25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

En büyük yardımı çocukluğumuzdan alırız

Mustafa Orman, ikinci öykü kitabı Ovada Paldır Küldür’deki öyküler boyunca, büyüdüğü ovayı ve çocukluğunu yanında gezdirdiğini söylüyor.

HALE KAPLAN ÖZ11 Temmuz 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
En büyük yardımı çocukluğumuzdan alırız

Mustafa Orman’ın İlk öykülerini 2016 yılında okumuştum. Derdin İncinmesin isimli kitabı, iyi bir öykücünün edebiyatımıza girdiğini müjdeliyordu. Everest Yayınları ikinci kitabını da yayınlamış geçtiğimiz günlerde: Ovada Paldır Kültür. Orman, bu kitapla hem hacmi hem iceriği alabildiğine genişletiyor. Yazarın ilk uzunöykü denemesi olan kitap, arkasından geebilecek bir romanın habercisi gibi. 

“Akşam saatlerinde homurdanan ova...” diye başlıyor kitaptaki ‘Mahcup İnsanlar Geçti’ başlıklı bölüm. Ovayı sadece mekan olarak seçmemişsiniz, sanki ana karakterlerden biri o...

Ovanın ana karakterlerden biri olarak yansıması kaçınılmaz bir durum. Çünkü, her şeyin en temelinde çocukluk yatar. Biz çocukluklukta üstümüze sinmiş birçok şeyi ölene kadar taşır, o üstümüze sinen şeylerle eylemde bulunur, o eskinin kalbiyle, bütün izleriyle kendimize bir yol çizmiş oluruz. Ve çocukluğa geri dönüşler, sizi bambaşka bir karakter olarak yaratabilir. Bu nedenle, büyüdüğüm ovada çocukluğumu da öyküler boyunca yanımda gezdirdim. Ova, orada çocukluğu temsil eden bir karakter; büyüyen, değişen, gözlemleyen, akan, duran, yeşeren... Kısacası yetişkinlikte ürettiğimiz her şeyde çocukluğumuza iner, en büyük yardımı çocukluğumuzdan alırız. 

Ova coğrafi anlamda olduğu kadar edebi anlamda da ‘verim’i çağrıştırıyor. Bundan bahsedelim mi biraz?

Ova coğrafi anlamda verimi çağrıştırsa da, ovanın toprağı işleyen, eken birine her zaman ihtiyacı vardır. İşin edebi kısmına gelirsek, burada da yine yazan kişinin ovaya nasıl baktığı, ovayı nasıl gördüğü, ovayı eserinde nasıl harmanladığı önemli bir soru olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle doğanın hakikatiyle insanın çıkmazları arasında kurmuş olduğunuz sağlam bir bağlantı, edebi verimliliği de bir yere taşır. Ki dünyada ve Türkiye’de çoğu yazar da mekan olarak ovayı seçmiştir.

Kim mesela…

Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Juan Rulfo en iyi örneklerini verenlerden ilk aklıma gelenler.

Kendi acısına bakmak, utanmak, utancın dile düşmesi, yüze vurulması ve başkaca katmanları... Kitapta buna dair göndermeler var. Belanın terbiye edişi ana izleklerden biri gibi. Ne dersiniz?

Kitapta bu göndermelerin olması normal, çünkü toplumun bütün kodları neredeyse bu saydıklarınız üzerine kuruludur. Ana iz, belanın terbiye edişinden öte, eksiklik duygusunun toplumsal iki yüzlülüğü ne derecede ortaya çıkardığıdır. Toplumsal iki yüzlülüğün yanında, eksikliğe maruz kalan kişinin yaşamının bir yükten ibaret olduğunu, onda zamanın aksadığını, sık sık geri dönüşlerde bulunduğunu görsek de bu terbiye edilme durumu süreklilik kazanmamaktadır. Başkasına acıyarak bakan kendi haline şükürler dizen iki yüzlü bir toplumuz. Kendi zaafından çok başkalarının zaaflarını ortaya çıkarmada kurnaz bir toplumuz. Bu yüzden ne kadar kötü olursa olsun biri, herkes önce kendinden başlamalı sorgulamaya.

Bir çift gözün öğrettiği de vicdanın uyanışıyla ilgili sanırım...

Göz insanda yaşlanmayan tek organdır. Bir insanın, çocukluktan yaşlılığa dek bir albümü varsa, ona dikkatlice bakarsak, gözün hep aynı ifadeyle, aynı şekilde kaldığını görebiliriz. Öğretileni sadece vicdanla açıklayamayız. Hem vicdan, hem görebilmek hem de içine alıp anlamlandırabilmek olarak değerlendirebiliriz. Yalanı, dürüstlüğü, acıyı, mutluluğu... vs. gözlerden idrak edebiliriz.  Ya da Saramago’nun Körlük romanında söylediği şu cümleyle burayı bitirebiliriz, “... gözlerimizi içimizi gören birer aynaya dönüştürdük, sonuçta gözlerimiz ağzımızla inkar etmeye çalıştığımız şeyleri çoğu zaman hiç çekincesiz gözler önüne serer hale geldi.”

‘Hiçbir başlangıcın kendine bir son hazırlamadığı’ ‘ova’ya son hazırlamak yazar için nasıl bir deneyim?

Aslında bu deneyimi ben bir yıl boyunca zihnimde taşıdım. Orada olgunlaşıp bittiğinde yazım sürecine geçtim. Hikâyeye dair kurgunun sınırları belirgin olduğundan bir son hazırlamak pek zor olmuyor. Ne yaptığının bilinciyle hareket ettiğimizde bu her daim kendini gösteriyor. Ama öte yandan, bir kitabın bitmesi her zaman bir son olmuyor, insanların zihninde o devam ediyor, eksikleriyle, hatalarıyla, fazlalığıyla, izleriyle... Yazının sizi nereye götüreceğini hiçbir zaman bilemiyorsunuz. Kitabın okuyucuyu nereye götüreceğini bilmediğimiz gibi. 

İlk uzunöykü denemeniz sanırım bu kitap... Nasıldı ilişkiniz? 

Evet ilk denemem. Rıza karakterinin yaratım sürecinde çoğu zaman tıkanıp, günlerce metne dönmediğim oluyordu. Fakat daha sonra bunun üstesinden 4-5 saat yürüyerek geldim. Her yürüyüşümde, karakteri de yanıma alıyordum, ona dair eksikleri, fazlalıkları zihnimde tasarlayıp masanın başına oturunca ilerleyebiliyordum. Kitap tamamlandığında, bu sefer bambaşka bir şeylerin peşine düşüyorsunuz; aksamaları arıyorsunuz, karakterlerin konuşmalarındaki eksiklikleri görüyorsunuz, bazı bölümleri yeniden yazıyorsunuz. Açıkçası hiçbir şey tamamlanmıyor, eksik kalıyor çoğu yönüyle. Genel olarak ilk kitaptaki eksiklerimi görmem açısından iyi bir deneyim oldu. 

Belki bir roman gelir peşi sıra...

Şimdilik bir romandan bahsedemiyorum. Ama ileride neden olmasın.