26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

“Ulu orta konuşulan belli ki benim yazgım!”

Ali Ayçil şiirin, insana aslını gösterme sanatı olduğunu söylüyor, “ben”in dolaysız ifşa edilme yollarından biri olduğunu... “Ulu orta konuşulan belli ki benim yazgım!” diyerek başlayan yeni şiir kitabı Bir Japon Nasıl Ölür ile de meydan okuyor: İşte buradayım.

HALE KAPLAN ÖZ12 Nisan 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
“Ulu orta konuşulan belli ki benim yazgım!”
Bir Japon Nasıl Ölür, Ali Ayçil’in üçüncü şiir kitabı. Kitaba ismini veren şiir Haiku biçiminde yazılmış. Bu türün büyük ustası Başo’ya koca bir selam veriyor Ayçil. Sadece ona değil, Marek Brzozowski’ye de. Çünkü şiirlerinin izleklerinden biri göç, diğeri tuz… “Güneşin altında yapılan bütün işleri gördüm, hepsi boş” diyen Davud Oğlu Vaiz’in de eksik sayfasını şöyle tamamlıyor: “Güneşin altında hala yeni bir şey yok”.
 
l İlk iki kitap: Arastanın Son Çırağı ve Naz Bitti. İki şiir kitabı. Sonra araya uzun bir ayrılık girdi ve “Ulu orta konuşulan belli ki benim yazgım!” diye başlayan yeni bir şiir kitabı geldi. Sitem mi bu? Siz de bizim yazgımızı konuşmuyor musunuz şiirinizde?
 
Kitabın girişine koyduğum bir cümle bu. Bir yanıyla uzun bir konuşmanın ilk cümlesini andırıyor. Haklısınız, bu uzun konuşma sitemli bir girişle başlıyor; ama muhatabı muğlâk bırakılmış. Biz aslında sıkça “keşke beni anlasa” ya da “keşke beni anlasalar” diye geçiririz içimizden. Çünkü hakkımızdaki kanaatlerden oluşan bir dizi portremiz hatta tahrif edilmiş biyografilerimiz vardır ve belli ki onlardan hiçbirinin tam olarak bizi yansıtmadığını düşünürüz. Oysa anlaşılma arzusu da biraz iddialı bir beklentidir. Hiç birimiz, bazı basit başlıkları dışında kendimize ait ayrıntılı bir kullanma kılavuzu çıkaramayız. Ve her halükarda üzerinde konuştuğumuz, üretip çoğalttığımız “yazgı”lardır. İnsanlar bir başka insanın yazgısını yorumlayıp dururlar. Düz yazı edebiyat da gücünü biraz, bir başkasının yazgısı üzerine konuşma maharetinden alır. Oysa şiir, aslını gösterme sanatıdır.  Bir başka söyleyişle “ben”in dolaysız ifşa edilme yollarından biri. Doğal olarak bu ilk cümle, “işte buradayım” diyor; burada ulu orta konuştuğunuzdan çok daha fazlası var. Şiir okuru da, bu meydan okumanın faillerinden biri tabii ki; o da bu yolla “işte buradayım” diyor.
 
l Kitabın ismi çok güzel. Naz Bitti kadar güzel. Bu isim kendini nasıl kapağa taşıdı?
 
Kitabın adı olan Bir Japon Nasıl Ölür, kitaptaki bir şiirin de adı. Haiku tarzında, iki kıta olarak yazılmış, ikinci kıtasından Japonların ünlü şairi Başo’dan bir alıntı yaparak bu türün ustasını da selamlayan çok kısa bir şiir aslında. Sonunda soru işareti yok, bu bir soru da değil. Niye özellikle bu adı seçtim? Buna şiirin ilk üç dizesini paylaşarak cevap verebilirim ancak: “Öyle büyük bir Tanrı’sı olmadan, çiçekleri ezmeden / Bir güzün güzelliği çiğlere düşmüş gibi / Ölüp gidiyor Japon, buna üzülüyorum.” Büyük sözlerden çok emeğin güzelliğine, mütevazı bir hayata vurgu yapılıyor. 
 
“Göçmeni çeken at tuzludur, güneşin altındaki göçmen tuzludur, göçerken denizde boğulanlar tuzludur ve hepsinden bir tuz tadı kalır geriye. Tuzlu dil, yolculuğun dayanılmaz hale geldiği noktada kana kana Allah’ın çeşmesine tutar kendini.”
 
l Yenilgiden Dönerken çok sevdiğim deneme kitabınızın ismiydi. Bu kitapta da dönüş belirgin bir metafor... İki bölümden oluşuyor kitabınız “Hem Yaralı Hem Yakını Bir Yaralının” ve “Bir Bahisçinin Eve Dönüşü” bu tasnifteki sınır ne ile ilişkili? 
 
Kitaptaki şiirler hayatımın son on yılında kaleme alınmış, orta yaşın iki yakasını bir araya getiren şiirler. “Hem Yaralı Hem Yakını Bir Yaralı” bölümündeki şiirler, kişisel kaosumu cömertçe paylaşan dizelerden meydana geliyor. Ki bu kişisel kaos, hayatımın önemli bir kısmında benim “iç ülke”min düzeni oldu; gürültüsü, gerilimi, uzlaşmaya açık olmayan yanları vardı. İkinci bölümde galiba bir yenilgiden döndüğümü kabul etmek zorunda kaldım; hayata kendisini zar olarak atan bir bahisçinin burnunun sürtülmesi de diyebiliriz. Bir gün savaştan, elinizde hiçbir şey kalmadan çekilebilirsiniz. Bunun da bir sesi, bir söyleyişi, bir tınısı ve hatta nazı vardır. Doğrusu son kitap, ruhun iki halinin de resmedildiği iki ayrı bölüm barındırıyor ve bu bir şiir kitabı için bütünlük açısından pek de muteber bir görüntü değil. Ama sonuçta tam olarak ne istediğini bilmeden gürültüyle dışarıya çıkan da kendi çığırtısından yorgun düşmüş olarak eve dönen de benim. Bazılarımız şu ya da bu yolla Don Kişot’u hayal eden adamı gayet iyi anlayabilecek bir noktaya gelebiliyoruz sonunda.   
  
l Davud Oğlu Vaiz’in eksik sayfasını yazmışsınız. Oysa “Güneşin altında yapılan bütün işleri gördüm, hepsi boş” demişti, neydi eksiği? 
 
Eski Ahit’te, Vaiz bölümü şöyle bir açıklamayla başlıyor: “Bunlar Yeruşalim’de kral olan Davud’un oğlu Vaiz’in sözleridir.” Sonra da “Her şey boş, bomboş, bomboş! diyor Vaiz. / Ne kazancı var insanın güneşin altında harcadığı onca emekten? / Kuşaklar gelir, kuşaklar geçer, ama dünya sonsuza dek kalır.” diye devam ediyor. Vaiz bölümünün dini cephesini bilemem ama bu sözlerin bir hikmet makamından neşet ettiği muhakkak. Ve bana kalırsa edebiyat tarihinin de en sağlam metinlerinden biri. Günlük hayatta bazen kullandığımız “Güneşin altında yeni bir şey yok” sözü de bu metinden mülhem. Kitaptaki Davud Oğlu Vaiz’in Eksik Sözleri” şiiri de bu metnin verdiği bir ilham. Eksik olan, Davud Oğlu Vaiz’den sonra doğmuş ve yaşamış olanların tecrübesiydi. İnsan, güneşin altında her şeyin boş olduğunu bir de kendi zamanında, kültürel ve şahsi koşullarında kendi tecrübe edebilmelidir. Ama bunlar caka satmaya da müsait sözler. Hiç değilse bu şiir yazıldığında ben, Davud Oğlu Vaiz’le selamlaşacak bir ruh hali içerisindeydim diyeyim.  Bu şiir hem alttan alta, “güneşin altında hala yeni bir şey yok” demeye  getiriyor hem de muştulanmamış bir özne önceki metne dahil olarak, onun açık yapıt olma vasfını test ediyor. 
 
l Yurtsuz Marek’ten küçük bir rica... Sonra bir ağıt, su göçerleri için: “Görüyorsun ya işte Allah’ım konuşacak kimse yok senden başka”. Tuzu işaret ediyor diye anladım bu şiirler, öyle mi?
 
Tuz iyi bir tespit Hale Hanım ve pek çok iması var. İnsan ya su kaybettiğinde tuzlanıyor ya da tuzlu su onu yuttuğunda. Marek Brzozowski göç temasını işleyen ilginç bir ressam. Çizdiği evlerin çoğunun tekerlekleri var, mekânlar hep bir göç halinde. Bu resimlerde işlenen yurtsuzluk duygusunun mesela Edward Said’de olduğu gibi politik, tarihsel sebepleri de olabilir, bütünüyle insanın dünyadaki durumu olarak da resmedilmiş olabilir. Yıllar üzerinde yaşlandığımız bineklere benziyor ve biz bir mevsimden diğerine göç edip duruyoruz. Neticesini de gayet iyi bildiğimiz bir göç bu. Bir de “tuz” bağlamından kopmadan cevap vereyim: Göçmeni çeken at tuzludur, güneşin altındaki göçmen tuzludur, göçerken denizde boğulanlar tuzludur ve hepsinden bir tuz tadı kalır geriye. Tuzlu dil, yolculuğun dayanılmaz hale geldiği noktada kana kana Allah’ın çeşmesine tutar kendini. Özellikle söyleyeyim, Su Göçerleri İçin Ağıt şiirini, fakir Doğu ülkelerinden Batı’ya varmaya çalışırken denizde boğulanlar için yazdım. Düşünün, Afganistan’dan, Mezarışerif’in uzak dağ köylerinden yola çıkan bir kadın, İtalya açıklarında çocuğuna sarılmış olarak sulara gömülüyor. Ölümü bile yurtsuz. 
 
l İsmini iki şiirin başlığında görüyoruz bozkırın. ‘İri bir ay düştü düşecek gibiydi göğsümü altına yaydım”... Şiir için hangi yönleriyle münbit bir alana dönüştü burası?
 
Ben Türküm ve hafızamda birden fazla bozkır var. Bir akşam vakti Yesi şehrinin dışında bir yerde, tam bozkırın gökle bitiştiği noktada beni aptallaştıracak kadar büyük bir ay gördüm. Zarifoğlu’nun okyanusu ilk gördüğünde yaşadığı duygunun bir benzeri belki. İçimden şöyle dedim; “uzak atalarımın ruhu bu ayla mühürlenmişti demek.” Bu benim atalar bozkırım. Dede Korkut hikâyelerini hep öyle düzlüklerde yaşanmış hayal ediyorum. Bir de onun küçük bir ölçeği olan doğup büyüdüğüm bozkırlar var Anadolu’da. Düzlükleri bir dağla nihayete eren bozkırlar; yüksek yaylalar vs. Kelimeleri çoğunlukla ezbere kullandığımız için, anlamlarını düşünmeden geçiyoruz. “Boz kır” çok da münbit olmayan bir düzlüğü rengiyle tarif ediyor. Ben de her şeyi boz kırlarda tanıdım; evleri, kızları, gülüşleri, ölümleri, kuşları, ağaçları. İyi ya da kötü diyemem, bir sahille ya da kentle kıyaslamak da istemem. Herkesin yazısı bir yerde yazılmaya başlıyor ve biz nereye gidersek gidelim, hayatımız bu yazıyı şerh etmekle geçiyor. İçimdeki boşluk ve engebeler bana biraz da bu tabiatın hediyesi diye düşünüyorum. 
  
l “Tek bir ağaç dikmedim bir çocuk altı kitap”... Diğer yazın türlerinden hikâye ve denemede çok yetkin eserleriniz var. Şiir için kalemi elinize aldığınızda sözün gücü ne oranda değişiyor? 
 
Tabii ki merkezde şiir var. Ben hep şiirin ekmeğini yedim. Düz yazının bereketini de şiirin bir zekatı olarak görüyorum. İnsanlar bazen şairlerin şiiri çok abarttığını düşünebilir. Ama az satan, az okunan, künhüne az varılan bu sanata bazı insanların bağlılığının da bir anlamı olsa gerek. Şiir, varlıkla konuşulan dil arasındaki gerilimi, kendimize zarar vermeden çözmek için bulduğumuz önemli bir yol aynı zamanda. Bazen, şiirin gittikçe revaçtan düştüğü söyleniyor; oysa insan hala doğmaya devam ediyor; onun büyürken dünyaya teslim olmakla ruhunun zamansız ve mekansız yurdunda serazat dolaşma arzusu arasındaki gerilim de sürüp gidiyor işte. Öyleyse şiirin şu görünmez hammaddesi hiç eksilmiyor.
 
Doğrusu hem denemeleri hem de hikayeleri bir kitap düşünerek ve belli bir plan dâhilinde kaleme almadım. Hepsi de tıpkı şiir gibi, samimiyetle kaleme aldığım biriktikçe de kitaplaşan metinler oldu. İnsan birden fazla tarzda metin kaleme aldığında, bunların arasındaki farkı, zorluk derecelerini de tartabiliyor. Düzyazıda ana bir kitle, bir malzeme vardır ve iyi bir taş ustası iseniz, taşları kafanızdaki mimariye göre yontup yerleştirirsiniz. Ama şiir bir kaostan doğuyor ve onu düzene koymak için konuşulmakta olan sözcükler bir yere kadar işinize yarıyor. Dili, işlevsel kullanışından koparıp, şahsi bir inşaya razı etmeniz gerekir. Hülasa dünyanın dili varlığı sınırlıyor ve varlık şiirle, patlamalar halinde onun sınırlarını ihlal ediyor. Bir bakıma şiirle havalanmaya çıkıyor.