19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Avrupalı yazarların gözünden Türkiye Stratejik samimiyet

Tek kişilik Haçlı Seferleri, belli bir amaç gözetilerek yazılmış her Batılı eserde varlığını hissettiriyor. Gazeteci, yazar, akademisyen, düşünür… Avrupalı’nın dilinin altında hep aynı bakla var: Türklerin buralarda işi yok…

Dr. Celâl Fedai13 Nisan 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Avrupalı yazarların gözünden Türkiye Stratejik samimiyet
Amerikalı yazar F. Saunders, CIA’in kurulduğundan itibaren ülkenin kültür bakanlığı gibi çalışması üzerine yazdığı kitabına, şu çarpıcı başlığı koymuştu: Parayı Verdi Düdüğü Çaldı. Gerçi kitabın adında para vurgusu öne çıkarılmıştı ama işin aslında para kadar maharet de vardı. CIA, Soğuk Savaş döneminde ABD’nin kültür yönetimi politikalarını öyle maharetle yönetmişti ki ne SSCB’nin aynı maharetle yürütmeye çalıştığı ideolojik gayretleri ne de yaşlı kıta Avrupa’nın ABD’ye kaptırmaya başladığı düşüncenin yurdu olma iddiası, onun akıl dolu planlarıyla baş edemiyordu.

Saunders’ın kitabı üzerinden İkinci Paylaşım Savaşı sonrasının propaganda savaşlarını takip etmek, Türk okuru için entrikalarla dolu hanedan filmlerini seyretmek gibi gelebilir. Öte yandan aynı okurun, Türkiye’nin özellikle son 150 yıldır maruz kaldığı Avrupa mahreçli kültür yönetimi politikalarını öğrenmek isterse, ağzının tadı epey kaçacaktır. Çünkü milletimizin yakından bildiğini sandığı parayı verip düdüğü çalma meselesi, bitmek bilmeyecek bir mücadelenin ezgisidir ve türlü güfteler, bestelerle yenilenmektedir. 100 yıl önce Osmanlı’yı, şu günlerde de Türkiye’yi parçalamayı hedef alan Avrupa mahreçli siyaset yönetiminin etkili bir veçhesi olarak kültür yönetimi, Müslüman Türklere karşı, Ünsal Oskay’ın bir kitabına ad olan deyişiyle, Tek Kişilik Haçlı Seferleri olarak son 150 yıldır sürmektedir. Abdülhamid için, “kızıl sultan” ve “büyük katil” sıfatlarını kullanan İngiliz başbakanı Gladstone’un ruhu hortlamış durumda: “Müslümanlar arasında” diyordu Gladstone, “yumuşak ve kültürlü uluslar varsa da Türklerin vahşeti, Türk olmalarındandır ve Türkler, insanlığın insanlığa karşı numunesidir. Türkler, Avrupa’dan pılısını pırtısını toplayıp gitmelidir.”

1991’de üniversiteye hazırlanıyordum. Rahmetli amcam, ne okuyacağımı sordu. Öğretmenlikten başlayıp sayıyordum ki hukuka gelince birden heyecanlandı: “Tamam, muhakkak hukuk oku, avukat ol. Başkasını boş ver!” deyip coştukça coştu. Meğer dedelerimize ait koskoca bir tarla babamın yurtdışında oluşuna, dedemin yaşlılığına, kendisinin de çocukluğuna denk gelmiş, ona göre bir avukat hilesiyle elimizden çıkmıştı. Babam da köye her gidişimizde o tarlayı hatırlar, dede yadigârı için hüzünlenir, öfkelenirdi. İkisi de mal canlısı insanlar değiller ama hileyle kaybettikleri bir tarla için bunca istek, öfke duymaktalar. Hal böyleyken Gladstone’un torunlarının, Türkleri Avrupa’dan atma, giderek Anadolu’dan da sürme, sürülemezse nesillerini iğdiş edilmiş alıklar haline getirmeye dönük düşüncelerinin, tek kişilik Haçlı Seferleri haline gelmesini anlamamak, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Ne yazık ki Türkiye’de insanların kimilerine, üzerinde yaşadıkları toprakların mazur kaldığı saldırıyı anlatmak mümkün olmamaktadır. Oysa son 150 yılın düşünce tarihi göstermektedir ki Avrupalı gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, düşünürler mesele Türkiye olduğunda laik, seküler, sosyalist bakış açılarını kolaylıkla terk edip birer haçlı neferine dönüşebilmektedirler.

HASTA ADAM DEĞİL DERİ DEĞİŞTİREN YARATIK

Ünlü tarihçi Arnold Toynbee bunlardan biridir. Onu Medeniyet Yargılanıyor kitabıyla tanıyanlar, İslam’a, Osmanlı’ya dair övgülerine kapılıp yargımıza şaşıracaklardır ama kendileri, 1950 sonrasında irrasyonaliteyi dışlayan ABD’ye fevkalade yapıcı eleştiriler getiren William Barrett gibidir. Tüm derdi, Avrupa’nın Türkleri yenmeyi başardığı oyunun yeni şartlarla oluşacak kurallarına karşı Avrupa’yı uyarmaktır. Ona göre Avrupa bir tarzda ilerlemiş ve bu tarz, onun 1926’da kaleme aldığı Türkiye ve Avrupa kitabında resmettiği büyük başarıyı getirmiştir. Kitabının ilk paragrafı onu ve niyetini açıkça ele verir: “29 Ekim 1923’te, Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin bir kararıyla ‘doğan’ Türkiye Cumhuriyeti, bugünün dünyasında Batı uygarlığının üstünlüğü için dikilmiş anıttır. Batı uygarlığımız, bazı çizgiler üzerinde gelişmeseydi –ve ilk dar sınırları dışına taşarak Batılı olmayan anlayışlardaki daha geniş gelişme biçimlerini etkilemeseydi- 20 Nisan 1924 Anayasası’yla donatılmış ve 1925 yılında Türk devlet adamlarının izledikleri politikayla yönetilen bir Türk Cumhuriyeti’nin Anadolu’nun içinden çıkabileceği düşünülemezdi.” Toynbee’nin mutluluğu cümlelerinden okunuyor. Kim bilir 1928 harf inkılâbından sonra nasıl sevinmiştir. Fakat onun bu türden sevincini görmek isteyen, bu tedbirli, dengeli cümlelerle yetinmekle kalacaktır. Toynbee, dikkatli bir üslup, bakış açısı yakalayarak Avrupalıların önüne, o yılların Türkiye’sinin hemen her yönünü çözümleyen bir gayreti koyar. Voltaire, Montesquieu gibidir Türklere bakışı. Önce göçebe hayatın avantajlarından dem vurur ve düşünen kişiyi, muazzam bir ustalıkla, böyle bir hayattan doğan devlet düşüncesinin halkını sürü, kendini o sürünün çobanı, devletin yöneticilerini de o çobanın köpeği olarak resmetmedeki arızayı fark edemez hale getirir. Bu resimde padişah, kadınlı erkekli tebaası, bir hayvan örgütlenmesini andırır. W. Sombart’ın, Avrupa’nın kadınları kurtizan, metres ve kokot olmaya zorlayan toplumsal yapısını, Toynbee’ye hatırlatması gerekecektir ama zaten onun da Türkler mevzubahis olduğunda içi tam da rahat değildir. Ona göre Türkler, “hasta adam” değil tıpkı yılan misali “deri değiştiren yaratık”tır. Deri değiştirirken şahinlerin elinden kurtulduğu takdirde yeniden sağlığına kavuşacak, zehri güçlenecektir. İçten içe şu tedirginliği duyar gibidir Toynbee: Bu kadar Batı’ya gidenin sonunda varacağı yer, İslamî tefekkür olmasın sakın. Onun çabası işte bu “olmasın” içindir. Bu yüzden de büyük tarihçi zoolojinin vokabüleriyle başladığı Türklerin toplumsal hayatının tahliline her Türk’ün okuması gereken bilgiler, yorumlarla devam eder. Kendini kimi zaman Avrupalı bir gözlemci, bir tarihçi olarak konumlandıran Toynbee’nin o yılların Türkiye’sinin tarihi, siyasî, sosyal, ekonomik yapısına ilişkin bilgileri, gözlemleri şanına yakışır niteliktedir. Kitabı eline alan bir Avrupalı, Türkiye’ye dair merakını giderecek her malumatı bulabilir. Ancak yazarın amacı, bunun çok ötesindedir. Türkiye üzerine tarihin içinden düşünmektedir o. Türkiye’nin İslam dünyasıyla ilişkilerindeki kopuşu, en büyük devrim olarak gören Toynbee’nin kafasındaki sorulardan bazısı şunlardır: Hilafetin kaldırılmasından ve başka birçok devrimden sonra Türkiye’de gericilik tehlikesi hâlâ var mıdır? Mustafa Kemal, acaba bir despota mı dönüşecektir? Kendilerine manevi liman olarak Paris’i gören Türkiye’nin kurucuları normal geçmiş ve olası gelecek ile anormal ve geçici şartların muvazenesini yapabilecekler midir?

ABDÜLHAMİD NEFRETİ

Türkiye ve Avrupa, Toynbee gibi büyük bir tarihçinin, entelektüelin kaleminden çıkma tek kişilik bir haçlı seferidir. Bu yüzden şövalyelere yakışır bir cengi ifade eder. Bu cengin mahiyeti konusunda kendini onun gibi mistifike edemeyip ele veren öncüleri de var. Andreas D. Mordtmann bunlardan biri. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı günlerinde Almanya’da, Osmanlı’ya dair ilgi öyle artar ki Humbolt ve Duncker yayınevleri ondan kısa zamanda Osmanlı’nın o günkü durumunu anlatan bir kitap yazmasını isterler. İstanbul ve Yeni Osmanlılar, böyle doğar. 1879’da İstanbul’da ölen yazar, ömrünün en verimli kısmını Osmanlı hesabına memurluk yaparak geçiren Redhouse gibi Osmanlı’yı yakından takip etmektedir. Misyonerler için de çalışmalar yapan Redhouse, Osmanlı’yı Avrupa’ya nasıl tanıttı bilmiyoruz ama Mordtmann’ın çizdiği, padişahlardan halka doğru uzanan Osmanlı portresi, bugünün Batılı basınından farksızdır. O da en tepeyi hedef alır. Padişahı, sarayı, yalan yanlış bilgilerle anlatır Avrupalı okura. Kafası, pek çok Avrupalı entelektüel gibi, Zeus’un Doğu’dan kaçırdığı Europa mitindedir. Avrupa, esasen Doğuludur ve onun mutluluğunu sağlamak için, yani “Şark meselesi” için, Büyük İskender misali davranmalıdır. Yazarın “esasen ateist olan İstanbul Efendisi” diye nitelediği Abdülhamid, modern görüşleri benimsemeye çağların getirdiği bağışıklık olmasa aslında yatkındır.

Avrupalıların Abdülhamid’den duydukları nefret için Mordtmann’a değil Abdülhamid’in Son Günlerinde İstanbul yazarı Paul Fesch’e uzanmak gerek. Kitabı çeviren ve dikkate değer bir sunuş yazan Erol Üyepazarcı’nın da belirttiği gibi Fesch’in çalışması, günümüze dek uzanan Abdülhamid nefretine dair pek çok yalan yanlış bilginin de kaynağıdır. “Balık baştan kokar” atasözümüzle kitabına başlayan Fesch’in hedefi, bütünüyle Abdülhamid’dir. O da bugünün Avrupalılarının ağzıyla konuşur. Basından, sansürden dem vurur: “Zamanımızda, dünyaya hükmeden artık kamuoyu değildir, basındır; çünkü kamuoyunu oluşturan ve yöneten basındır. Ama yazık ki Türkiye’de basın yoktur. Manyak ve korkak bir zorbanın göz açtırmayan baskısı altında ezilen bu bahtsız ulus, ne yazıyla ne yüksek sesle düşüncesini belirtememekte”dir. Kendine hep Türk dostu havası veren Fesch, azınlıkların Osmanlı Meclisindeki temsilinden askerlik yapmamalarına kadar pek çok konuda ikiyüzlülüğün poetikasını yazan torunlarını aratmaz. Mordtmann’ın kitabında övgüyle andığı Marcus v. Niebuhr ve Gladstone gibi düşünür: Anadolu’da, Babil’de iki bin yıldır Türklere karşı duramayan Ari ve Sami halkları, Medler, Ermeniler, Araplar,  kendilerini toplayıp saldırıya geçerse, asıl o zaman Türklerin yaptığı tahribat giderilebilecektir.

Tek Kişilik Haçlı Seferleri, belli bir amaç gözetilerek yazılmış her Batılı eserde varlığını hissettiriyor. 1952’de Yeni Türkiye’de İslamlık yazarı Gotthard Jaschke’de olduğu kadar, Tarih-i Cevdet üzerine yaptığı doktora tezini Araç Tarih Amaç Tanzimat olarak kitaplaştıran Christoph K. Neumann’la da devam ediyor.

Gazeteci, yazar, akademisyen, düşünür…

Avrupalı’nın dilinin altında hep aynı bakla var:

Türklerin buralarda işi yok…