26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Latin Amerika’nın şafağında bir münzevi

Şilili yazarı Carlos Labbe, 1977 doğumlu olmasına karşın yedi roman yazmış ve İspanyolca yazan en iyiler arasında gösteriliyor. Modernlik dozu her ne kadar okurken çok dikkat gerektirmesi bakımından yorucu olsa da Sayıklama, Latin Amerika edebiyatına değer verenler için el altında bulunması gerekenler listesine yazılıyor.

ERDİNÇ AKKOYUNLU4 Kasım 2017 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Latin Amerika’nın  şafağında bir münzevi
Latin Amerika edebiyatını, Latin Amerika’nın siyaseti ve ikliminden ayırmak mümkün değil. Her ne kadar Avrupa edebiyatı da siyasetten ve iklim koşullarından çokça beslense de, iş Latin Amerika’ya geldiğinde iki unsur birer roman kahramanı olarak karşımıza çıkar: 
 
Dört kişinin bir araya geldiğinde darbe yapabildiği siyasi istikrarsızlıklar, albay rütbesindeki cuntalarla yönetilen ülkeler, resmi ordu ile uyuşturucu karteli paylaşımı için savaşan terör örgütleri, arada harcanan ve çoğunlukla masum olmayan yerel halk... Günlerce dinmeyen yağmurlar... İçinde balık hariç her türlü yırtıcının kol gezdiği koyu yeşillikte akan nehirler... Kanatlarını yapıştıran nemde uçamadığından, biri öldürerek bu işkenceye son versin diye vızıltısıyla kulak yırtan sivrisineklerle dolu köyler... Çelik gibi sıcak... Yapışkan sıcak... Kavuran sıcak... Bayıltan sıcak... Terden öldüren sıcak... Ve dağlarda uğultusu baş döndüren, çoğunlukla da zatürree eden rüzgarların ana vatanı Latin Amerika... Rüşvetçi politikacıları, güvenilmez kanun koruyucuları, her seferinde yalan kuyusuna düşen esnafları, sözünde durmayan genç kadınları ve aşk acısı çekmek yerine basıp gitmeyi tercih eden delikanlılarıyla Latin Amerika... Dünyanın bir parçası değil de, Güney Kutbu’na doğru uzanan ve hemen herkesin kötücül düşünceleriyle, karanlık taraflarının ete kemiğe bürünerek insan eliyle var edilmiş bir ütopyasına benziyor. 
 
BABAANNE ÖLÜLERLE KONUŞMASAYDI
 
Ama tarihin burasından bakınca; yani Latin Amerika’ya kuzeyden enjekte edilen siyasi istikrarsızlık, sosyal çürümüşlük ve kafa dumanlandıran kimi uyuşma biçimlerini düşününce, bu sözleri etmek coğrafyaya haksızlık sayılmıyor. Gerçekte ise Mayalar ve İnka gibi medeniyet tarihinin temel taşlarını dünya denen çukura yerleştiren bir soydan gelen Latinler, gözlerini altın parıltısı bürümüş Avrupalıların önüne geçilemez hırslarının kurbanları oldu. Önce Maya’lar ve İnka’lar büyük bir soykırıma uğradı. Yerel dilleri ve anlatı biçimleri kayboldu. Ve değiş tokuş ya da alışveriş aracı olarak değil de sadece süs eşyası maksadıyla kullandıkları altınları Avrupalılara yani Portekiz ve İspanyol denizcilere kaptırıp da, yerine onların dilini ve dini Hıristiyanlığı almalarına karşın, Latinler yüz yıllarca rüyalarını hala Maya ve İnka diliyle görmeye devam etti. Eğer böyle olmasaydı Gabriel Garcia Marquez’in babaannesi ölülerle konuşmaya, rüyaları yorumlamaya, vaktinde yağmayan yağmurların kötü şans getireceğine, evli kadınların ilk erkeklerinin zifaf gecesindeki resmi nikahlı eşleri olması gerektiğine ilişkin inançlarını sürdüremez... Biz de anlatı dilini ve kurgu inşa tarzını babaannesinden alan yazarın Yüz Yıllık Yalnızlık ile Kırmızı Pazartesi romanlarını asla okuyamazdık... Ve bu iki roman olmasaydı, dünya edebiyatında evrendeki en büyük kara deliği dahi yutabilecek bir boşluk oluşurdu. En azından benim yüreğimde öyle...  Bu sebeple Latin Amerika’ya tıpkı Doğu’ya yani bize Türkiye’ye bakılan Oryantalist bakış ile bakıldığı gibi Avrupa’nın istediği gibi bakarsanız, Marquez’in babaannesinin bir hayal mahsulü olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat Latin Amerika’ya kültürel emperyalizme uğrama açısından Türkiye’nin ya da Doğu’nun çok ama çok uzaktaki kaderdaşı olarak bakarsanız... O zaman Marquez’in babaannesinin düşlerinin Anadolu’nun herhangi bir yerindeki bir babaanne ile tıpa tıp benzediğini görürsünüz. 
 
ONLAR MODERN OLDU
 
Peki bu çok melankolik duruş biçimi, edebi olarak bize ne kazandırır ki? Latin Amerika edebiyatını Everest dağ dizisi gibi erişilmez ve yüce yapan kurucu babalar Carlos Fuentes, G.G. Marquez. Vargas Llosa, Pablo Neruda, Julio Cortazar  ve Jorge Luis Borges olarak sayılabilir. Çoğu Nobelli bu efsane kadro, tıpkı Latin Amerika›nın futbol tarihindeki gibi dünya edebiyat kalesine muhteşem hareketlerle atılması imkansız goller bıraktı. Üstelik bunu yaparken de onları sömürgeleştirenlerin dili İspanyolca ve Portekizceyi kullandı. Bu büyük ustalar edebiyat tarihine büyülü gerçekçilikten, sadeliğin ihtişamına değin pek çok tarzda nitelikli yapıtlar kazandırırken, kendilerinden sonra gelecek nesillerin edebiyatı için de kolay bitmeyecek bir kredi bıraktılar. Fakat Latin edebiyat tarihi de tam burada çatallandı. 1980’lerin başından itibaren yeni Latin Amerika yazarları ne yaparlarsa yapsınlar, büyük ustaların gölgelerinden kurtulup, kendi varlıkları ve özgünlükleriyle ortaya çıkamayacaklarına ikna oldular. O saatten sonra da Latin Amerika edebiyatı büyük bir değişime uğradı. Operasyonun adı “Özgünlük için modern ol” idi... 
Bu akım beraberinde dünyanın en zengin babasının servetini ret eden bir evladın yeniden zengin olma yollarını kısa sürede bulmasına benzedi. Modern roman akımını Fransızlardan alan Latinler, modern romana yeni Everest dağları kazandırdı. Son dönemde hepsi mükemmel olmasa da, biçim ve işçilik açısından taktire değer pek çok Latin okudum. J.Gabriel Vasques, Cesar Aira, İsabel Allande, Eduardo Galeano, Alejandro Zambra, Evelio Rosero. Son olarak da Notos Kitap’tan Saliha Nilüfer çevirisiyle yayımlanan Carlos Labbe’nin Sayıklama adlı romanını okudum. Yine modern roman çabasının ürünü olan romanda Carlos ve Elisa’nın bir romanda başlayıp daha sonra kurgu ile gerçeğin iç içe geçtiği, gerçekten de türler arasında geçiş yapan özelliğiyle de ilgi çeken romanını okudum. Şili’li yazarı Labbe, 1977 doğumlu olmasına karşın yedi roman yazmış ve İspanyolca yazan en iyiler arasında gösteriliyor. Modernlik dozu her ne kadar okurken çok dikkat gerektirmesi bakımından yorucu olsa da roman, Latin Amerika edebiyatına değer verenler için el altında bulunması gerekenler listesine yazılıyor. Önemli olan Carlos Labbe gibi yazarların Türkiye’de yayımlanması elbette; ama daha da önemli olanı Labbe ya da demin saydığım isimler gibi modern yazan Türk yazarların da Türkiye’ye yayımlanması... Fakat yayınevleri kapılarına kamyon çekip, belli bir türün ve üslubun dışındaki kimseyi içeri sokmazken, Şili’deki bir gazetenin kitap ekinde modern bir Türk yazar için galiba şu an okuduğunuz gibi bir yazı hiç yayımlanmayacak... Şükrü Erbaş  ‘Küçük Acılar’ şiirinde şöyle diyor:
 
‘Ağzı çirkin bir kadın
Yalnızlığında bile
Gülmeye utanıyor
Bu da bir acıdır.’
 
İşte edebiyatımız için bence Latin Amerika›da modern bir Türk romanıyla olmayışımız da bir acıdır...