25 Nisan 2024 Perşembe / 17 Sevval 1445

Ne devrimler ne de şiir boşuna

Ali K. Metin: “Şiire düşen, öncelikle zulme karşı umudu diri tutmak olmalı. Şiir ve devrim bu anlamda kardeştir. Jargonlar ve referanslar farklı fakat her ikisinde de insanı savunma çabası açısından bir ruh beraberliği vardır. Şiirin insana dokunduğu yer ve dokunuş şekli bir devrimi hatırlattığı nispette, orada gerçek şiir ikliminden bahsedebiliriz.”

HALE KAPLAN ÖZ11 Temmuz 2019 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Ne devrimler ne de şiir boşuna

Ali K. Metin beş yıl aradan sonra bir şiir kitabı yayınladı: Kaza ve Kader. Sürgün ve Atlas (1999) , Bir Yangın Tenhası (2004) , Barbar Senfoni (2006) ve son olarak Rövanş’ta (2014) toplumsal mesele ve izlekleri, şiirinin merkezine giderek daha fazla koyduğunu gözlemlediğimiz şair, yeni şiirlerinde sesini daha da yükseltiyor. “Şiire düşen, öncelikle zulme karşı umudu diri tutmak olmalı” diyen Metin, ne devrimlerin ne de şiirin boşuna olduğunu söylüyor.

Bir önceki şiir kitabınız Rövanş 2014 yılında yayınlanmıştı. Aradaki beş yılda şiir evreninizde neler yaşandı? 

Şiirimde başından beri kopuştan ziyade bir sürekliliğin olduğunu söylemem yanlış olmaz. İlk kitabım ne kadar anti-konformist bir halet-i ruhiyeden doğmuşsa sonrakiler de öyle. Beni şiire tutunduran gaile de, şiirin hayatımda emsalsiz bir yere sahip olmasını sağlayan da söz konusu halet-i ruhiye olmuştur diyebilirim. Bu anlamda cebelleşme ve uyumsuzluğu hem karakter hem de bir ahlak meselesi olarak telakki ediyor, şiirimi bundan mahrum etmemenin idrakiyle yazmaya çalışıyorum. Rövanş’ta olduğu gibi sonraki süreçte de beni dünyayla didişmeye sevk eden ahlak ve hakikat temelli sorunlar, toplumsal, siyasal, bireysel boyutlarıyla birlikte şiirimi etkilemeye devam etmektedir.

Dolayısıyla retoriğe yüz vermeyen bir şiir yazmanın çabasında oldum. Bunu bir yere kadar başardığım kanaatindeyim. Ancak buradan hareketle şiirimi kısıtlayıcı bir dogmatizme kendimi kaptırmadım. Tutarlılığı önemsemekle beraber poetika anlamında kendimle çelişmekten çekinmedim. Bu yüzden retoriksel değil ama daha biçimli, daha terennümlü bir söyleyişe doğru yöneldiğim şiirler oldu. Sadece poetik kıstaslardan hareketle şiir yazmanın kendimize haksızlık olabileceğini düşünerek belli bir esneklik içinde hareket etmeyi doğru buldum.  

Osman Özbahçe şiirinizde toplumsal ilgiye koşut benin yerine geçen biz söyleminden bahseder. Kaza ve Kader’de bu söylemin daha da güçlendiğini söyleyebilir miyiz?

Toplumsal mesele ve izleklerin, şiirimin merkezine giderek daha fazla oturduğu doğrudur. Fakat burada “ben” gerçeğinden soyut bir anlam dünyası söz konusu edilemez. Şiir bahis konusu olduğunda ben olmadan “biz” olmaz, olmamalı. Şiirin muharriki olan ontolojik tecessüs, “biz” söyleminde “ben”i içkin bir kuvvet olarak taşır. Önemli olan da ben’den biz’e doğru ontolojik bir süreci sahici şekilde işletmektir. Aşktaki biz kavrayışı ve duygusu neyse, toplumsal alanda da buna benzer bir ben hareketini ve tekamülünü göstermeye ihtiyaç vardır. Toplumsal hatta siyasal alanın ontolojik düzlemden yalıtılması bu bahiste düştüğümüz büyük yanlışlardan biridir. İnsan olma yolundaki ahlak ve kişilik mücadelemizi toplumsal-siyasal realitelerden tecrit edemeyiz. Bu yüzden, söylem tarzıyla değilse bile bakış açısı ve özü itibariyle ben, sahip olduğu ahlak ve hakikat reflekslerini şiirdeki biz’in dayanağı yapabilmeli. 

Biz söylemi, bu şekildeki bir ontolojik bütünleşmeyle mukayyettir. 

“İnanmamız insanlığa büyük kötülük olacak topyekûn biliyoruz” diyorsunuz... İnanıyor musunuz insanlığa? 

Şiirin dili, dolayısıyla içerdiği söylem biçimleri genel itibariyle bağlamsal nitelik taşır. Bu sebeple, şiirdeki anlam birimlerini bağlamından soyutlayarak evrensel bir aforizma gibi algılamak doğru olmaz. Ne ki ontolojik özden ve bağlamdan yoksun şiirlerde böylesi aforizma deyişlere fazlasıyla rastlamak da mümkün. Bir şiirin sahici olup olmadığına karar vermede bana yardımı dokunan en önemli nokta budur. Şerhimi bu şekilde ifade ettikten sonra, sorunuza hem hayır hem evet şeklinde cevap vermek isterim. 

Neden?

Her şeyden evvel hangi insan, hangi insanlık? Bir parçası olduğumuz insanlık ailesine inanmak için fazla bir sebep ve dayanak bulamadığımı itiraf etmek isterim. İnsanlık söylemleri çoğunlukla bir lafı güzaftan ibaret. İnsan yazık ki dibine kadar çıkarcı bir varlık. Mevcut itibariyle asıl, hakim gerçek bu. Birtakım istisnalara bakarak insanlığa inanmamız için bir gerekçe, bir dayanak sahibi olabilir miyiz derseniz emin değilim. İnsanlığın ikircikli ve çatışmalı yapısı muhtemelen ilanihaye devam edecek. Fakat iyiliğin kötülük karşısında giderek daha güç kazanacağı konusunda ümitvarım. İnsanoğlunun bütün fesadına ve egoizmine rağmen, insanlığın daha ahlaki bir dünya yolunda büyük değişimlere gebe olduğunu tahmin ediyorum. Zira ne devrimler ne de şiir boşuna.

Diyorsunuz ki “İyilik dediğin kanımca asgari altı şiddetinde”. Şair bu sarsıntıdan nasıl etkilendi? 

Altı şiddetinde olmayan iyilik bence iyilikten sayılmaz. İyiliği bir tavır, tutum ve düşünce tarzı olarak görmedikçe altı şiddetinden kastettiğim şeyi anlamış olmayız. Bu anlamda iyilik, dünyaya, dünyanın hakim mantığına karşı ahlaki bir meydan okumadır. Bize “ha, işte!” dedirtecek olan, insanı başkalarının acı veya dertleriyle hemhal kılacak olan bu tarz iyiliktir. O yüzden gerçek iyilikler devrimcidir, sistemin ve realitenin mantığına saldırmak gibi bir duygunun eseridir. O yüzden mesela dilencilere veriverdiğimiz demir paralarla bu iyiliğin alakası yoktur. Bunlar realiteyi yani bozuk olan şeyleri çiğnenir hale getirmeye yönelik içsel reflekslerin ürettiği bir rutinden ibarettir. Bundan mütevellit, gerçek iyilik için gereken seçkinlik ve kemalatın nadirattan olduğu çok aşikardır.

‘Üçyüzbir’ kitabın son bölüm başlığı. Dünyanın seyrine dair, insanın içe kapanmasına dair, insanın zalimleşmesine ve aymazlığına dair....  Allah ne dedi, insan ne yaptı ki bunları söylediniz? 

Bazı vakalar bizi pek çok konuda gerçeklerle yüzleşme ihtiyacı ile karşı karşıya getirir. Elbette neyi nasıl gördüğümüz, olaylara nereden baktığımız her şeyden daha önemli. 301 insanın ölümüyle sonuçlanan faciayı yaşadığımız insanlık trajedisinin bir özeti, bir tür sembolü olarak görüyorum. Olayı sorumsuzluk, dikkatsizlik, denetimsizlik vs. diye değerlendirerek hakikati yani asıl meseleyi geçiştiriyoruz. Adaletsizlik insanlığın en temel, en tarihsel sorunu olmaya devam ediyor. Bazı hayatlar bazı hayatlardan daha değerli! Benim dünyamda böyle bir kaziyenin yeri yok. Birileri yok şu, yok bu diyebilir, oysa adaletsizlik biz insanların ürettiği bir şey; nokta. Yazık ki, insanın zalimliklerini sistem ve realite adı altında kolaylıkla normalleştirebiliyoruz. Bu realiteyi üreten koşullarla ve değer yargılarımızla hesaplaşma cesaretini göstermekten de sarf-ı nazar ediyoruz. O zaman sormak isterim, aydının, entelektüelin, şairin kıymet-i harbiyesi nedir? Allah bize üstünlüğü takvada aramamızı buyuruyor. Gerisi yalan, sahte ve gayr-i ahlakidir, o kadar. 

Sonra umut geliyor: Zulme karşı bir kıpırdanma... Şiir ve devrim arasında nasıl bir bağ var sizce? 

Şiire düşen, öncelikle zulme karşı umudu diri tutmak olmalı. Ancak bunu ontolojik serüvenimizden bağımsız bir görev, misyon babında söylüyor değilim. Aksine varoluşumuzun mihenk taşlarından biri, zulme karşı mücadele etme asaletini tedarik için verdiğimiz cehttir. Şiir ve devrim bu anlamda kardeştirler. Jargonlar ve referanslar farklı fakat her ikisinde de insanı savunma çabası açısından bir ruh beraberliği vardır. Şiirin insana dokunduğu yer ve dokunuş şekli bir devrimi hatırlattığı nispette, orada gerçek şiir ikliminden bahsedebiliriz.

“Ütülü kimliklerin firarisi olduğum biliniyor/ Keza cumhuriyetimiz topal, esmer adamlar kayıp”. Soy Farkı kitabın en dikkat çeken şiirlerinden. Kim bu esmer adamlar, ne zaman ve neden kayboldular?

Esmer adamlar bir imge. Tabii ki gerçeklikten çekip çıkardığımız bir imge. Hayatta birebir karşılığının olması şart değil. Ancak dünle bugün arasında olup bitenlere bakınca, kaybedilen güzelliklerin ayrımında olmamak mümkün değil. Dün daha açık ve net bir yerde duruyor, realiteye daha ciddi meydan okuyabiliyorduk. Sistemin içinde olmamıza rağmen esmerliğimizi muhafaza ediyorduk. Bugünse sisteme elimizi kaptırmış gidiyoruz. Realite içinde güç sahibi olmanın verdiği rahatlık bizim için neredeyse birinci mesele haline geldi. Yaşadığımız uzlaşma sürecinin bizi giderek iğdiş etmesinden endişe dahi etmez olduk. Bazı esmer adamların beyazlaşmaları bu sürecin doğasından gelen bir bedel midir derseniz, yok derim. Bizim kifayetsizliğimizin belki de zihinsel plandaki muğlaklığımızın bir sonucu denebilir.

“Şiire mecaz takıp takıştıranlar/ Şamatadan bıkmadılar mı/ Sözcükleri yıkayıp yağlamaktan/ Başka marifetiniz de mi yok” dizelerinde ve devamında retoriğe sert bir eleştiri var. Retorik- estetik sanatın nesidir, ne kadarıdır? 

Şiirde retorikten arınmanın imkansızlığını pekala kabul ederim. Ancak mesele, şiirde retoriğin varlığı değil, şiirsel-poetik aklın bizatihi retorik üzerinden yürümesidir. Şiiri güzel söyleme sanatı diye algılayanlar, şiirle insan arasındaki ontolojik ilişkiyi henüz daha kavrayamamış olanlardır. Şiirin hakikati de ancak sözkonusu ontolojik bağlam içinde tebarüz eder ve özgülleşir. Değilse yazdığımız şey şiir olmaz, olsa olsa şiirden çalma retorik-estetik numaralar olur. Yapılan retoriğin estetik düzeyi arttıkça şiire benzeme ihtimali haliyle artar. İşte bu noktada işimiz zorlaşır. 14 ayarla 24 ayar arasındaki farkın estetik normları aşan duygu-imge içerikli bir aurayla mukayyet olduğunu kavrayamamışsak, belki alkışları bolca toplar ama nal toplamaya da devam ederiz.