26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Medeniyeti kuran mimari adaptır

‘’Şehir hatırlatandır’’ der Romalı bilgeler... Hatıradan hafızaya, bilgiden bilince mertebe geçişi ve kalıcılığı sağlayabilmek adına, Osmanlı mimari adabını, bir tür nostalji veya mitoloji olmaktan çıkartıp güncelleyebilmeliyiz.

Sİbel Eraslan 10 Ağustos 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Medeniyeti kuran mimari adaptır

İtalo Cavino’nun Görünmez Kentleri’nde sayfalar boyunca, anlatı ile mimari arasındaki benzeşimi izlersiniz. İkisi de “bir şey’i kurarlar. Hem öyküyü hem mimariyi... Şehirlerin biyografisini, şehir planlamalarından çıkartabiliriz... Mimari, içinden yükseldiği toplumun öz hikayesidir.

“... Seyyah Marco Polo, sabırla yürüdüğü uzun Asya steplerinin ardından, Doğu’nun büyük hakanı Kubilay Han’ın huzurundaydı nihayet… Han’a göstermesi gereken ihtiramı iliklerine kadar hissettiği halde, kısa sürede onu; meraklı ve konuksever bir arkadaş olarak da bulmuştu… Kubilay Han, hanedana ait Kış Bahçesi’ndeki kıyıları kiraz çiçekleriyle süslü buz mavisi gölün üst kıyılarına seyyah Marco Polo’yu karşılamak üzere inşa ettirdiği beyaz kulenin seyirlik camekanından bakarken sormuştu:

“Köprülerin sebatlı duruşunu neye borçlu olabiliriz, birbirine sımsıkı şekilde kenetlenmiş taşlar mıdır bunun sırrı?’’…

‘’Hayır…’’ diye içtenlikle cevap verdikten sonra, Kubilay Han’ın yaslandığı atlas minderlerin yanına diz çökerek eklemişti bilge seyyah: ‘’Köprüyü taşıyan sebat, kolkola geçmiş o taşların büklüm açılarıyla kurduğu kaviste saklıdır…’’

Hayretle kaşlarını kaldıran Kubilay Han, yeni bir soruyla karşılamıştı onun bu ağırbaşlı cevabını… ‘’Peki niçin günlerden beri taşların hikayesini anlatıp duruyorsun bana…’’

‘’Çünkü…’’ deyip iç geçirdikten sonra Marco Polo… Şöyle demişti: ‘’Taşlar yoksa, kavis de yoktur da ondan…’’

SÖZ MÜ TAŞ MI?

Taşlar mı yoksa Kavisler mi, hangisidir zamanı sabırla taşıyan?

Zamanı taşımak konusunda taştan çok daha güçsüzdür oysa söz. Çünkü söz gölgesizdir. Ve ona ne zaman el atsak her seferinde az biraz değişir, her anlatıcının, meddahın veya masalcı ninenin tekrarı, Necid çölünde her sekine rüzgarıyla yer değiştirip duran kumul tepeleri gibi oradan oraya gider. Anlatı, sanatlar içinde değişime en açık olanıdır bu yüzden… Taşa göre, ruha ve rüzgara daha çok benzer söz…

Peki tarihin kendisi söz müdür taş mıdır daha çok? Sözgelimi tarih ile anlatı arasındaki ilişki hangi düzeydedir? Sanırım tarihin büyük talihsizliği, anlatılmadığı yani geleceğe intikal edemediği sürece, kendi gerçekliğini de kuramayacak oluşu şeklindeki paradoksla ilgilidir. Gelecekte anlatılmadığı takdirde, bir türlü tam anlamıyla gerçek olamayacaktır o, bir omuz silkişi kadar sürecek, can sıkıntısı bile kalmayacaktır ondan geriye…

Osmanlı Mimarlık Kültürü adıyla kitaplaştırılmış bir sempozyum hasılası var bu ay masamda. Mimarinin onu üreten medeniyetin, tarihinden, coğrafyasından, jeopolitik konumundan, inanç, fikir, adet ve geleneklerinden, yaşadığı sosyo kültürel etkileşimlerden, sanat ve zenaatinden ayrı düşünülmesi mümkün değildir.

Vefatının 30. yılında Ekrem Hakkı Ayverdi hatırasına İTÜ’de düzenlenmiş Uluslararası Osmanlı Mimarlık Kültürü Sempozyumu’nun kitabını Kubbealtı Neşriyat basmış. Gülru Necipoğlu mimarlık kültürü ve adabını yeniden düşünmek teklifiyle kaleme aldığı makalesinde, geçmişle günümüz arasında sorularla bağlamlar kuruyor. Mimar Sinan tarihte niçin tekrar edemedi derken, aslında Mimar Sinan’ı, şair nakkaş Mustafa Sai Efendi’nin ifadeleriyle ‘’Koca Mimar Sinan Ağa’’ veya ‘’Sinan-ı Kayseri’’ eyleyen geniş kültürel manzumeyi de hatırlamak zorundayız. Yani bir Sinan var ise bir de Sinan’ı var eyleyen kültürel adab çerçevesi var anlamında bir çerçeveyle karşı karşıyayız.

Necipoğlu’na göre ‹›adap’’, mimarların estetik yargılarını bir usul çerçevesinde toplar. Adaba uymayan “edepsiz’’ yapılar, toplumca kınanmaya mahkum olur. “Öncesine nazaran Sinan’ın başmimarlığı döneminde belirginleşen incelikle katmanlandırılmış hiyerarşik mimari sistemi, 16.yy’da oluşan Osmanlı merkezi imparatorluk nizamının ayrılmaz bir parçasıydı.’’ Biz adablı tekrarı Bosna’da, Selanik’te, Edirne’de, Balıkesir’de, İstanbul’da, Bursa’da, Manisa’da, Trabzon’da, Amasya’da, Konya’da, Erzurum’da, Şam’da, Halep’te bir mimari kültürel izlek olarak seyredebiliriz. Adab kavramı, ‘’farklılığı’’ vurgulayan görsel işaretlerin kısıtlanmış kullanımı ve üsluplaşma ifadesi etrafında dönüyordu...

Bilge mimar Turgut Cansever de “Sanat, din ve ahlak alanında yer alır’’ der ve “Şehir kurmaya has mimarinin ahlaki bir problematiği vardır’’ diye ekler.

TÜTSÜ KÜLTÜRÜ

Mimarinin bir ruhu olduğunu okuyorsunuz bu tespitlerle. Yaşam alanımızı, mekan tasarımı üzerinden örgütleyen mimarinin, aslında bizi öngörülen bir hayat tarzına tahkim ettiğinin ne kadar farkındayız?

Osmanlı Mimarlık Kültürü hakkında derlenmiş bu kitapta, sadece selatin camiler, görkemli ibadethanelerden söz açılmamış, günlük kullanımdaki meydanlar, camii avluları, türbeler, İstanbul haritaları, sosyal mekanlar, çeşmeler, hatta ‘Kudsiyetin Kokuları’ başlığında mimarinin ayrılmaz bir parçası olan tütsü kültürü ele alınmış...

‘’Şehir hatırlatandır’’ der Romalı bilgeler... Hatıradan hafızaya, bilgiden bilince mertebe geçişi ve kalıcılığı sağlayabilmek adına, Osmanlı mimari adabını, bir tür nostalji veya mitoloji olmaktan çıkartıp, yeni dönemde kullanışlı olarak güncelleyebilmeliyiz... Aksi taktirde tek hedefi görkem ve büyüklükten ibaret olan günümüzün ‘’taş trolleşemesi’’ne mahkum kalırız.