26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Aşk herkese farzdır

“Aşk, geçmişi bugüne getirir, vücudunda tatbikat ister. ‘Ya Resulullah canım sana feda olsun!’ Bu bir geçmiş zaman kıssası değildir” diyor Leyla İpekçi ve şimdi, şu anın şahitliğine çağırıyor okurunu.

HALE KAPLAN ÖZ13 Nisan 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Aşk herkese farzdır

Yayınlanan ilk romanı Maya’dan bugüne Leyla İpekçi’yi ilgiyle takip eden nitelikli bir okur kitlesi var. Ateş ve Bahçe, Gecenin İkinci Rüyası ve İlk Kötülük’ten sonra yeni romanlar yazmasını heyecanla bekleyen bir kitle... İşte böyle bir bekleyişin sonunda Dem Yüzü geldi. Niyazi Mısri’nin izinde ilerleyen, katman katman manaya ulaşan bir roman Dem Yüzü. Mısri gibi bir büyük Hak dostunun bugündeki mürşidiyle ilişkisini anlatıyor İpekçi.  

l “Dem Yüzü, Adem Yüzü” bu ismi tercih etmenizin sebebi nedir?

Her şeyin içinde ve ötesinde bize görünür olan Yüz. An’ın sonsuzluğunda kendi gerçeğini kendine açan, beni kendine gösteren, kendi ben olan yüz. Her nereye baksam, gördüğüm, göreceğim yüz. Sadece bunu görecek basiret gerekiyor bize. Dem yüzü, varlığın özü. An. Nokta. Tohum. Dürülüp bükülmüş gerçek. Katman katman mana.

Nefsimizin geldiği seviyede bize hangi suretten görünüyorsa, öyle algılıyoruz baktığımız her şeyin hakikatini. Eğer kamil bir seviyeye ulaşabilmişsek, tam görürüz. Eksik bakışla noksanı görüyoruz. Bu sebeple, herkes bakar bir an görür. Hakkın zat sırrının sahibi olmuş kamilin / arifin yüzüne bakıp kimi onu yakışıklı, kimi çirkin görür. Peygamber Efendimiz, Ebu Cehil ona ne kadar çirkinsin dediğinde haklısın diyor. Ebubekir ona ne kadar güzelsin dediğinde ona da haklısın diyor. Halk içinde bir ayine olan insan-ı hakiki’ye yaklaştıkça, ben sen/sen ben olunabildiği ölçüde, ikilikler kalkıyor, gönül temizleniyor, bakış cilalanıyor. Artık her nereye dönse, O’nun yüzüdür. İşte içinde Muhammedî hakikatin nurunu barındıran Adem’in yani kamil mürşidin anda aleme yansımasıdır, Dem yüzü! Bir kulunu sevdiğinde ondan bakar, ondan işitir, ondan konuşur ya.

l “İnsan bildiğini yazamaz. Kelimesizdir içi. Başlamak için gereken tek bir ölçüm var. Romanın noktası”. Böyle diyor Arzu… Peki Leyla İpekçi’nin bu romanı yazmasına vesile olan o ‘nokta’ neydi, hangi yönüyle kalemin açılmasını hızlandırdı?

Arzu, aşk romanı yazmaya niyet ettikten sonra bizzat onu yaşamaya başlıyor. Niyazi Mısri’nin izlerini takip ettikçe, tıpkı onun başına gelen belalarla kendisi de sınanmaya başlıyor. Cemalinden razı olmak kolay, asıl, celalinde tutunabilme kabiliyetidir aşk. Tevhid ise “ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim” noktasında, ikisini birleyebilmek. Romanda ilerledikçe görürüz ki, Arzu’nun aşkı belalarla dolu bir aşk romanıdır ve giderek bütün kelimeleri, sözleri sile sile yaşanmaktadır.

Yazmaya niyet ettiğim her romanın bir tevhid noktası var, kalbin en mahremindeki o kara nur dediğimiz süveyda noktası gibi tabiri caizse. Başlangıçlarla sonları birbirine bağlayan bir hu noktası diyelim. Aslında her şey orada durmaktadır ve bana düşen kelimeleri sile sile, ata ata o öze ulaşmaktır. Romandan bunu anlıyorum. O noktayı bulana dek yazdıklarım birer dil egzersizinden ibaret kalıyor. Ama onun mayasını tutturduğum zaman, yani romana ait olan o biricik sesi işitmeye başladığım zaman her şey romanın diline hizmet etmeye başlıyor. Biz edebiyatı romandan kopardık büyük ölçüde. Artık roman deyince bir hikaye kurgusu yetiyor. Oysa benim için bu bir dil yolculuğu. Bu sebeple genellikle üç dört yıla yayılıyor. Dem Yüzü’nün hu noktası: İki’nin Bir’de yok olması. Biraz açayım. Bir bu anlamda tevhid ehli, iki ise bir’lemeye çalışan, daha ziyade cemal Müslümanı. Yarabbi ne güzelsin, her şey çok güzel. Ama en ufak bir belayla karşılaştığında yine Sensin diyebiliyor muyuz? Eğer sahibimizi bilerek yaşıyorsak, atan el ile tutan eli yani muhatabımızı biliyorsak, onun celalinden de cemalinden de razı olabiliyorsak, tevhide yaklaşmışız demektir.

Arzu’nun kocası 15 Temmuz’da şehit düştüğü vakit, Arzu için artık belaların ikram olduğunu idrak vakti başlıyor. Diyebilirim ki, kalemin açılması bununla hızlandı, iki olan Arzu’nun bir olma

yolculuğunda mürşidi aşktır. Canını veren içindeki canana kavuşur. Biri için bu mürşit vatanı olmuştur, diğeri için eşi.

l İki kişilik bir roman… Kendinden kendine anlatmak… Bu tekniği  (teknik olarak adlandırmak yerinde olmayabilir bağışlayın) tercih etmenizin nedeni neydi? Bu şekilde yazara nasıl bir alan açılmış oldu?

Nefsiyle baş başa kalan biri vehimleriyle yaşar. Rilke’nin Duino Şatosu’na kapanıp Tanrı’ya olan aşkını şiire dökmesi ile Yunus’un “söyle” emrine uyarak şiir yazması aynı değildir. O kenara çekilmek yerine mürşidine hizmet etmiş ve kırk yıl dergaha odun taşımıştır. O odunlar nasıl bir aşk ile tutuşmuşsa, her kıvılcımından dizeler doğmuştur. Tabii dergahı burada gönül olarak algılayın. Maşukun / Tapduk’un gönlünde doğmak, nefsini ölmeden önce hesaba çekebilenlerin, yani hakka kul olana dek mürşide / maşuka hizmet edebilenlerin yolu. Hızır ile Musa’nın yolculuğuna talip olanlar Tapduk’unu bulur. Mısri de Sinan Ümmi’yi bulmuştur.

Nefsini Müslüman edemedikten sonra dil Müslümanlığı veya şekil Müslümanlığı ile din tamam olmuyor. Bizler, kendimizi Müslüman olarak tanımlarken bile Rilke gibi nefsimizle baş başa kalmakla yetiniyoruz ve iki’likte kalıyoruz. İlhamı kaynağından çektiğimizi fark etmemiz için bir Hızır gerek hepimize. Ama dikkat, hınzırlar da çok.

İşte Dem Yüzü’nde Mısri gibi bir büyük Hak dostunun mürşidiyle ilişkisinin izini sürmeye ve bugünün ruhuna, somut gündelik hayatına getirmeye çalıştım onu. Bugünün mürid mürşid ilişkisine ışık tutmaya çalıştım, İki ile Bir üzerinden.

Nihayetinde Resulullah veçhesinden her gelen mürşid-i hakiki öncekini yuta yuta, emanet sözsüz bir biçimde taşınıyor. Gönülden gönüle kesintisiz sırdır bu. Bunun nasıl olabileceğini ve tabii nasıl olamayacağını da pek çok yönüyle içine aldı bu roman. Özellikle de bugünün menfaat örgütleri haline gelen ve dini tekeline aldığını sanan cemaatler üzerinden.

Kısacası hem nefsimizde hem dışımızda / enfüste ve afakta İki’likleri Bir’leme uğraşının romanı oldu bu. Arzu’nun içinde yaşadığı yakıcı gerçeğin dış dünyadaki tezahürlerini fark etmeye başladıkça aşkta tutunması kolaylaşıyor. Yaklaştıkça gerçeğe, gönlünün alemdeki yansımalarını seyredebiliyor. Yani Arzu’dan başka biri kalmıyor romanda giderek! En son Kabe’de, bu yakıcı gerçeği tam olarak somutlaştırıyor. İşte kendinden kendine dediğiniz tekniğin biraz olsun açılımı!

l Batılı eğitim sisteminde eğitim almış pozitivist akıllarda menkıbelerin yeri yok. Siz Dem Yüzü’nde bugünü de içine alarak Mısri’yi anlattınız. Kendini keyifle seyretmekte olan insanlara ayna tuttunuz. Bu tercihin size sunduğu imkanlar ve zorluklar nelerdi?

Bizler alıntı Müslümanı olarak, divan-ı ilahiyatlardan bir iki dize serdederek olayı kavradık sanıyoruz. Alıntıdan yaşantı kültürüne hiç geçmeden, bu büyük Zat’ların eserlerini devirmişiz, her şeyi anlamışız gibi bir de tenkit etmeye kalkıyoruz. Onların aşk filan diyerek din dışı bir şey söylediklerine kolayca ikna oluyoruz. Mısri’nin divanı beni onunki gibi onlarca divana götürdü. Bizim aşk ve irfan geleneğimizde 2 bine yakın divan bırakmış veli olduğunu biliyor muydum? Hayır. Bunu aldığım Batı eğitiminin sonucuna bağlamakla hata ediyormuşum. Çünkü kendine dindar/ muhafazakar diyenlerin de çoğunun bir iki dize ve kulaktan dolma bilgiler dışında bir şey bilmediğini fark ettim. İşim gereği pek çok yere gidiyorum, konuşmalara, toplantı ve konferanslara katılıyorum. Bu eserlerin canlı söz olarak işitildiğine nadiren tanık oluyorum. Sonra bugünün Yunusları, Mısrileri nasıl yetişir! Bütün bunlara bu dem verdiğim acizane cevapları içeriyor bu roman.

l Mürşid-i hakiki her devirde yaşıyor. Zamanından bugüne neyi taşıyor?

O bir nefes. Kesintisiz zikir. El’an. Hakikatin kesintiye uğradığı, Allah’ın veli isminin geçersiz kaldığı bir an olabilir mi! Fakat Allah’ın cümbüşü işte. İlmini açtığı zaman arifini örtüyor. Ariflerini alenileştirdiği zaman, ilmini örtüyor. Buna bir de sahtesiyle sahicisini ayırt etmenin cümbüşünü ekleyin. Neyi hak etmişsek rızkımız o. Bu anlamda, nasip büyük bir sır. Eşyanın Hak ile kaim olduğunu bilmeye / bildirmeye Hak ehli olmuş gönül erleri gerek. Vaiz ve din adamı da gerekir elbet ama aslımıza dönme yolculuğunda bineğimiz aşk, olmazsa olmazımız ise gönül eri. Mürşid-i hakiki. Divan şiirine daldıkça bütün kitapları kapatmaya başladım. Nihayetinde o dizeleri bana canlandıran bir nefes vardı. Onu içime çekmeye başladım. Kitaptan değil, insandan öğreniliyor aşk. Orada artık söylemler siliniyor, sadece eylem var. İstedim ki Dem Yüzü, bu eylemin dili olsun. Hakkı seven aşıkların eğlencesi tevhid olur diyor Mısri. Artık kim eğlenceden ne kast ediyorsa!

l “Aşk her insana farzdır!” Bende kalan budur Dem Yüzü’nden. Sadece havas olan değil, herkes anlarmış tasavvufu. Doğru mu?

Eyvallah sevmek yeter. Aşk olmadan kalp ne işe yarardı ki! Allah’ın en güzel sanatı insan-ı hakiki. Hazreti İnsan. Yazılarımda da, romanlarımda da, konuşmalarımda da tasavvuf diye bir kelime kullanmıyorum. Dinden ayrı olarak algılandığı için. Halbuki bu hazretin dili kalbimizin anadili. İçimizdeki halis niyet. Bilmeden, bazen ümmice, bazen de mecazen konuştuğumuz mana. Bu toprakların mayasında, işitilmeyi bekleyen ve bir 15 Temmuz gecesi tezahür eden irfan dili. Anadolu irfanı dediğimiz, bir tür Yunus kültürü. Bu toprakların mayasında kamil insanın nefesi var. Ama biz insandan değil kitaptan almaya çalışıyoruz gıdamızı. Bir yere kadar. Dilimizde gezdirdiğimiz hiçbir şeyin ispatını yaşantımızda kanıtlamadan kalp ilminden bahsedemeyiz. Aşk, geçmişi bugüne getirir, vücudunda tatbikat ister. “Ya Resulullah canım sana feda olsun!” Bu bir geçmiş zaman kıssası değildir. Şimdi, şu anın şahitliğinde, canının bile sana ait olmadığını idrak edene dek, beladan belaya koşarsın. Belî demişsek, işittik ve itaat ettik demişsek, dilinle söylediğini burada ve şimdi, kanıtlamakla yükümlüsün. Bu anlamda aşk farz. Hem nafile, hem farz ibadet. Dem bu dem.

l Yazmak, benliği yağmalatma bahsinde nerede durur?

Daha ilk yazmaya başladığımdan beri, sadece gerçeğe yaklaşmaya, kendi nefsimden geçirebildiğim ölçüde kelimeleri canlandırmaya çalışıyorum. Ne yapıyorsun? Roman yaşıyorum! Yazarken anlamaya çalışıyorum, yaklaşmaya çalışıyorum. Hiçbir sözün tekrarı yok. Allah’ın tecellileri tekrar eder mi!

Yazmak, mülkün sana ait olmadığının en güzel delili. Kendine benlik izafe ettiğinde seni nefsinin sınırlı terimlerine öyle bir kilitler ki! Bana göre en salih amel, en halis niyet yazmak. Hakkın işini yapmaya, hakkını vermeye, hakla alıp vermeye giden yolda mükemmel bir tevhid egzersizi. Tenin ve benin sana ait olmadığını, mülkün sahibini tanımayı ve sevmeyi gerektiren bir idrak yolculuğu bu. Sende sana ait olduğunu sandığın ne varsa verme yolculuğu aşk. Bursa’dayken yazdıklarını çalıp çırpan kişilere Mısri’nin dediği gibi, “Sevdim seni hep varım, yağmadır alan alsın!”

l Radikal İslamcılar, cemaatler, şekil Müslümanları, şiddet Müslümanları… 15 Temmuz hepsinin hor gördüğü millet irfanını görmemize, değerini anlamamıza vesiledir. Dem Yüzü’nün de tam bu zamanda yazılması, yayınlanması, bu dönemi ihtiva etmesi nasıl bir anlam taşır?

Bu çok güzel sorunuza baştan sona bir cevap oldu acizane bu roman. Önceki cevaplarımda da bunu bir nebze olsun belirtmiş oldum şimdi. Fakat bu sorunuz böyle kalmalı burada. Çünkü meraklısı okuyarak kendi cevaplarını vermeli.