23 Nisan 2024 Salı / 15 Sevval 1445

İnsan başka türlü görünce her hücresi göz olur

Ayşegül Genç: “Yaşadığımız çağ bize düştüğümüzü unutturuyor, refleks geliştirmemizi engelliyor. Düşen kendi çığlığı ve acıyan dizleri ile karşılaşmadan başka bir boyuta geçiyor. Ben başka türlü görerek bu düşüşü anlatmaya çalıştım. İnsan başka türlü görünce de her hücresi göz olur.”

HALE KAPLAN ÖZ8 Ağustos 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
İnsan başka türlü görünce her hücresi göz olur

Ceylan Uykusu son zamanlarda okuduğum en iyi öykü kitabı. İz’in Muhayyel serisinden yayınlamış. Müellifi Ayşegül Genç... Yazarın neyi anlattığı kadar nasıl anlattığına dikkat kesilen bir okursanız, bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum. Bitmesin diye ağırdan alacak, göğsünüze bastırıp bastırıp okuyacaksınız.

Sizin yazınınızda beni en çok etkileyen anları, nesneleri tasvirdeki çoğul çağrışım. “Horozların yaygarasından perde...”, “Güvercin sessizliğinde ilerleyen acı...”, “O Wall Street, ben Sırat Köprüsü.” Bu, çoğu zaman şiire yaklaştırıyor öykünüzü, katılır mısınız? 

Edebiyatın her şubesi bekleyen ile beklenen arasındaki mesafe ile ilgilidir. Menzilde ne olduğu çok önemli değildir. Kişi, ideal, yara, insan, toplum, inanç, bazen de metnin bizatihi kendisi.  Bu mesafenin kelime cinsinden hesabını yapar her edebiyatçı. Şiir mesafeyi kısa yoldan aştırır, roman uzun yoldan… Öyküm şiire yaklaşıyorsa bu beni sevindirir. 

Metaforları en yoğun kullanıldığı öykünüz de sanırım ‘Kırlangıç Uşağı’. Kitabın sonuna saklamışsınız. Kitap zirvede bitti benim için…

Evet, benim için de özel bir öykü. Anadolu’da göz hekimlerine Kırlangıç Uşağı denilirmiş eskiden. Âşık Veysel’in hayatını okurken karşılaşmıştım bu ifade ile. Bu hekimler köy köy gezer, ihtiyarların gözlerindeki katmanı özel bir diken ile çizerlermiş. Basit bir katarakt ameliyatı da diyebiliriz. Görme engelliler köy halkına sürekli sorarlarmış “Kırlangıç Uşağı geldi mi/gelecek mi?” diye.  Dağlarda tepelerde beklerlermiş. Dolaşanıyla, bekleyeniyle Anadolu’yu anlatan hikmetli bir hikâyedir bu. Günümüzde hazların yakınlığı ve arzu bolluğu insana körleşme yolunda mesafe kat ettiriyor. Kendi karanlığını kendi elleri ile şekillendiriyor insan. Bilgi çağı deyip kalbi öteliyoruz, kanaatin tanımını öğreniyoruz ama kanaati öteliyoruz, sadakatin hikâyesini okuyoruz ama sadakati öteliyoruz. Peygamberleri kronolojik olarak biliyoruz ama peygamberî olanı öteliyoruz. Eksilmenin konforu, bitmenin hazzı, tükenmenin mutluluğu derken karanlığımızı karanlıkla sıvıyoruz. Sonra da bir Kırlangıç Uşağı hasreti çekiyoruz. Bu yönü ile de bizden bir hikâyedir. 

Kırgınlığın insanı güçlü kıldığını söylemişsiniz ‘Sonsuz, Şimdi ve Dün’de. Yazmak için kırgınlığın gerekli olduğunu düşünürüm. Söylenmediğinde devleşen söz ile yazının nasıl bir ilişkisi var sizce?

Kırgınlar burada zayıf görünür ama bir bütünün içinde en güçlü olanlardır. Kalbi kırık ölenler, ahiret yurdunun varlığına en büyük delil değil midir? Kim ki burada yarım kalmıştır tamamlanır orda, kim ki kırılmıştır onarılır. Buna inanmaz mıyız, buna sarılıp, yaralarımıza bunu basmaz mıyız? Öfkenin, intikamın, şiddetin uzağında başka bir tavırdır bu. Kırgınlık, tüm borçları ödeyip, alacaklı gitmektir dünyadan.  Diğer taraftan kalbimizdeki kırık nokta insan olmaya en yakın olduğumuz noktadır da. Onu kelimelerle öyle bir sarar ve onarırsınız ki o yer zamanla insanın en sağlam yeri olur. Muhatabı ile buluşacağı bir zemine dönüşür. Öteyi beriye çeker. 

‘Ali Efendi’nin Gözleri’ dört duyu ile yazılmış muhteşem bir öykü. Anlatımda gözü dışarıda bırakmanın imkanlarından bahsedelim mi?

Öyküde görmekten, gözlem yapmaktan bahsederiz genelde. Bu yönü ile öykünün göz ile alakasını daha fazla kuruyoruz. Diğer yandan beş duyu organımız var ama duyarsızlıklarımız ile meşhuruz. İnsanı duyarlı kılmak adına arttırılmış gerçeklik adı altında sadece gözleri değil tüm duyu organlarını harekete geçiren filmler, oyunlar, gösteriler sunuluyor son zamanlarda. Bir sergideki pano birdenbire çiçek açıp kokmaya başlıyor ya da salonun ortasında aniden bir gölge geziniyor, üzerinize sanal yağmur yağıyor. İnsana insan olduğunu hissettirebilmek için her yolu deniyor sanatçılar. Neden? İnsan duysun diye. Oysa insan duyular üzeri bir varlık da aynı zamanda. Kalbi uyanıksa ve taşlaşmamışsa duyular birbirlerinin yerine geçebiliyor ve birbirlerini tamamlayabiliyorlar. Ses yokken görüntünün, görüntü yokken sesin izinden gidebiliyor insan. Arttırılmış gerçekliğe inat. Hatta rüyada düştüğünü gören insan bir anda uyanır değil mi? Beş duyusu da uykudayken insanı uyandıran refleks biriktirdiği düşüşlerin, deneyimlerin toplamıdır. Sanırım tam olarak sorunumuz bu.  Yaşadığımız çağ bize düştüğümüzü unutturuyor, bir refleks geliştirmemizi engelliyor. Düşen insan kendi çığlığı ve acıyan dizleri ile karşılaşmadan başka bir boyuta geçiyor. Ben başka türlü görerek bu düşüşü anlatmaya çalıştım. Ama insan başka türlü görünce de her hücresi göz olur.

Kitabı Aylan’a ithaf etmiş, ülkemin kıyıya vuran tüm çocuklarına diye eklemişsiniz... ‘Son Kuşlar’ öyküsündeki denizin ikiye yarılması mucizesine sizi taşıyan neydi?

Hem kıyıya vuran hem kıyıda bekleyen benim. Böyle düşünürüm.  Bu coğrafya bana böyle düşünmeyi öğretti. Hz. Musa kıssası, yalnız olmanın, yolda olmanın ve bir akışın içinde ilerlemenin tecrübe yeridir, meskenidir. İnsanın kendi ile yalnız kalıp, kendine bir ayna tutup, kendini aradığı ve kendini aştığı yerdir. Bu kıssa, insanın kendisini bulmak için besmele çektiği ‘telaki’ noktalarından biridir. Sezai Karakoç “Suda kendini gören at, ürker ve nehri geçemez.” der...  Suyun kıyısına geldiğinde kendi suretini aradan çıkarmak, suyu yaratanı anlamak, ona güvenmek, kendi kusurlu halini aşmak gerekir. Kendini aşmak için başkasının yarasına tutunmak gerekir. Surette, şekilde, kendinde takılı kalan suyu aşamaz çünkü…  Suyu aştıktan sonra suyu nasıl aştığınız önemsiz kalır bu açıdan. Su ikiye yarılır geçersin, bir gemi ile karşılaşırsın, bir sanduka ile nehre bırakılırsın yahut eteğin ıslanmadan yürüyerek geçersin.   Asıl mucize, kulun elinden geleni yapıp yardımı kaçınılmaz kılabilmesidir.

Meselesi olan öyküleriniz yoğunlukta, sanat ve sorumluluk üzerine neler söylemek istersiniz?

İyi ve kötü arasındaki mesafeyi yitiriyoruz. Modern insan varmak için değil şimdi burada sonsuza dek kalmak için uğraşıyor. İyiliğin yüceliğine, kötülüğün çukurluğuna dair ayrımı gün geçtikçe kaybediyor. Değersizleştirilen iyilik ile övülen kötülük aynı hizaya geliyor. Geçtiğimiz günlerde bir eylemci şöyle bir slogan atmıştı: “Fuhuş yap, onurlu yaşa!”. Anlatmak istediğim tam da budur. İyi ve kötü arasındaki mesafenin yitirilişine (fuhşu ve onuru eşitlemek) uç bir örnektir bu. İnsanı insan yapan değerler kaybolursa, kelimeler arasındaki mesafeler tüketilirse insanın dünyadaki düzeltici rolü de sorumluluğu da ortadan kaybolur. Kelimelere ihtiyaç kalmaz. Mana buharlaşır. İnsan bir bedenden dolayısı ile bir nesneden ibaret olur. Boğaz köprüsünde intihar etmek isteyen bir genç yüzünden trafik tıkandığında iki genç hanım sinirlenmiş ve “atlayacaksan atla kardeşim” demişlerdi. Genç atladı ve öldü. Çünkü o gencin bedeni bir nesnedir ve yolu tıkamaktadır. Oysa bizim atalarımız kelimelerin anlamlarına olduğu kadar sıralarına da riayet etmiştir. Güzel bir çocuk gördüklerinde “Güzelmiş, maşallah.” yerine “Maşallah, güzelmiş.” derlermiş. Güzelmiş’ten maşallah’a giden yolda çocuk nazara gelmesin diye. İki kelimenin yerini değiştirmek bile menzili/sonucu değiştirebilir diye. Böyle hassas bir düşüncenin mirasçılarıyken kelimeleri sorumsuzca sarf etmek, kelimeleri bir başıboşluğa hapsetmek ne kadar doğrudur? Ben sorumluluğa inanırım. İnsan bedeninin bir nesne değil emanet olduğuna. Her kelimenin bir haysiyeti olduğuna!

2000 sonrası Türk öykü yayıncılığında ciddi bir artış oldu. Ne oranda takibini yapıyorsunuz? 

Elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Günümüz öyküsünü takip etmeye çalışırken geçmişten bir yazara dönüp heyecanlanabiliyorum. Mesela Bahaeddin Özkişi gibi. Ya da klasikleri okurken günümüzden bir öykücüye dönüp öyküsünde kaybolabiliyorum. Emre Ergin gibi. Takibin yerini nasip kısmet meselesi alıyor böylece:)

Bir öykü kitabını okumaya nasıl karar verirsiniz? İlk sayfasını okuyarak mı yoksa öyküdeki Muzaffer gibi son sayfasını okuyarak mı?

Klişe bir giriş ile başlamıyorsa başından başlarım, klişelerle doluysa sonuna göz atarım. Bazen ortasından ilginç bir cümle yakalamaya çalışırım. Bazen de orası burası şurası derken metin önemini kaybeder. Tersi de olur. Orası burası derken bir de bakmışsınız metni on kere okumuşsunuz.