26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Kutsalın entrikaya direnişi

Mustafa Armağan Ayasofya Entrikaları’nda Ayasofya’nın yapılışı, maruz kaldığı istilalar, din değiştirmesi, bir Osmanlı külliyesi oluşu ve müzeleştirilme sürecini detaylı bir şekilde ele alıyor.

Celal Kara9 Mart 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Kutsalın entrikaya direnişi
Tarih meraklılarının heyecanla beklediği Mustafa Armağan’ın Kapı Yayınları tarafından yayımlanan ilk kitabı Ayasofya Entrikaları kamuoyunda oldukça ses getireceğe benziyor. Fotoğraflar, belgeler ve resimlerle desteklenmiş eser, oldukça titiz bir çalışmanın ürünü. Ayasofya’nın yapılışı, maruz kaldığı istilalar, din değiştirmesi, bir Osmanlı külliyesi oluşu ve müzeleştirilme süreci detaylı bir şekilde ele alınıyor.

 “Ulu Mabed”in yapılış öyküsüyle başlayan kitap, aslında bizim bildiğimiz Ayasofya’nın üçüncü Ayasofya olduğunu ve daha önce yapılan iki Ayasofya’nın başına neler geldiğini anlatıyor bize. Bu ilk bölüm, aktardığı tarihî bilgilerin yanı sıra bünyesindeki teolojik-felsefî ve mimariye dair bilimsel bilgilerle de oldukça dikkat çekici. Ayasofya’nın erken dönem tarihini okurken aynı zamanda bir Bizans ve Doğu Hıristiyanlığı tarihi okuma fırsatı da edinmiş oluyoruz.

Ayasofya’yı kim tahrip etti?

Üçüncü Ayasofya yapıldıktan sonra İstanbul’un fethine kadar geçen süreçte Ayasofya’nın talihini etkileyen iki çarpıcı hadiseden söz ediyor Armağan: İkonoklazm ve Latin İstilası. İkonoklazm, Hıristiyanlıkta bir dönem hâkim hâle gelmiş ve tasvirlere karşı çıkan bir dini görüş. Ayasofya’nın mozaiklerinin büyük bir kısmının bu akımın hâkim olduğu dönemde tahrip edildiğini öğreniyoruz. Sonrasında ise Latin istilacıların İstanbul’u hile işgal ettikten sonra yağmaladıkları, Ayasofya’nın da bundan fazlasıyla nasibini aldığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Armağan bu olayları anlatırken bir noktaya dikkat çekiyor: Ayasofya’yı yağmalayanlar Hıristiyanlardı, Müslümanlar onu tahrip etmek şöyle dursun, korudular ve güzelleştirdiler.

Bizans’ın baş katedrali olan Ayasofya’nın imparatorun şahsi mülkü olduğunu, fetihten sonra da mabedin mülkiyetinin Osmanlı sultanına geçtiğini aktaran Armağan, Fatih’ten başlayarak Osmanlı padişahların nasıl dikkatli adımlarla Ayasofya’yı bir Osmanlı külliyesine çevirdiğini; sırasıyla minarelerini, muvakkithanesini, sebilini, mektebini eklediğini anlatıyor. Mozaiklere hiçbir zarar verilmediğini, üzerlerinin sadece ince bir sıvayla örtüldüğünü aktaran yazar, Ayasofya’nın halk nezdindeki itibarını, “Ulu Mabed”deki Kadir gecelerinin toplumsal etkilerini tarihten tanıklıklarla aktarıyor. Bu noktada Armağan, “Müslümanların zaten Ayasofya’yı öz malı olarak gördükleri, İslam’dan önceki Hıristiyanları “O dönemin Müslümanları” olarak tanımladıkları düşüncesini öne çıkarıyor. Sultan Abdülmecid devrinde Ayasofya’nın restorasyonunu üstlenen Fossati Kardeşler’in yayımladıkları Ayasofya mozaiklerini gösteren bir albüm, Hıristiyan dünyasındaki Ayasofya hassasiyetini tekrar ortaya çıkarıyor. Armağan, bu süreç sonrasında Batı dünyasında bir  “Ayasofya kamuoyu” oluştuğuna dikkat çekiyor ve Rusya’dan İngiltere’ye kadar bir dizi örnekle bu iddiasını güçlendiriyor. İmparatorluk için bir hezimetle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı sonrası Ayasofya konusunda dış güçlerin emellerinin daha da kuvvetlendiğini görüyoruz. Ayasofya’ya gönülden bağlı olan Osmanlı askerlerinin ise bu konuda oldukça ilginç bir tedbire başvurduğunu öğreniyoruz. Ulu Mabed’i düşmana teslim etmek yerine havaya uçurmayı göze alan Osmanlı karşısında Mütareke devletleri Aya sofya’yı işgal etmekten vazgeçiyor. Savaştan sonra ise Ayasofya’nın kime teslim edileceği konusunda aralarında anlaşamadıkları için, Hint Müslümanlarından çekinen İngiltere’nin de baskısıyla mabedin Osmanlı’da kalmasına karar veriliyor.

Atatürk imzası sahte mi?

Milli Mücadele kazanıldıktan sonra Ayasofya 1933-34 yıllarında Amerikan Bizans Enstitüsü bünyesinde görevlendirilmiş Thomas Whittemore öncülüğünde bir ekip tarafından restore ediliyor. Rockefeller, Crane gibi milyarder ailelerin desteklediği Whittemore’un ve ABD büyükelçisinin o dönemde Atatürk’le sürekli dirsek temasında olduğunu öğreniyoruz. Restorasyon bitince Ayasofya müze olarak hizmete açılıyor. Whittemore-Atatürk görüşmelerinin ve Atatürk’ün “Ayasofya Müzesi Ziyareti”nin belgelendiği bu bölümden sonra işin hukuki boyutuna odaklanıyoruz.

Ayasofya Kararnamesi olarak 1940’larda ortaya çıkarılan evraktaki Atatürk imzasının bildiğimiz Atatürk imzalarına hiç benzemediği ilk bakışta fark ediliyor. Ayrıca sıra numarası olmayan bu kararnamedeki tarihin soyadı kanununun yayımlanma tarihine uygun düşmediği de Armağan’ın yürüttüğü çalışmayla ortaya çıkıyor.  Ayasofya’nın hukuki statüsünün vakıf olduğuna dikkat çekilen bu bölümde Vakıflar Kanunu gereğince yapılması gereken işlemler tek tek anlatılıyor ve Ayasofya’nın cami yerine müze olarak kullanılmasının hukuka aykırı olduğu dillendiriliyor.

Müze kimliğinin Ayasofya’nın ruhuna aykırı olduğu, asırlarca insanların ibadet için koştukları bir yapının ticarethaneye çevrilmesinin tarihe ve insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu düşünen yazar, “Ayasofya’da kutsalın direnişi”ni desteklemek gerektiğini savunurken, meseleyi sadece Müslümanların değil, tüm insanlığın meselesi olarak ele almayı öneriyor. Ayrıca, Ayasofya’nın cami olmasının turistlerce ziyaret edilmesine engel olacağı fikrine karşı çıkıyor ve çözüm bulmak istendikten sonra, bulmakta bir zorluk yaşanmayacağının teminatını veriyor.