26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Türkiye’de bir Türk edebiyatı var mıydı yok muydu?

Sanmayın ki edebiyat çetesinden dert sadece bugünün sorunu. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı TRT Roman Ödülü’nü kazanmasına karşın üç yıl, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları Milliyet Roman Yarışması’nı kazanmasına karşın iki yıl yayınlanmadı. Bugün de edebiyat çetesi işine gelmenin kurşunuyla önüne geleni yere deviriyor.

ERDİNÇ AKKOYUNLU13 Temmuz 2017 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Türkiye’de bir Türk edebiyatı var mıydı yok muydu?

Dünyanın en ağır enkazı, insanın altında kaldığı hayal kırıklıklarıdır. Birine inanmak ve güvenmek, üstelik dost diye sıfatlandırmak... Tut ki sevmek veya aşk duymak, ona kendini teslim etmektir. Ve sana anlattıklarını...  Başkalarının tuzaklarıyla yaşananlar ya da hayatın bazen önüne getirdiği sen olmayan halleri boşver... İçini içini... Ciğerin var ya...  Ruhunu... Benliğini... O, işte seni sen yapanı...  Bunları anlatmaktan söz ediyorum... O ki anlatmanın en Kendincesidir... O anlatıları sorgusuz sualsiz kabul etmektir dost olmak, aşık olmak... Dinlerken de, söylediklerini yalan eleğinden geçirmemektir... Şüphe terazisinde tartmamaktır... Lakin enkaz altında kaldığında üzerindeki ağırlıklardan anlarsın gerçekleri... İnsan olan hiç kimsenin hastalık, kaza veya duygusal kanserlere dayanıklı yıkılmaz kulesi yok. Ama yine de egodan oluşmuş gökdelenler arasında dolaşıyoruz. Üstelik küçücük şeylerle yıkılabilecek bu gökdelenin tepesinden seni küçücük gören... Sosyal statü ve şehvette acelecilikle derecelendirilen bu miyoplukla da, gelip durduk yerde dağıttığı hayatın için, kendi penceresinden görünenlere bakıp, sana özür cezası veren... Verdiğini sanan... Bir sitemi bile hak etmiyor artık. Demek ki medeni halini değiştirip sonra da alacağını alıp kenara çekilenlerin söyleyecek sözleri var ki, çok candan uzaktan bakıp bakıp sana dair neler bildiklerini yumurtluyorlar uluorta... Susuyorsun... Susuyorsun edeceğin itirazın katmerli ‘Sana ne’ geri dönüşünü bildiğin için... Enkaz bu, bir daha yıkılmaz ki... Olsun... Bize de çıkış yolları kalsın...

Niye mi yazıyorum bunları? İnsanın kaderi bazen ülkeninkiyle aynıdır. Her şeyiyle aynı olmasa da okumaya yazgılının kaderi en çok kitaplarınkiyle aynıdır... Bakıyorum ve düşünüyorum: Latinlerinki kadar güçlü, Avrupa’nınki kadar modern ve Ruslarınki kadar dinamik bir Türk edebiyatı var mı? Olması gerek. Yüz yılı aşkın süredir yazıyoruz. Dünya edebiyatının en iyi 100 eseri arasına girebilecek bence 10’dan fazla eserimiz var. Böyle bir listenin yüzde 10’nu oluşturmak, taklitten başlayan bir Türk edebiyat tarihi için az şey değil. Ama bugün sağlam ve güçlü bir edebiyatımız var mı? Bence yok... Oluşturulmuş bir edebiyat sistemimiz yok. Yeni bir yazar çıkaran, Türkiye’de satış dinamiklerini de harekete geçirip yayıncısını mutlu eden ve başka eserler basmasına olanak tanıyan... Edebiyatımızı da ileri götüren... Okuru, metni ile mutlu eden bir edebiyat geleneğimiz var mı?

ABD’DE NASIL YAZILIYOR?

Yayınevlerinin derdi tabii ki yaşamak. Ayakta kalmak... Orada çalışan onlarca editör, çevirmen ve dizgi emekçisinin hakkını teslim etmek... Fakat yayınevlerinin varlık sebebi, yeni ve iyi yazarlar ortaya çıkartmak değil mi? Amerikan edebiyatında bir gelenek var  ve yazarlık kursuna gitmemiş, işi temelden öğrenmemiş hiçbir yazarı kitabını yayıncılar eğer çok büyük bir yetenek değilse basmazlar. O basılan yazar da zaten yazı yolunda edineceği tecrübeyi kursta edindiği için, Hemingway’i, Oates’i, Baldwin’i bilir ve romanlarıyla onlara metinlerarasılık yapar... Böylece Amerikan edebiyatı derinleşir... Bizde yazı dünyası İstanbul’a hapsolmuş durumda... Ve her şey bu kentte dönüyor... Ama çarklar maalesef suyun başını tutan edebiyat çetesi tarafından döndürülüyor. 15 yılı çok yakından olmak üzere yayınevlerinin neleri bastığını, hangi yeni yazarlara imkan tanıdığını izliyorum. Daha bugüne kadar kendi çoksatan veya edebiyat kursu veren yazarlarının izinden gitmemiş bir yazarın özgün eserinin yayınlandığını görmedim. Bu çarkı kıran tek yazar İhsan Oktay Anar oldu ki, onun da Puslu Kıtalar Atlası’nı yayımlamamak için kör olmak da kurtarmazdı... Peki ya sonra? Türkiye’de bir edebiyat sistemi olmadığını bu çarkın yayıncıdan itibaren kırık olduğunu söylüyorum. Ve arada sırada çıkan yeteneklerin Türk edebiyatında tıpkı Samanyolu Galaksisi’nde ışık hızıyla geçerken bir sönüp parlayan yıldız patlamalarına benzetiyorum...

Sistematik bir edebiyatımız olmadığı yani yayınevleri yayınlarının belli bir bütçesini iyi ve yeni yazarlara ayırmadığı, ayırsa da bu seçimi yayıncılar kendi çevrelerinden seçtikleri yazarlardan değil de kendilerine gelen dosyaları adam akıllı okuyarak yapmadıkları için edebiyatımız derinleşmiyor. Gelişmiyor... Türkiye’de estiren romanların çoğu Batı taklidinden öteye geçemiyor. Üstelik onlar da taklidin taklidi oluyor. Özgünlük bitiyor. Ama edebiyat çetesinin keyfi yerine geliyor...

KİMLER KAYBEDİYOR?

Sanmayın ki bu edebiyat çetesinden dert sadece bugünün sorunu. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı TRT Roman Ödülü’nü kazanmasına karşın üç yıl, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları Milliyet Roman Yarışması’nı kazanmasına karşın iki yıl yayınlanmadı. O günün edebiyat çeteleri bugün Türk edebiyatının en iyi beş yazarından ikisini yayınlamadı. Sadece o mu? Oyun yazarı Adalet Ağaoğlu’nun roman yazması da edebiyat çetesince yıllarca engellendi. Ağaoğlu, romanlarını uzun süre yayımlatamadı. Bugün edebiyatımızın ustaları süt kazanına düşen kurbağa hikayesindeki gibi amansız bir çırpınma ve çabayla sütü kaymak tutturup boğulmaktan kurtulmasalardı, onlardan haberimiz dahi olmayacaktı. Ama bugün edebiyat çetesi işine gelmenin kurşunuyla önüne geleni yere devirirken... Daha doğrusu Türkiye’de roman yazarak zengin ve meşhur olunabileceğine dair bir inanç, parmaklardan klavyelere oradan da yayınevlerine posta götüren kargo şirketlerine akarken... Yayınevi okutmanları kendilerine gelen dosyanın ilk beş sayfasını okuyup, ‘Bu metin sahibi ileride Nobel alır veya alamaz’ kehanetinde bulunarak dosyalar hakkında rapor yazarken... Türk edebiyatı ‘Büyülü gerçekçilik ile yazmayız kendi türümüzü buluruz’ diyerek büyük bir edebi mirası ret eden ve kendi hikayesini bir daha yazan Latin Amerika’nın... Romanın ana vatanı Avrupa’nın ve Rusya’nın tozunu yutuyor. İçeride ise bir sömürge ülkesi gibi birkaç yazar parlatılıp duruyor, yenilere imkan tanınmıyor. Peki kim kazanıyor? Kitap eklerini finanse eden bir iki yayınevi patronu. Kim kaybediyor? Aslında kimse... Sadece edebiyatın derinleşme imkanı varken derinleşemiyor, büyük bir dünya edebiyatı olabilecekken yerinde sayıyor... Aslında kaybedenler var... Ama onların da sesi çıkmıyor...