19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Şimdi okullu oldular: Peki ya bundan sonrası?

Mini mini birler, çalışkan ikiler olacak mı? Şimdi okullu oldular ama en zor kısım da bundan sonra başlıyor. Kaygılar, akran zorbalığı, okula gitmek istememe bahaneleri velileri bekliyor. Peki, bütün bunlara nasıl direnç göstermeli, ne yapmalı? Eğitim bilimci ve yazar Özgür Bolat’a sorduk.

ALİ DEMİRTAŞ31 Ağustos 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Şimdi okullu oldular: Peki ya bundan sonrası?

2019 - 2020 eğitim - öğretim döneminin ilk zili 9 Eylül Pazartesi sabahı çalacak. Anaokulu, ilkokul, ortaokul, ortaöğretimde okuyan yaklaşık 25 milyon öğrenci okul sıralarındaki yerlerini alarak ders başı yapacak. Peki, özellikle birinci sınıfa başlayacak olan öğrencileri aileleri okul fikrine nasıl alıştırmalı? Bu süreçte öğretmenlere ve velilere nasıl bir iş düşüyor? Okulu sevmeyen, bir türlü alışamayan ve gitmek istemeyen öğrencilere nasıl yaklaşılmalı? Tüm bunları eğitim bilimci ve yazar Özgür Bolat ile konuştuk. Bolat’a göre ideal olan çocukların ilk önce tek tek randevulu okula gelip, öğretmenin her çocukla bir saat özel vakit geçirmesi ve bağ kurması. Çocuk küçükse onunla oyun oynaması gerekir. Bir saat bile bağ kurmak için önemlidir. Daha sonra çocuklar toplanmalı ve üç gün bağ kurma etkinlikleri yapılmalıdır. Böylelikle çocuklar kendilerini güvende hisseder ve kaygıları azalır. 

Veliler 1. sınıfa bu yıl başlayacak olan öğrencileri okul fikrine nasıl alıştırmalılar?

Bazı çocuklar okula başlamak için heyecanlıdır, bazıları ise kaygılı. Peki, okul neden bazı çocuklar için kaygı kaynağıdır? Bunun temelde iki nedeni var. İlk sebep, ayrılma kaygısı. Bunun okulla değil, çocukla ilgisi var. Ayrılma kaygısı yaşayan çocuklar okula değil, başka yere gitse de bu kaygıyı yaşar. Çocuk, ailesinden ayrılacağı için endişelenir. Kaygılı anne babaların çocukları genelde bu duyguyu yaşar. İkinci sebep de okulun kendisi olabilir. Okulun farklı boyutu çocuklar için korkular yaratabilir. Bu korku, bazılar için bilinmezlik korkusu, bazılar için sosyalleşme, bazıları için performans korkusu olabilir. Peki, bu durumda ne yapmak gerekir? Temel amaç, çocuğun okulda güvende hissetmesini sağlamak. Çocuğa ‘Okulda güvende olacaksın.’ mesajı verilmelidir. Burada yapılması gereken çocukla konuşmadan önce, çocuğun bakış açısını anlamak olmalıdır. Çocukta endişe yoksa bile aile konuşarak kaygı yaratabilir. Önce çocuk okuldan korkuyor mu heyecanlı mı onu anlayın. Korkuyorsa, bunun nedenini öğrenmeye çalışın. Korkunun nedenini anladıktan sonra, bunu çözmenin yolunu aramalısınız. Öncesinde okulu ziyaret edin, öğretmeniyle tanışıp öğretmenine bağlanmasını sağlayın. Çocuk öğretmenin yanında güvende hissederse, korkusu azalacaktır.  

Okul, çocuklara nasıl tanımlanmalıdır? 

‘Okul’ denilince velinin aklına gelen ile öğrencinin aklına gelen şey aynı değildir. Biz genelde zannediyoruz ki okul çocuğun yaşamının dışında bir yer, çocuğun orada bir hayatı yok ve okulun tek görevi çocuğu dışardaki veya gelecekteki ‘gerçek hayata’ hazırlamak. Aslında çocuğun hayatı okul. Çocuk orada ilişki kuruyor, sosyal hayatı var ve çocuk o an orada mutlu olmak istiyor. Henüz altı veya yedi yaşındaki bir çocuğa, eğer okula gitmezse mezun olamayacağı, iş bulamayacağı ve zor bir hayatı olacağı anlatılırsa, çocuk kaygı yaşar. Okul ortamı, hayata hazırlayan yer değil, öğrenme yuvası olarak tanımlanmalıdır. Çocukların bu şekilde okulu kodlaması gerekir. Orada merakını giderecek, soru soracak ve öğrenecek. Tabii bu sadece velinin bakış açısıyla olmaz. Öğretmenler de bu şekilde öğrenmeli ki çocuk sağlıklı bir bakış açısı kazansın. 

Öğrencinin okul hayatında ebeveyn işbirliği nasıl olmalıdır? 

Anne ve baba arasında fikir ayrılıkları olabilir; ancak söz konusu çocuk ve çocuk hakkında verilecek kararlar olduğunda, anne-babalar bu fikir ayrılıklarını açıkça tartışmalıdır ve hemfikir olmaya çalışmalıdır. Bu tutarlılık açısından önemlidir. Bu tartışmada amaç haklı olmak değil, çocuğun yararını gözetmektir. Ama anne ve baba hem fikir olamıyorsa da asla çocuğun yanında hemfikirmiş gibi yapay davranmalıdır. Çocuğa her iki bakış açısı da söylenmelidir ve çocuğun fikri alınmalıdır. Önemli olan şudur: Bizim fikir ayrılıklarımız olabilir, bu da doğaldır ama bu birbirimize saygısız davranacağımız ve çatışacağımız anlamına gelmez. Okul konusundaki en değerli bakış açısı okulun bir öğrenme ortamı olduğudur. İnsanlar burada öğrenir ve hayallerini gerçekleştirir. Ödevler, kontrol mekanizmaları değil, öğrenme fırsatlarıdır. Bu bakış açısına hem anne hem de baba sahip olmalıdır. 

VELİ İLE ÖĞRETMEN ARASINDA GÜVEN SORUNU VAR 

Veli-öğretmen iletişimi nasıl ve ne seviyede olmalıdır? 

Maalesef veli ile öğretmen arasındaki güven ilişkisi azalmakta. Çoğu öğretmen, veliler tarafından yeteri kadar desteklenmediklerini düşündükleri için onlardan şikâyetçi... Aynı şekilde veliler de eskisi kadar öğretmenlere güvenmiyor. Bu durumda da çocuk zarar görüyor. Hem öğretmen hem de veli aynı tarafta olmalıdır. Ailenin evde çocuğa kazandırmak istediği birçok davranış ve bakış açısı sınıfta desteklenmeyince aile çok yol alamıyor. Aile ile öğretmen arasında işbirliği olmalı. Bunun yanı sıra birçok öğretmen için aile denetleyici rolü üstlenmiş durumda. Öğretmen, kendisinin veli tarafından denetlendiğini hissediyor ve aile denetleyici rolünden sıyrılıp, paydaş rolüne geçmedikçe zararı yine çocuk görüyor. Paydaşlık ise sadece öğretmen ile aile arasında bir güven ilişkisi olduğu zaman mümkün. Bu da düzenli diyalog ile sağlanabilir. Sadece sorun temelli değil, gelişim temelli diyalog olmalı. Öğretmen çocukla duygu gelişimi çalışıyorsa, aile de buna ortak olmalı. Aileler çocukları ile ilgili bilgileri düzenli olarak öğretmen ile paylaşmadıkça, öğretmen çocuğa yeteri kadar yardımcı olamıyor. Aileden düzenli bilgi gelmedikçe, öğretmenler çocukların gelişimini de takip edemiyor. Okullar bu bağlamda düzenli bilgi akışını sağlayacak kanallar kurmalı. 

“Ne olmak istiyorsun?” sorusu doğru mudur?  

Bu yanlış bir soru. Doğrusu “Ne yapmak istiyorsun?” sorusudur. Çünkü ‘ne olmak istiyorsun’ sorusu bir mesleğe götürür. Yapılan meslekte bir etki, fayda veya yarar düşünülmezse, o kişi en iyi meslekte bile mutlu olamaz. Çocukları toplumsal faydaya odaklamak gerekir. Örneğin, çocuk avukat olabilir ama adalet dağıtmayabilir. Çocuk doktor olabilir ama sağlık bilinci oluşturmayabilir.

‘BEN YARIN OKULA GİTMEK İSTEMİYORUM’

Okulu bir türlü sevemeyen, gitmek istemeyen öğrenciler için veliler ne yapmalıdır? 

“Ben yarın okula gitmek istemiyorum,” cümlesinin ardında da yüzlerce sebep olabilir: 

- Çocuğun uyku düzeni oturmadığı için sabahları erken kalkmakta zorlanıyordur, 

- Sınıftaki öğretmen-öğrenci ilişkisi çok zayıftır, 

- Önceki gün okulda utanç verici bir olay yaşamıştır, 

- Ailesiyle yeterince vakit geçiremediğini hissediyordur, 

- Yaşıtlarına göre üst bir seviyededir ve çok kolay geldiği için okuldan sıkılıyordur, 

- Yaşıtlarının gerisinde kalmıştır ve çok zor geldiği için okuldan sıkılıyordur, 

- Yapmadığı bir ödevin kontrolünden kaçmak istiyordur, 

- Akran zorbalığına maruz kalıyordur... 

Sebepler sınırsızca çoğaltılabilir. Bu yüzlerce sebebin tek ortak yanı da, “Ama gitmen lazım” veya “Okula gitmek senin görevin,” gibi cümlelerin bu sebeplere asla çözüm olamaması. Aileler, çocuğun isteksizliğinin sebebini araştırarak, bu isteksizliğin altında yatan gerçek soruna bir çözüm bulmadıkları sürece öğrenci okuluna istekle gitmeyecektir. 

İDEAL ÖĞRETMEN REHBER OLANDIR 

Öğretmen-öğrenci iletişiminde en önemli noktalar nelerdir? 

Bir sınıf ortamı düşünün; öğretmen sorular soruyor. Çocuklar parmak kaldırıyor. Öğretmen bazen hiç bağırmayanı, bazen en çok bağıranı, bazen de hiç parmak kaldırmayanı kaldırıyor ve ona soru soruyor. Tabii çocuk düşünürken, diğer çocuklar yanıtı fısıldıyor. Öğretmen onlara bağırıyor: “Sessiz olun! Size sormadım.” Çocuk bilirse, öğretmen “Aferin!”, bilemezse “Otur!” diyor ve başka bir öğrenciye söz hakkı veriyor. Bu sınıftaki öğrenme ortamı tamamen hiyerarşik, yani otoriter bir öğretmen söz konusu. İhtiyacımız olan öğrenme ortamı ise bu değil. Çünkü otoriter öğretmen, gücünü mevkiinden alıyor. Sınıftaki tek otorite olarak kendisini gördüğü için; kendisini “bilen”, çocukları “bilmeyen” ve eksik olarak görüyor. Amacı ise çocukları kontrol altında tutmak. Demokratik öğretmen, çocukları bir birey olarak kabul ediyor. Öğrencilerinin fikirlerine saygı duyuyor ve onları kontrol etmeye çalışmıyor. Gücünü mevkiinden değil, değerlerinden, donanımından ve öğrenme aşkından alan öğretmen; kendisini “bilen” değil, “öğrenen” olarak görüyor. Bilgiyi mutlak gören otoriter öğretmen “anlatıcı” öğretmen rolünü benimsiyor. Kafasında tek doğru var. Müfredatı bilgiler topluluğu ve dolayısıyla görevini de bilgileri aktarmak olarak görüyor. Bilgelik değil, bilgi peşinde koşuyor. Bilgi aktarımı tek taraflı ve toplu. Bir kişi konuşurken diğerleri susmak ve dinlemek zorunda. Dolayısıyla çocuklar aynı anda öğrenme sürecine giremeyerek sıkılıyorlar. Bu öğretmenler, veliye de çok saygı göstermezler. Çünkü amaçları bilgi aktarımı olduğu için veliyi otorite sahibi görmüyorlar. 

Bilgiyi öznel gören demokratik öğretmen ise “rehber” öğretmen rolünü benimsiyor. Rehberlik rolünü benimseyen öğretmenin kafasında tek doğru olmadığı için farklı ve hatta çatışan fikirlerin varlığını kabul ediyor. Bilgi değil, bilgelik peşinde koşuyor. En ideal öğretmen bu öğretmendir. Bireye saygı duyar ve bilgiyi ve doğruyu sorgulamayı öğretir. Bu öğretmenlerin derdi müfredatı değil, öğrenciyi yetiştirmektir. Bunun için de başta veli olmak üzere öğrenciyi etkileyen tüm etkenleri önemser. Sonuç olarak, öğretmenliğin amacı otoriter bir yapıda bilgi aktarmak değildir. Çünkü eğitim kuru bilgi edinme süreci değildir. Öğretmenliğin amacı düşünmek için aklı eğitmektir. Bu da hiyerarşik sınıf ortamında bilgilerin aktarıldığı değil; çocukların birey olarak kabul edildiği, fikirlerin tartışıldığı ve herkesin aynı anda öğrendiği ortamlarda olur. Amaç müfredatı değil, öğrenciyi yetiştirmektir. İşte ideal öğrenci-öğretmen ilişkisi budur.