26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Gökkuşağı günler

Ne anlatıyorsa anlatsın, Sevinç Çokum’un Türkçesi billur bir su gibi, duru ve tatlı. Yer yer revnaklı ve “denizin geniş, ağır gelişli dalgaları” gibi etkileyici. Cümleye haysiyet ve zarafet kazandıran güçlü bir kalemi var.

TURAN KARATAŞ10 Mayıs 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Gökkuşağı günler
Hilâl Görününce’yi (1984) ne vakit okuduğumu hatırlamıyorum. O zamanlar okuyup bitirdiğim kitapların son sayfasına tarih yazmak âdetim yoktu. Yayımlandıktan biraz sonra olmalı. Çünkü yazarın üçüncü hikâye kitabı Makina’yı (1976) 20 Ocak 1983 tarihinde satın almışım, bazı öyküleri beğendiğimi imleyen işaretler var sayfalarında. (Bir ayraç; kitabın son öyküsü “Eskimeyen Adam”ın hemen başında yer alan “Hey vatman efendi! Bu adamı tramvaya almayın!” ikazı nasıl etkilemişti beni. Sanki horlanan babamdı, emmim, dayım, “bizim diyar”dan herhangi biri. Unutamadım. Çok sonraları bir başbakanın, insanı insan olmaklığından utandıran “çıkarın bu hanımı buradan” mealindeki talihsiz ve tarifsiz ayıbını duyunca; hikâye kişisi Nimet Hanım’ın, köylü ve hamal diye horladığı Kadir efendi için sarfettiği o cümleleri hatırlamıştım. O zaman iyice ayırdına varacaktım ki, bu ülkede Nimet Hanım’la Abdülkadir Efendi’nin birlikte yaşama sorunu var, tahammül gösterememe hazımsızlığı var.) Diyeceğim, “Eskimeyen Adam” ve benzeri güzel öyküler Hilal Görününce’ye sevk etmiş olmalı beni. (Çok zaman böyle olur; iyi eserler, başka iyi kitaplara götürür.) O gün bugün, Sevinç Çokum adı geçince, bu roman düşer aklıma. Neden? İçeriğinden belleğimde bir şey kalmamış. Ama adı, “hilâl görününce”, ne hoş bir isimdir. Çok geniş, mistik çağrışımlarla yüklüdür. Hemen aklıma düşen, hilâl görünür ve “samanyolunda ziyafet”e çağırır bizi. 
 
Şimdi önümde, yazarın birkaç gündür okuduğum İskele Gazinosu. Sevinç Hanım, aklının erdiği günlerden 70’lerin ortalarına kadar, çok az ileriye sıçrayışlarla, çeyrek asrın zihninde kalan görünüşlerini, figürlerini sergiliyor, tanıtıyor, anlatıyor. Yani yaşadıklarını, şahit olduklarını, tanıdıklarını, duyduklarını. Bir hatıralar bohçası açıyor önümüze. Başka hayatların, yakın uzak kişilerin, olayların öyküsünü katarak içine. Elbette bir ömür, sadece onu yaşayanınkinden ibaret olmuyor. Şahit olunan her olay, duyulan bir haber,  çevrenizde bulunan akraba, arkadaş, dost veya uzak yakın kişiler; çeşitli öykücüklerle bu hayatı besleyip zenginleştiriyor. Sevinç Çokum’un çocukluk ve ilk gençlik yıllarında nasıl bir ömür sürdüğünü, nerelerden geçtiğini, kimlerini tanıdığını, nasıl yetiştiğini, hangi zevklerle yoğrulduğunu okuyoruz. Bununla birlik anlatıcının içinden çıkıp geldiği zamanların sanat eğilimlerini, modalarını, bilhassa müzikte neredeyse bütün dünya gençliğini etkileyen güçlü, popüler seslerini de tanıyoruz. Dönemsel alışkanlıkları dinliyoruz. Tarihî bir silsileyle anlatılmasa da, kitapta önümüze serilenler, rengârenk anılarla dokunmuştur. Fakat şurası da var, hemen her hâtıra, muhayyilenin ve hafızanın oyunuyla içine az biraz masalın, fantezinin, kurmacanın karıştığı bir anlatıdır. 
 
YILDIRIM GİBİ GEÇTİ
 
İskele Gazinosu’nda; radyonun aileden biri olduğu zamanlardan, danslı tangolu nişan ve düğünlerden, parası az ama mutlu yaşamalardan, eskinin hemen atılmayıp işe yarar hâle getirildiği, söküklerin dikildiği bereketli ve kanaatkâr vakitlerden, masum aşklardan, büyük felâketlerden, alâmeti storlu siyah perdeler olan karatma günlerinden, konserlerden, daha birçok olgu, kişi, mekândan söz açıyor Sevinç Çokum. Daha ziyade dile gelen 50’lerin, 60’ların yaşantıları. Çünkü çocuklukta, ilkgençlikte zihne yerleşen ve kolay kolay silinmeyen gökkuşağı renkli, yıldırım süratli günlerin özlemi, ileri yaşlarda insanı yoklar durur. Yazar, bunları anlatırken varsıllaşmamıza rağmen geçmişteki birçok nesneyi, görkü yaşamalarımıza katarak zenginleşemediğimize hayıflanıyor haklı olarak. Mesela, dostlukların, komşulukların bir çeşit akrabalık duygularına dönüşerek yaşamayı tatlandırdığı, kolaylaştırdığı hâlleri terk etmemizin bugünkü yoksunluğuna değiniyor. Hâtıra yazılarının hâkim havası hüzündür; “bulutlu, kasvetli bir hava” gibi çöken, fakat diri tutan bir hüzün. Sevinç Hanım, insan çehrelerinden yansıttığı ışıklarla, güzelliklerle bu havayı tatlılaştırıyor.  Yazar için mutlaka bir değeri vardır, kitaptaki bazı ayrıntıların; fakat bugünkü okuyucuya bir kıymet ifade ettiğini sanmıyorum. Çok hususi malûmatlar bunlar. Örnekse Ayten Alpman ile İlham Gencer’in 1953’te evlenmeleri, çocukları vb. Bunlar yerine, yazardan, yedi yaşındayken Torosları yayan yapıldak aşıp İstanbul’a ulaşan babasından geniş bahisler açmasını beklerdim. Yahut, yaramaz, çocuk, ergen, hoppa üç kız torunun eğlenmesine maruz kalan, Türkçe konuşamayan babaanneden. 
 
JAPON GÜLLERİ
 
Ne anlatıyorsa anlatsın, Sevinç Çokum’un Türkçesi billur bir su gibi, duru ve tatlı. Yer yer revnaklı ve “denizin geniş, ağır gelişli dalgaları” gibi etkileyici. Cümleye haysiyet ve zarafet kazandıran güçlü bir kalemi var. Ancak uzak ve aydınlık bir rüyanın üzerimizde bıraktığı intibalar gibi, yer yer tesirli ifadelerle mest oluyoruz. Söz gelimi, altmış yetmiş sene evvelinin Yalova’sındaki  Termal’i bir cümleyle gözümüzün önüne getiriyor: “Yaklaştıkça bir mücevher kutusunun kapağı açılıyor ve yastıklar üzerine işlenmiş, binbir gece masallarının alacalı renklerine, çiçeklerine, yelpazelerine ve tütsülerine kavuşuyordunuz.” Sonra Yalova’nın “insanı deli eden” çiçeklerini betimlediği cümleleri. Görür gibi oluyoruz ortancaları, japon güllerini, nilüferleri, boru çiçeklerini, rozet çiçeklerini ve “koyu yeşil yapraklarının üstünde kıpkızıl yükselen ateş çiçekleri”ni. 
 
Editör yahut son okumayı yapan kişi yeterince özen gösterememiş mi ya da ne yaparsanız yapın baş edemezsiniz yazım yanlışlarıyla mı demeli, bilemedim. Sayfa düzeni yapan kişi (tasarımcı), çok küçülttüğü için bazı fotoğrafların birçok hususiyeti kaybolmuş. Hâlbuki her yerde göremeyeceğimiz, bulamayacağımız fotoğraflar. Böyle görsel malzemenin yer aldığı kitaplar daha nitelikli bir kâğıda basılmalı. Bu hâliyle bazı fotoğraflar için, konmasa daha iyiydi, demek gerekiyor.