19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

''Yolunda öleceğimi anladım, insanın ömrü yetmez İstanbul’a…''

“Tek başına İstanbul üzerinden bir üniversite kurulabilir. Sadece İstanbul’u anlatan bir üniversitede 4 yıl okuyabilirsiniz. İstanbul’u öğrenmeye çalıştım, bir süre sonra pes ettim. Bir insanın İstanbul’un tamamını öğrenmesi mümkün değil. Yolunda öleceğimi anladım. İnsanın ömrü yetmez İstanbul’a…”

ZEYNEP TÜRKOĞLU24 Ağustos 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
''Yolunda öleceğimi anladım, insanın ömrü yetmez İstanbul’a…''

Ahmet Haluk Dursun. Tarih profesörü, bürokrat… Hoca. İstanbul sevdalısı. 

Hereke’de doğdu. Galatasaray Lisesi’nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okudu. Osmanlı müesseseleri ve medeniyet tarihi doçenti, yakınçağ tarihi profesörü oldu. Devlet hizmeti, hocalığının yanı sıra bürokratlıkla da devam etti. Ayasofya ve Topkapı Müze Başkanlıkları görevlerini üstlendi. 

İncir Çekirdeği’nde Hereke’den başlayan yolculuğuna kattığı okurla İstanbul’a, Boğaziçi’ne uzandı. Nil’den Tuna’ya seyrini sürdürdü. “Dicle’ye geç kalmayalım, eksiklerimiz var, telafi edelim” dedi. 

Gençleri önemsedi. Aldıklarını vermek için gayret etti. 

Profesör Haluk Dursun hep gençler ille gençler diyordu. İki sözünden biri gençlerle diye başlıyordu. “Kültür hayatımız için kabul etmek zorundayız ki eksikliklerimiz” oldu derken gerçekçiydi ama umutsuz da denilemezdi onun için. Çünkü Profesör Dursun yakınmak yerine çözüm arıyor, dünü birebir bugüne aktarmaktan değil ile almaktan yeniden yeniden ve yeniden köprüler kurmaktan, hatta köprü olmaktan söz ediyordu. 

Deruna aşina insan

Bütün bunlarla yoğrulan ve yorulan Ahmet Haluk Dursun, beklenmedik bir zamanda ve şekilde -özellikle ihtiyaç duyduklarımızın ölümünün hangi zamanına ve biçimine hazır olabiliriz ki?- emaneti sahibine teslim ederek ayrıldı. 

Kısa zaman önce şu satırları yazdı sosyal medya günlüğüne; 

“Şevket (Eygi) ağabeyin kaybına üzüntümüz bitmeden, bugün Emin Işık ağabeyimizi defnettik. Sevgili gençler, niçin sağ iken bizi Emin Işık ile tanıştıran olmadı derseniz, haklısınız. Biz tanıdığımız için kaybına üzülüyoruz, siz de tanıyamadık diye üzülün.” 

Şimdi bu cümlelerin sahibi biz olduk. Erken gelen sonbaharla bir yaprak daha düştü medeniyet çınarından. Yolu açık, kabri ferah, mekânı cennet olsun… 

Bütün ömrünce dertlendiklerini yine bir sohbet vesilesiyle anlatmıştı Dursun. 24 TV için hazırlanan 24 Portre programında hem dertlerini, hem de sunduğu çözümleri, anılarını, kısaca ömrünün mahsulünü paylaşmıştı. Gayretleri -ölümünün sıcak üzüntüsüne rağmen- devam edesi Prof. Dr. Haluk Dursun’un ardından, hürmet, muhabbet ve selam ile… 

Çok sevdiğim kelimelerden bir tanesi derununa aşina olmak… Bir şeyin gerisinde ne olduğunu görebilmek, şöyle bakıp geçivermek değil. Her şeyini bilmek, huyunu suyunu öğrenmek karşına olmak… Kültür-sanat ve bunun gibi kavramlar da hep derununa aşina olmayı ve onlarla gerçekten uzun dönemler beraber olmayı gerektiren kavramlar. Bilgi kelime olarak bunu karşılamıyor, bilebilirsiniz ama derununa aşina olmayabilirsiniz. Bu çok derin bir şey; irfan nedir, bilgi nedir, âlim nedir, ârif nedir… Bilgiye talip olmak, samimi olarak talip olmak bu talebini arkasında bir ihtiras ve ikbal olmaması da önemli bir başka husustur. Bana göre böyle olması onun bereketini azaltır. 

Son dönemde çok üzerinde durduğum biri daha var. Biz kitabı çok anlatıyoruz, çok kütüphaneler yapıyoruz. Fakat bizim kültürümüz kitapla beraber, -kitapsız deği-l sohbete dayanıyor. Biz bu sohbet geleneğimizi kaybettik. Modern hayat, teknoloji, vesaire bizim birbirimizle sohbet etme, hemhal olma, hasbihal etme durumlarını unutturdu. O zaman ne oldu; bu kelimeler kullanılamaz hale geldi. Bunun geri kazanmamız, kazandırmamız lazım. Sohbet halkalarında, sohbet ortamlarında kişilerin gelişme imkânlarını ortadan kaldırdık. Bunun yerine getirilmesi, mucibince amel olunması vazifem. Bunun temeli merhum Ali Fuat Başgil tarafından ortaya konulmuş. 

Gençlerle başbaşa...

Çok kıymetli çalışmalarının yanında incecik bir kitabı vardır.  Bu küçücük eserin adı “Gençlerle Başbaşa”  İşte bu bizim için bir rehber. Şimdi biz bunu hem bakanlık olarak, hem de ben şahsımda bütün programlarımızı temeli haline getirdik. Gençler olmazsa çıkmam arkadaşlar diyorum. Çoğunluğunun lise öğrencilerinin oluşturduğu, üniversite öğrencilerinin de yer aldığı, en arkada akademisyenlerin oturduğu sohbetler -oturma sıralaması da böyle- düzenliyoruz.  Hedef kitlesi gençler. Bizim akademisyenlerimiz birbirlerine bir şey anlatmıyor. Gençlere anlatıyoruz diyeceğimi zannedebilirsiniz, öyle de değil. Gençler bizimle konuşuyorlar. Sözü gençlere veriyoruz. Konuşmayı unuttuk. Aile içinde de unutuldu. Herkes elinde bir cihaz kimsenin birbiriyle irtibatı yok. Toplantılarımızdan birinde, Çanakkale’de lise öğrencisi bir arkadaşımız konuşuyor, karşısında Türk Tarih Kurumu Başkanı var, ben varım. Pek çok profesör var. Onu dinliyoruz. Delikanlı dedi ki “Beni evde annem babam dinlemiyor, burada bakanlar yüksek kurul başkanları dinliyor. İşte budur. Bunu yaptığınız zaman bizi kazanırsınız!” diye bize akıl verdi ki; doğrusunu söylüyor!  

 Gençlere ulaşmak derken orada kullandığımız dile de dikkat etmek gerekiyor. Yine böyle bir buluşma da şifahi kültür diye bir kalıp kullanmışım farkında değilim. Anlaşılmayacak şeyler söylememeye çalışıyorum. Ama yine de ağzından kaçıyor eski kelimeler. Konuşma bitti, cümle sonunda anlamadığınız bir şey var mı dedim. Öğrencilerden biri “bu şifahi dediğiniz nasıl bir ilaç?” diye sordu. Bu soru bir kere daha benim ayağımı yere bastırdı ve yukarılardan aşağılara vurarak indirdi. Çok ciddi bir konu bu; dil olmadan kültürü nasıl inşa edeceğiz? Mümkün değil. Bu topyekûn derdimizdir. Bunun da çaresi topyekûn kültür seferberliğidir! Geçiyor, kaybediyoruz…

Çağın gerekleri diye bir söz var ya, çok hızlı değişen bir çağın içindeyiz. Dolayısıyla bunu anlamak imkanından da mahrum olabiliyoruz. Ama bir potansiyel taban var, çağırıp soruyoruz gençlere. Diyoruz ki “Bize anlatın”. Gençler kendileri bize anlatıyor. Gençlere toplumsal katman içinde önemli bir yeri olduğunu ifade etmemiz ifade de yetmez yaşatmanın göstermemiz lazım. 

Gençlerle ilgili iki isim ön plana çıkıyor bana göre. Biri Ali Fuat Başgil, ikincisi Fethi Gemuhluoğlu. Birincisi yazarak öbürü sohbetle yapmıştır bunu. Şimdi onların kimler olabilir diye isimler düşünmeliyiz. Benim aklımdaki isimlerden biri Nabi Avcı’dır. Kızdığım şey nostaljik bir takım duygular besleyip bunu pratiğe dönüştürmemektir. Bizim yapacağımız gençlere köprü olmaktır. Onun için Nabi Bey ismini söylüyorum. Mesela biz Bakanlık olarak Fethi Gemuhluoğlu’nu Uğur Derman abiye anlattırıyoruz. Gençler ediyoruz ki; “Fethi Gemuhuoğlu’nu göremediniz, üzülebilirsiniz, ama üzülmeyin Fethi Gemuhluoğlu’nu size onun yanında yetişen Uğur Derman anlatacak. Mesela Sadettin Ökten orada bulunuyor. Bunları tanıya, bunlarla beraber olmuş bir kültür aktarıcısı olarak onu görmek, çok kıymetli bir şeydir.

“Yıllarca bu şehri anlamaya çalıştım” 

Tek başına İstanbul üzerinden bir üniversite kurulabilir. Sadece İstanbul’u anlatan bir üniversitede 4 yıl okuyabilirsiniz. O kadar geniş, o kadar derinliği ve geri planı olan bir kültürden ve mekandan bahsediyoruz. Ben bunu keşfettiğimde yıl 1968’di. Boğaz’da Ortaköy’de erguvanları fark ettiğimde anladım. İstanbul’a öğrenmeye çalıştım, bir süre sonra pes ettim. Bir insanın İstanbul’un tamamını öğrenmesi mümkün değil. Yolunda öleceğimi anladım. İnsanın ömrü yetmez İstanbul’a… 

Eski İstanbullulardan öğrendiğim İstanbul’u öğretmek gerektiğine inanıp normal dersler dışında, karadan ve denizden İstanbul mektebinde gezinerek dersler yapmaya başladık öğrencilerimle. 30 yıldan fazla zamandan bahsediyorum. Gezi dersleri meraklısına olur. “Meraklısına” en sevdiğim sözlerden biridir… Sınıf dersini herkes alır. Onun dışında bir şeyi ancak meraklısı öğrenir. Ben de o meraklıları seçmeye çalıştım.   

Bir gün sınıfta “Kâni Karaca diye birisi var, çok güzel sesi vardır. Bugün onun bir mevlidi var, ben onu dinlemeye gideceğim. Gelmek isteyen var mıdır?” dedim. Birkaç kişi geleceğiz dediler. O birkaç öğrenciydi alarak Zeynep Sultan Camii’ne gittim. Kâni Karaca’yı dinledik. Yani Karaca’yı okuyabilirsiniz, kayıtlarda da var ama onu karşısında dinlemek başkadır. Nitekim daha önce de benim öğrenciliğimde ağabeylerim Münir Nurettin diye biri var, gelin onu dinlemeye gidelim diyerek ona götürmüşlerdi. Bir başkası Bekir Sıtkı Sezgin’i dinlemeye götürmüştü. Benim de borcum ulaşabildiklerime öğrencilerimi götürmekti, onu yaptım. 

“Erguvanları izleme komitesi kurduk!” 

 Erguvan ağacı sayımı yaptık. En güzel erguvan ağacı nerededir, tespit etmeye çalıştık. Hayatımda önce ağaçlar ve nebatat var. Gezerken çocuklara soruyorum; “Bu acı tanıyor musun?” Tanımıyorum diyor, çok mutlu oluyorum! Hemen anlatıyorum; “Karşınızda Anadolu’nun unutulmaz ağacı meşeyi görüyorsunuz! Bir meşe senin hayatını giriyor! Artık tanıştın, bundan sorumlusun! Meşeyi tabii tanımıyorlar. Çınarı bile tanıyan yok! Sonra kuşlar… Sığırcık kuşundan habersiz bir gençlik! İstanbul’un sakası meşhurdur. Bülbülü, ispinozu, sakayı ayırabilmek, bunlar hayatın bana göre büyük zevkleri.