19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Siz yaşayanlar, çok tuhafsınız!

Onun yeni tılsımlı cümlelerini okumayalı üç sene geçmiş, insan yaşamı için bazen uzun zaman ama Hasan Ali Toptaş, Beni Kör Kuyularda ile beklemeyi onurlandırmış yine.

BERİL AKAR5 Kasım 2019 Salı 07:00 - Güncelleme:
Siz yaşayanlar, çok tuhafsınız!

Her insan ruhunun ucundan tutarak anlar kitapları. Ben cümlelerin ardında saklanan ruh avcılığına soyunurum. Hasan Ali Toptaş’ın kaleme aldığı her kitabın müptelası olduğumu söyleyebilirim, onun cümlelere kattığı her melodinin peşine takılır, andan ana dolaşırım. Onun yeni tılsımlı cümlelerini okumayalı üç sene geçmiş, insan yaşamı için bazen uzun zaman ama Hasan Ali Toptaş, Beni Kör Kuyularda’da beklemeyi onurlandırmış yine.

Bu kez hepimizi derinden vuran çocuk tacizi, kadına şiddet, toplumsal yozlaşma ve sürü psikolojisine dokunmuş. Üstü örtülü cümlelerin gizemini herkesin kendi heybesine bırakmış, kötülüğü iplik iplik sermiş, kör kuyulara salmış. Kimbilir belki hepimiz toplanıp çıkaralım diye itiyor kör kuyuya bizi.

Everest Yayınları’ndan çıkan Beni Kör Kuyularda tepkisizliğimizi taşlıyor, vicdanımıza gedik açıyor. Ama her şey eşsiz bir büyü içinde sunuluyor, uykumuza sızıyor, sarhoşluğumuzun sisine itiyor, büyüleyici bir gösteri sergiliyor ki düşünelim.

BİR HUZURSUZ ANNE 

“Saçları odayı aydınlatan” gencecik Güldiyar’ın tarağından dünyaya iniyoruz yavaş yavaş, “yüzüne, alnına düşen kâkülleri, burnunun etrafındaki çilleri ve çizgileri”yle Bahriye çıkıyor karşımıza, “anne sütünden yapılmışa benzeyen sıcacık bir sesle” konuşan kadının dili kızını sokağa gönderirken tedirginliğin sertliğine bürünüyor: “Git ama dikkatli ol, tamam mı? Televizyon haberlerinde görüyorsun, her gün oğlan çocukları, kız çocukları kayboluyor. Sonra da tecavüze uğrayan bu körpecik çocukların parçalanmış cesetleri bulunuyor sağda solda. Ayrıca, biliyorsun, insanların gözleri önünde her Allah’ın günü kadınlar öldürülüyor. Bu yüzden diyorum dikkatli ol diye.”

“Mor benekli beyaz eteği, canlanıveren ot kokularıyla püfür püfür” dalgalanarak bir sefertasında babasına yemek götürmeye giderken Bahriye’yi bozulan çamaşır makinesi yüzünden bir leğenin içinde kirlenmiş çamaşırlarla bırakıyor. Kırlangıçların çığlıkları avluyu sardıkça huzursuzlanıyor anne. “Zaman bir kazan dolusu su olup ateşin üstünde kaynadıkça huzursuzluğu” alevlenmişken kızı geliyor suskun ve mahsun. Sorularıyla zamanı geriye alacakmış gibi peşine düşüyor, ama Güldiyar arkasını dönüp kendi dünyasına çekiliyor.  

Bahriye Ankara’nın kenar mahallesindeki gecekondusunun avlusunda ince bir sisle başbaşa kalıyor, sislerin içinden salkımlar halinde gelip doluşan “bazıları geniş, bazıları dar alınlı”, “bazıları çöp misali ince, bazıları göbekli”, “saçlarına kar yağmışlar”, “bıyıkları yeni terlemişler”, “kıl ormanı görünsün diye bağrındaki düğmeleri çözmüşler, tespihini bileğine geçirmişler ve yakasına gül takmışlar” adamları izliyor, korkuyla onları izlerken geldikleri gibi anszın kaybolan adamların görüntülerini itip kızının yanına varıyor. “Dudakları bir çift yaprak gibi pembe pembe” titrese de sorular cevapsız kalıyor, ağladıkça “gözlerinden yaş yerine, yaş büyüklüğüne taşlar” dökülüp ortalığa saçılıyor. 

Komşu Emine’nin gelişi hikâyenin seyrini değiştiriyor. Kulaktan kulağa yayılan haberle dalga dalga yayılarak gelen insan manzaralarını, yazarın her an eğilip bükülen cümlelerini takip ederek izlemeye başlıyoruz.

Ankara’da, Hüseyin Gazi Türbesi civarında, “yeşil minareli caminin bulunduğu dik yokuş”a yakın, “gecekondularla kaplı tepelerin” birinde oturuyor Muzaffer, Bahriye, Güldiyar ve bir süredir haberi alınamayan Hüseyin. 

Güldiyar gözyaşlarının uykusunda inilderken Bahriye yanı başında kıvrılıyor, Muzaffer ne yapacağını bilemez halde bekliyor. Bir süre sonra meraklı kalabalıklar bu tuhaf kızı görmek için akın akın gelmeye başlıyor.

Muzaffer kızını doktora göstermek istese de, onun cılız vücuduna, perişan haline bakan Bahriye istemiyor. Tanıdıkların soluğu bir bir azalırken, yabancıların meraklı nefesleri kaplıyor odalarını. “İçlerinde zerre kadar merhamet kalmamış” bu insanlardan bunalıyor Bahriye. Güldiyar’ın içine şeytan oturduğunu söyleyen sakallı hocalar, gözlerini ayırmadan onun ağlamasını ve dökülen taşları toplama hevesine kapılan insanlardan yorulan Bahriye, yedinci günün sonunda seriliveriyor. 

KENDİ VARLIKLARINI SUSANLAR

Muzaffer kalabalığın hoyratlığından sıkılmışken, yıllardır küs olduğu köylüsü Dursun yardımına koşuyor, kalabalık düzene sokulurken başka düzenler oluşmaya başlıyor. Her işin menfaati gecekondunun avlusunu sarıyor, nereden çıktığı belli olmayan adamlar cılız bir kızın taşlaşan gözyaşlarını izletmek için düzen kuruyor, listeler yapıyor. 

Zengini fakiri bu gösteriyi kaçırmamak için sabahın köründen gecenin bir yarısına kadar bekleşmeye başlıyor. “Kendi hikâyelerini anlatabilmek için fellik fellik kulak arayanlar, divane kılıklı, avare kılıklı, meczup kılıklı adamlar” kaplıyor ortalığı. 

 Muzaffer, çaresiz, sessiz, yılgın, kızına ve kendine bir çıkış yolu arıyor, ama kara minibüslü adamlar izin vermiyor. Muzaffer kalabalığı kimi zaman izliyor, kimi zaman içlerine katılıp kendi iç dünyasının çığlıklarının karşılığını buluyor, yaşamla yüzleşmenin ağır yükü, kızının sessizliği ve onun giderek cılızlaşan bedeni adamı bir girdaba sürüklüyor: “… karanlık insanın dişlerini takırdatacak kadar soğudu yine, camlar, çerçeveler soğudu, duvarlar soğudu, kendi varlıklarını susan, kendi varlıklarını fısıldayan görüntüler soğudu…”

Roman karakterleri Emine, Dursun, Cevher sokakta yanından geçtiğimiz, pazarda rastladığımız, minibüste yan yana oturduğumuz insanlar. Karanlığı yüzümüze vuran siyah minibüslü adamlarınsa sadece ismi değişiyor: Rüstem, Cihan, Nedim, İsmail. Ama bir de Halil var, insanlığın yüzünü ağartan, kendisinin ölü olduğuna karar vermiş Halil. Onun “Ben kötülük edenle kötülüğe maruz kalana aynı yüz ifadesiyle bakamam, her ikisine de gülümseyemem.”, “Siz yaşayanlar, çok tuhafsınız!” cümleleriyle insanlığımızı hatırlıyoruz.

Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Hasan Ali Toptaş her kitabında olduğu gibi Beni Kör Kuyularda’da da hem kullandığı dilin ahengiyle hem konuyu incelikli işleyişiyle hem de eşsiz zarafetiyle yine bizi büyülüyor.