları bize vermediler. Aşk mektuplarımız onlarda kaldı.”

TÜRKİYE’NİN SESİ RADYOSU EN BÜYÜK TESELLİMİZDİ

- Paylaştıklarınız arasında sizi en çok etkileyen hikayeler hangileri oldu?

Çok var. Özellikle birbirinden ayrı kalıp, birbirine özlem duyan insanların hikayeleri sayfada daha çok ilgi görüyor. Radyo, bant ve mektup hikayeleri başı çekiyor. Düşünün ki, telefon yok, mektup yazıyorsunuz 2-3 haftada zar zor geliyor, aklınız hep evinizde. Çalıştıkları fabrikadan yorgun argın gelmiş bir grup işçi yurt odasında dinleniyor. O sırada ellerinin altında olan ve o zamana kadar Almanca, İtalyanca ya da başka dillerde şarkılar çalan radyodan bir anda Türkçe bir ses duyuyorlar. Hiç beklemedikleri bir anda “Burası Türkiye’nin Sesi Radyosu” diye sesleniyor radyo. Arkasından da bir Anadolu türküsü çalıyor. Belki Nida Tüfekçi’den ya da Yücel Paşmakçı’dan kim bilir. Olur da frekansı kaybederiz diye radyonun düğmelerini tutkalla yapıştırıyorlar. Radyoyu duvara sabitliyorlar ki kimse oynayıp da Türkiye frekansını bozmasın. O an yaşadıkları duyguyu bugün biz ne kadar anlayabiliriz? Yine bir diğeri bant hikayeleri. Biliyorsunuz bir ara mektup yerine bant doldurup göndermek moda olmuştu. Seslerini kaydedip ailelerine gönderiyorlardı. “Sesini banta çekip teyple yollamış. Aynı banta konuş, sen de gönder demiş. Kıyıp da sesinin üstüne konuşamadım. Eskisi gibi mektup yazdım”  cümleleri anlamanıza belki yardımcı olur ya da “Almanya’dan bant gelmiş, bütün ev teybin başındayız. Eşim bantta iyisiniz inşallah diyor bütün ev ‘iyiyiz iyiyiz’ diyor, köye kar inmiştir diyor, herkes ‘indi indi’ diyor. En son anasını, babasını herkesi andı, kalanlara da hasretle selam ederim dedi. İşte o kalan bendim” sözleri…

GURBET KİTAP SAYFALARINDA

- Sizden gurbetçiler ile ilgili enformasyon talep eden yazar ya da sinemacılar oldu mu? 

Özellikle yüksek lisans ve doktorada göç konusunu çalışanlar bizimle iletişime geçiyor. Onlara bu konuda kaynak önerisi, fotoğraf temini gibi destek vermeye çalışıyoruz. Üniversitelerde ve vakıflarda söyleşilere katılıyoruz. Radyo, fotoğraf makinesi, saat, fotoğraf, tren bileti, pasaport gibi göç objelerini sergiliyoruz, hikaye ve fotoğraflardan oluşan görsel bir sunum gerçekleştiriyoruz. Bazen gülüyoruz bazen birlikte ağlıyoruz. Belgesel, sergi, senaryo konusunda da son bir yıldır bir hareketlilik var. Göç ve gurbet konusu yeniden insanların dikkatini çekmeye başladı. Potsdam Üniversitesi’nden bir davet aldık, orada bir sergi yapacağız. 

- Göçüp Kalanlar’dan başka kitap çalışmanız var mı?

Göçüp Kalanlar ahde vefa projesiydi ve satışa sunmadık. İçinde uluslararası fotoğrafçıların çektiği Türklere ait 61 göç fotoğrafı ve yazı yer alıyor. Kendi imkanlarımızla sınırlı sayıda bastırdık ve ilk nesilden büyüklerimize armağan ettik. Yeni kitap 11. Peron: Bir Yanı Memleket, Bir Yanı Gurbet için de heyecanlıyız. Bu ay yayınlanacak. İnsanlarımızın göç ve gurbet hikayelerine, göçün dönüm noktalarına, hiç bilinmeyen ya da çok az bilinen yönlerine yer vermeye çalıştık. Fotoğraflarla birlikte lezzetli bir kitap oldu diyebilirim.