27 Nisan 2024 Cumartesi / 19 Sevval 1445

Ataç’ın tilcik tutkusu çevirilerinde yok

Kuşkusuz, yaklaşık bir asır öncesinin okuyucusu bu maceradan bir tat alıyordu, heyecan da duyuyordu. Fakat bugünkü okurun, romanda anlatılanlar karşısında aynı etkiyi hissedeceğinden kuşkuluyum. Ne ki, Nurullah Ataç’ın özenli çevirisinin, bilhassa bilinçli okurun ilgisine mazhar olacağını düşünüyorum.

TURAN KARATAŞ13 Ekim 2017 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Ataç’ın tilcik tutkusu çevirilerinde yok

Polisiye roman sever misiniz? Ben pek hazzetmem. Edebiyat ölçeğiyle değerli bulmam. Şimdiye kadar okuduklarımın sayısı üçü beşi geçmemiştir. Bir cinayet, katilin kim olduğu merakı; evet, okuyana heyecan veren kaçmalar, takipler; ha yakalandı ha yakalanacak telaşı, “Tüü o da mı değilmiş” hayıflanmaları, “Ben taa başından beri tahmin etmiştim” bilgiçlikleri vs. vs. Polisiye roman, aşağı yukarı sınırları ve imkânları belli bir çerçevenin/kalıbın içinde koşup duran bir yarışçı gibi görünüyor bana. Bu türün de iyi örnekleri olduğunu söyleyenleri ve tutkunlarını böylesi bir muhabbetten dolayı kınayamam. Ne var, salt bir maceranın peşine takılıp kuru bir neticeyi merak etmeyi, doğrusu biraz hafif bulurum. Bilinçli okur, derim, okuduğu metinde çok daha fazla şeyler aramalıdır. Belki de, yıllar önce Kemal Tahir’den okuduğum bir belirlemedir beni polisiye romana mesafeli tutan. Hâlbuki kendisi de, bu türden onlarca eserin F. M. imzalı müellifiydi ya da uyarlamacısı. “Genellikle roman gibi” diyordu Kemal Tahir, polisiye için, “İnanılmaz. Uydurma… Düş, hayal, evham…” Bu özelliklerin birkaçı her romanda az çok vardır diyeceksiniz. Doğru. Şu kadarcığını söyleyeyim, ben romanda sahicilik, samimiyet, insan gerçekliği ve sıcaklığı, bir şekilde beni inandıran nedensellik ararım. Elbette okuru romana sevk eden sebeplerden biri de bir vak’anın oluşunu takip ve akıbetini bilmek arzusudur. Fakat bu, kuru bir tecessüs olamaz, derim. Başka dünyaları keşfetme, yeni hayatları görme, diğerini anlamaya çalışma, farklı düşünceleri tanıma isteğini de içinde taşımalıdır bu “bilmek isteği”.

Şimdi hakkında birkaç cümle söyleyeceğim Kiralık Oda’yı (Georges Simenon) Türkçeye Nurullah Ataç çevirmiş diye okudum daha çok. Ataç’ın çevirideki dil tutumunu görmek için biraz da. Hiçbir aşırılığa kaçmadığını peşinen belirteyim. Hatta epeyce özenli davrandığını. Fransa’da kendi dilinde 1934 yılında yayımlanan romanın Türkçeye 1955’te çevrildiği göz önüne alınırsa, Ataç’ın yeni “tilcik”lere tutkun olduğu bir dönemde, bu tutumunu çeviriye yansıtmadığını gördüm.

Romana geçmeden önce, kitabın iç kapağına konan Simenon’un özgeçmişindeki bir cümleyi paylaşmak isterim: “Çeşitli takma isimler altında, birçok farklı türde popüler romanlar yayımladı: 1923-1933 yılları arasında yaklaşık iki yüz roman, binlerce hikâye ve sayısız makale.” Diğer kalem mahsullerini saymayalım, her sene neredeyse yirmi roman yazmak, inanılacak gibi değil! Yirmi ila otuz yaş arasında insan bu kadar cesur ve çılgın olabilir mi? İç kapaktaki bu cümle, roman metninin başına konan ve Erol Üyepazarcı’nın yazdığı “önsöz”de tavzih doğrusu tashih ediliyor: “Simenon’un yazdığı 75 Maigret romanı ve Maigret serisi dışında yazdığı novella formatındaki 117 roman ve yüzlerce polisiye öyküsü…” Bu sayılar, her hâlükârda yazarın ne kadar üretken olduğuna şahitlik ediyor. Eserleri dünyanın belli başlı dillerine çevrilen Simenon’un yazdıklarının, kaba bir hesaplamayla beş yüz milyon okuyucuya ulaştığı söyleniyor ki, bir yazar için ne büyük bir bahtiyarlıktır. Beri yanda, eserlerin edebî niteliği hususunda Üyepazarcı’nın tespitlerini ihtiyatla karşıladım. Okuduğum bir kitap, elbette ölçü olamaz, ama “Simenon hiç abartısız XX. yüzyılın en büyük, en üretken ve en nitelikli polisiye roman yazarlarından ve en büyük edebiyatçılarından biridir.” belirlemesi öznel ve yüceltmeci geldi bana.

ROMAN NE ANLATIYOR?

Sıradan ve nedensiz bir öldürme vakasını ve sonuçlarını okuyoruz romanda. Farklı olan, hunharca katledişin sonrasında katilin yaşadığı psikolojik durum. İstanbullu bir Yahudi olan romanın başkişisi Eli’nin cinayetten sonra bir bakıma izini kaybettirmek için Madam Baron’un kenar mahalledeki pansiyonuna sığınışı, orada korkuyla kederle geçen günleri ve kaçışın kaçınılmaz akıbeti. Çok sanatkârane olmayan ama okuyucuyu içine çeken bir hikâye havası (atmosfer) oluşturabiliyor yazar. Pansiyondaki kiracıların her birinin dikkate değen bir özelliğiyle takdimi ve insan hallerinin sergilenişi başarılı. Anlatılarda okuyucuyu saf yerine koyan “tesadüfler”i sevmem. Bu romanda da böylesi karşılaşmalar var, nedeni izah edilmemiş. Söz gelimi romanın kahramanı Eli ile maktul, trende başka kimsenin olmadığı aynı kompartımana düşüyorlar! Tesadüfün bu kadarı olmaz, diyoruz. Katil, kurbanını takip ederek aynı odaya gelse anlaşılır. Yazar bunların hiçbirini anlatmaya gerek duymuyor!

Romanda Türkiye’ye, bilhassa İstanbul’un güzelliğine dair anlatımlar var. Kahramanımız, uzun yıllar yaşadığı İstanbul’dan bahsederken çok özel bir dünya gibi anlatır onu, sevgiyle: “Ufacık ufacık gemiler… Akşamları bakarsınız, kırk elli kayık çıkar meydana, deniz süt gibi… Çalgıcılar da alınır kayıklara. Kıyılarda minareler… O kadar çiçek var ki kokusu sarhoş eder insanı.” (s. 89) Simenon, Mai ve Siyah müellifi Halit Ziya’dan daha dikkatli, belki insaflı demeliydim, “kıyılarda minareleri” görmezlikten gelmiyor. Yazarın Türkiye’ye dair malumatı az değil. Hemen her kış soğuğun 30-35 dereceye indiğini bile laf arasında Eli’ye söyletir. Bu romandan yola çıkarak, o yıllarda Batılı yazarların Türkiye’ye özel bir ilgi duyduğunu söylemek yanlış olmaz diye düşünüyorum.

Bugün sinema marifetiyle bin bir çeşit cinayeti, entrikayı gördüğümüz içindir, romanda anlatılanları okurken yüreğimin hop oturup hop kalktığı olmadı. Kuşkusuz, yaklaşık bir asır öncesinin okuyucusu bu maceradan bir tat alıyordu, heyecan da duyuyordu. Fakat bugünkü okurun, romanda anlatılanlar karşısında aynı etkiyi hissedeceğinden kuşkuluyum. Ne ki, Nurullah Ataç’ın özenli çevirisinin, bilhassa bilinçli okurun ilgisine mazhar olacağını düşünüyorum.