26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Özetlenemeyecek hakikat kırıntılarını somutlaştırabilmek

Emre Ergin yazarken önemsediği şeyin, kaygılarını, sancılarını, kendince keşfettiğini düşündüğü, kısaca izaha gelmeyecek hakikat kırıntılarını somutlaştırabilmek olduğunu söylüyor.

MUHAMMET SAFA15 Eylül 2017 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Özetlenemeyecek hakikat  kırıntılarını somutlaştırabilmek

Emre Ergin 1990 doğumlu. Matematik ve İktisat lisansından sonra lisansüstü eğitim için Hollanda’ya gitti. Şu anda Hollanda’da yaşıyor ve mikroiktisat alanında doktora yapıyor. “Tuti”, “İtibar”, “Post Öykü” olmak üzere birçok dergide öyküleri yayımlandı. İlk romanı Dördüncü Dilek 2014 yılında, ilk öykü kitabı Acziyetin Tekniği 2016 yılında yayımlandı. Son kitabı Beş Kere Halil ise 2017 yılında okurla buluştu. Emre Ergin’le Beş Kere Halil üzerine bir söyleşi yaptık.

Romanın ortaya çıkış fikriyle başlayalım isterseniz.

Roman esasında bir hikâyeyle başladı. İlk bölümdeki Halide Hanım’ın ağzından anlatılan hikâye, neredeyse tek parça olarak aklıma düştü. Üzerinde düşündükçe, bu metni ne kadar iyi yazabilirsem yazayım kurgunun kendisini klişe olmaktan kurtaramayacağım sonucuna ulaştım. Sonra bu klişenin kendisini objeleştirsem, okuyucuyu Halil hakkında sonradan bir kısmını bertaraf edeceğim önyargılara yönlendirirsem, bunun başlı başına bir konu olabileceğini düşündüm.

İlk kitabınızda masallar -ya da fasıllardan diyelim- oluşuyordu, ikinci kitabınızöykü kitabıydı; Beş Kere Halil de farklı anlatıcılardan ve olaylardan oluşuyor. Aslında öykülerle roman kuruyorsunuz diyebilir miyiz? Bu noktada öyküden romana yumuşak bir geçiş yapıyorsunuz gibi geldi. Roman tekniği ve kurgusu öyküye benziyor mu sizce?

Çok yerinde bir soru. İdeal koşullarda bu ikisinin farklı metotlar ve farklı bakışlar gerektirdiğini biliyorum. Ama benim gerçeğim biraz farklı. İlk romanım, aslında yazmaya başladığım ilk roman değildi. Öncesinde ortasında yazdığım metinden sıkılarak, metnin yazılış sürecinde kendim değişip o metni yazacak bir insan olmaktan çıkarak yarıda bıraktığım bir sürü romanım oldu. Dördüncü Dilek’i yazarken, hayatımın çok yoğun bir döneminden geçiyordum, olur da yazacağım metni yarıda bırakırsam çok kritik zamanlarda harcayacağım o emeğin bir nevi heba olmasından korktum. Bu sebeple, bir üst kurguyla birbirine bağlı alt küçük kurgularla oluşturdum metni. Olur da metni yarıda bırakırsam, yine de kendi başlarına değerli bölümler kalacaktı elimde. Önceleri bu yaptığımın hile yapmak olduğunu düşündüm, ama sonrasında meselâ Tehlikeli Oyunlar’da geçiyordu sanırım, edebiyatın farklı şeyleri maddeleyip, aradaki madde izlerini silmekten ibaret olduğunu okuduğumda rahatlamıştım. Etrafımdan aldığım geri dönüşlere göre, bu “yedirme”de başarılı olmuşum.

Roman tekniği ve kurgusu dediğim gibi, teorik konuşuyorsak öyküye benzemiyor, hatta belki de benzememeli. Ama ben öyküleri ve romanları birbirinin ardı sıra yazan, art arda öykü ve roman kitapları okuyan birisiyim. Yazarken bu ikisini ciddiyetle birbirinden ayırmak benim için kişilik bölünmesi gibi bir şey olurdu. Bunun yerine bu iki hevesim birbirini etkiliyor, daha uzun öyküler, bölümleri daha otonom romanlar yazıyorum.

İLHAMA İNANMAM

Disiplinli bir yazar okuduğunuzu hissettim kitaplarınızda, çalışkan ve teknik. Bu eğitiminizle mi ilgili, yazarken bir matematiğiniz var mı?

Disiplinli olduğumu düşünüyorum. İlhama inanmam mesela, ilhamın sadece başlangıç aşamasında güzel bir konu ile alakalı olduğunu düşünürüm. Eğer yazmakta olduğum bir metin varsa, her gün, aşağı yukarı aynı saatlerde, aşağı yukarı aynı kelime sayısıyla yazmaya devam ederim. Meselâ Beş Kere Halil’in ilk dört bölümünü günde 750 kelime esasına bağlı kalarak üç ayda yazdım. Bunun yanında, bir kurguyu yapıya dökerken, aldığım matematik eğitiminin faydası olduğunu da düşünüyorum.

OLASI İŞGÜZARLIKLAR

Romana birçok şeyi dâhil etmişsiniz. Mesela röportaj, anket, soruşturma, form, günlük… Bunları kurguyu rahatlatmak için mi, hikâyenin doğası gereği mi kullandınız?

Cevabım biraz muğlak olacak. Hikâyenin kendisi ve benim bu hikâyeyi anlatmak için seçtiğim metotların birbirinden çok fazla ayrılamayacağını düşünüyorum. İçerik ve teknik eğer birbirine tam anlamıyla uymuyorlarsa, bu eserin eksikliğine işaret ediyor. Yani prensip olarak yeni tekniklere, anlatı yeterince özgünleştiğinde, konuları buna mahal bıraktığında girişmek lazım geldiğini düşünüyorum. Ama bunun yanında, bütün bu biçem alıştırmalarının bağlamdan bağımsız da keyifli olduğunu inkâr edemem. Bu gibi çeşitlemeler, edebiyatın sahip olup başka sanat türlerinde yapılamayacak imkânlar. Böyle olunca da yerini yadırgamayan bir edebiyatçının takımçantasının olası işgüzarlıkları içermesini kendi başına da değerli buluyorum.

Kitabın sonunda da yazdığınız gibi öykünmekten, fikir aşırmaktan çekinmiyorsunuz; öyleyse üsluba mı kurguya mı önem veriyorsunuz? Yazarken önemsediğiniz ve uğraştığınızmesele nedir?

Önem verdiğim şey, aktarmak istediğim tema. Üslup, kurgu, yapının her üçü de bu amaca ulaşmak için kullandığım gereçlerim. Üslup zaten yazdıkça gelişen bir şey, tutup da üsluba çok önem veriyorum demek, bir yolcunun adımlarının şıklığına dikkat etmesi gibi. Kurgu ise tek başına amaç edinildiğinde, içeriksiz bir metne gitmek çok kolay. Bu sefer de türlü türlü şehirlerde gezip oralarda ne yapacağını bilemeyen bir adam gibi oluyor yazar.

Sadece başka yazarlardan “aşırdığım” değil, kendi bulduğum ilginçlikleri de kendi başlarına çok önemli bulmuyorum anlayacağınız. Bunların hepsi benim için daha ziyade vasıta niteliğinde olduğundan, eğer ihtiyacım olan şey zaten daha önce bir yerlerde üretilmişse, bir tane de kendime sipariş etmeyi ihmal etmiyorum.

Biraz daha açayım. Yazarken önemsediğim şey kaygılarımı, sancılarımı, kendimce keşfettiğimi düşündüğüm, kısaca izaha gelmeyecek hakikat kırıntılarını somutlaştırabilmek. Bu somutlaştırmayı önce birbirini izleyen bir olaylar zinciri bularak yapıyorum, ki bu sorudaki kurgu kelimesine karşılık geliyor. Sonra bu doğrusal zamanda tanımladığım olayı algılayan bilinci, bilincin adım adım kurgudaki olayları izlemesini sağlayacak yapıyı buluyorum. Yazmaya başladığımda üslup biraz kendiliğinden oluyor, açıkçası en azından kısmen kendiliğinden olmayan üslupları çok yapay buluyorum ben zaten. Sonuç olarak bütün bu süreci başarılı bir şekilde kotarabilmişsem, okurun benim kurguya mu, üsluba mı, yapıya mı, fikre mi önem verdiğimi anlayamayacağı, hiçbir parçanın bütüne zarar vermeden çıkarılamayacağı bir bütün elde etmeliyim.

İNSANLAR YALNIZLIKLARINI FARK ETMELİ

Romanda kahramanlardan biri (ipucu vermek istemiyorum detaylarla) insanlara yapacağı en büyük kötülüğün kelimeleri elinden almak olduğunu söylüyor ve kelimelerin anlamları herkes için farklı şeyler olursa kimsenin kimseyle konuşamayacağı ve herkesin onun (kahramanlardan biri) gibi yalnız olacağını iddia ediyor. Sizin kitapta yaptığınızda bu sanki. Okura birçok Halil okutup herkesin başka şeyler anlamasını istemişsiniz. Yalnız mısınız? Ya da insanları yalnız bırakmakmı istiyorsunuz?

Daha ziyade yapmaya çalıştığım, insanların yalnızlıklarını fark etmeleri. Ama yine de romandaki bahsettiğin kahramanın benim gölge versiyonum olduğunu da inkâr edemem. İkimiz de belli bir amaç uğruna yalanlar söylüyoruz, ikimiz de bu yalanlarla eğleniyoruz ve ikimizin yalanları da aslında aynı karakterlerin başlarına türlü türlü işler açıyor. Epeydir kendi başıma gurbetteydim, bu roman da fiziksel olarak da yalnız olduğum bir zamanda yazıldı, dolayısıyla evet, hayatımın romana etkisi muhakkak var. Ama dediğim gibi bahsettiğim birbirini anlamama durumu, aynı kelimeyle farklı şeylerin zihnimizde canlanması yanımızda insanlar olduğu zamanlarda da olabilecek bir şey, trajik olan da bu cins yalnızlık bence. Birini memlekete gidip, arkadaşlarla dışarı çıkıp çözüyorsun, ama bu en temeldeki sorun hep bizimle, başımızın üzerinde aynı gökküre olduğu sürece, iletişimimiz bu kısıtlı kelimelerle olacak çünkü.

Kitap kendini bir noktada açık ediyor diye düşünüyoruz lakin sonra okuru şaşırtıyorsunuz. Yazarken okuru çok düşünüyor musunuz? Bunu biraz da günümüz edebiyatı için sormak istiyorum. Zira okuru çok önemseyen bir piyasa var.

Okuru kesinlikle önemsiyorum. Çok önemsiyorum. Dediğim gibi, okurun eserin her sayfasında harcadığı emeğin farkındayım. Onun şu işi yapmak yerine benim kitabımı okuduğunun, şu kitabı okumak yerine benim kitabımı seçtiğinin farkındayım. Dolayısıyla eserime harcadığı zamana değmesi benim en büyük amacım.

Piyasa da benzer bir varsayımla hareket ediyor. Piyasanın bakışında okur, o kitap yerine bu kitaba para harcamış oluyor, bir nevi müşteri haline geliyor. Böyle olunca da müşteriyi memnun etmek, bunu da en kısa yoldan yapmak, en hızlı şekilde belli bir tatmin hissi vermek önem kazanıyor. Piyasanın bakışıyla ayrıldığımız nokta, benim hedef kitlemin aynı zamanda müşteri kitlem olmaması. Odaklandığım okur kitlesi 2017 yılında, İstanbul’da yaşayan belirli tipteki insanlar değil. Belki de haddim olmayarak daha evrensel düşünüyorum, yazdıklarımın başka dillere çevrildiğini, yüzyıl sonra okunduğunu vesaire hayal ediyorum. Hedef kitlemi bu derece geniş seçtiğimde, memnun edeceğim okurun günümüz insanını kolayca kandırabilecek kurgu oyunlarıyla kandırılamayabileceğini de hesaba katmam gerekiyor. Bir nevi elitizm tabi, yani bu aynı zamanda eserlerimi okuyan herkesin sevmeyeceği anlamına da geliyor, ama belirli bir derinlik olmadan da asıl yakalamak istediğim insanları yakalayamayacağım ve kaybolup gideceğim. Şaşırtmalarımı bile içi boş bir “plottwist” şeklinde değil de, kurduğum dünyayla örtüşen cinsten yapmaya çalışıyorum bu yüzden.