Derin kuyular, kurtlanan yaralar
Peki, bu aydınlanmayla yaşanabilir mi? Ben, biraz daha bekleyeceğim. Ne de olsa beklemeye yazgılıyım. Her şeyin bekleme odası benim hayat sınırlarım. Yine de aydınlanma denilen bu düşsel ışık insanın gözüne girdikçe, onca karanlığın içinde zaten şaşırdığı yolunu yitirmek... Söz gelimi kendini kırık dökük hatıraların boca edildiği bir uçurumun kıyısında bulmak. Hatta adım atmak boşluğa… Rüyada düşerken için çekiliyormuş hissi duymadan. Tuğla gibi Newton’un adını koyduğu yasaya uyarak yerin çekimine kapıldığında… Uçurumun dibine vardığında… İnsanın terk edilmişliğin, unutulmak ne kadar uzunsa o kadar uzun kılıçlarına saplanması da, o kadar mümkün... Hayat denen bu karanlıkta elime, yüzüme bulaşan yapış yapışlık ve iç bulandıran kokudan anladığım kadarıyla, ben çoktan o kılıçlara saplanıp paramparça oldum. Yahut ta yüreğimden girip, tüm inceliğimi kırarak, ciğerimi delen… Evet en çok da ciğer acısı açan o ayrılık, o terk edilmişlik, o seni istemiyorum hallerinin en vahşisini, en hak edilmeyenini yaşamak her gün o uçurumdan, o kılıçların üzerine düşmeye benziyor. Yahut çok ama çok derin bir kuyuya düşmeye. Dert ne kadar çoksa, kuyu o kadar derin ve karanlıktır. Ama kişi benim gibi Yusuf değilse ve kuyuya atılmışsa… Eyüp değilse, ama yaraları kurtlanmışsa… Ve bu ikisi de yalnızlıkla olmuşsa… O vakit oturup, kendi yalnızlığını düşünür. En çok da gece vakti yapar bunu. Gece insanı kendinden dahi gizlediklerini kara örtüsüyle kapattığından, samimiyetin çağrısıdır. Ama insan en karanlık işlerini gece yapar. Bir yazarın en karanlık işi, yalnızlığı hakkında düşünmek olabilir. Daha da kötüsü ve karanlığıysa, yalnızlık hakkında düşündüklerini yazmaktır. Bundan mıdır bilmem fakat ben yalnızlığın çok vefalı bir öğretmen olduğunu, kişiye öğrettiklerini unutmasın diye bir ömür peşinden geldiğini düşünürüm. Yalnızlığından ders almayanların ise yalnız kalmamak için önünü sonunu hesap etmeden, ne kırdığına bakmadan yalnızlığı alt etmek için elinden geleni yaptığını düşünmüyorum; bunun şahidi oldum, oluyorum. Ve böyle davrananların hayat tarafından ödüllendirildiğini; yalnızlıktan ders alıp yanmanın dahi insanın hamlığını almadığı sonucunu çıkaranların ise, kozmik yıldırımların tutuşturduğu fırınlarda bir alta bir üste çevrilip pişirildiğini bilirim… Peki ne için bunca çaba? İnsanların yalnız kalmak ve kalmamak uğraşından başkası değil. Onunla olmak için uğruna neler feda edilen insanların tek bir sözle ve bir davranışla yalnızlığından ölesiye korkanı, korkularından da büyük yalnızlıklara itiverdiğinin şahidiyim. Ah bunca ağır şahitlikler olmasaydı keşke. Veya Tanrı, tek ve ebedi yalnızın kendisi olduğunu anlatmak için, insanın en büyük sınavını yalnızlık yapmasaydı. Her şey çift olarak var olsaydı doğada. Yahut yaratılsaydı. Ve kendi eşini bulamamak gibi bir doğa kanunu veya yazgı olmasaydı. O zaman edebiyat olur muydu? Kütüphaneler ve edebiyat tarihi onca yalnızlığın arşiv odası değil mi? Sahi öyle mi? Sorular cevaplarını bildiğinde değil de cevaplarını veremediğinde çok can yakıcılar…
Demiştim, kozmik şimşekler karanlık hayatımı bazen aydınlatır. Semih Gümüş’ün yeni romanı Yalnızlık Kime Benzer’i okuduğumda da şimşek fırtınasına tutuldum. Sevgilisi Lal’in onu terk ettiği yazar kendini bir odaya kapatıp yalnızlık hakkında düşünmeye başlıyor. Modern edebiyat kurgusuyla yazılan Yalnızlık Kime Benzer, hem adıyla uygun soruya cevap ararken bir taraftan da Fuentes, Rulfo, Perec, Marquez, Zebercet ve Oğuz Atay gibi karakterler ile yazarları yanına alıp bu arayışa ortak ediyor. “Şehrin yalnızlarının uyuyamadığı gecenin içinde insanın dili yalnızca düşünmek için var” diyen yazar, “İki kişi birbirini aynı anda asla sevemezmiş” de diyor. Yalnızlığın ne olduğunu roman kurgusu içinde arayabilme başarısının yanında bir de cevap üretebilen Gümüş’ün “Belki de hayvanların acılarını bilmeden yaşamak günahlarımızı bağışlanmaz yaptı” sözünü de kalınca çizdim. Romanda edebiyat değerlendirmeleri bölümleri de ayrıca önem taşırken Oğuz Atay ve Kafka için şu sözleri çizdim: “Tutunamayanlar… Çok büyük yazar falan filan ama bunların hepsi güzel de bir de insan adam…” “Kabuslarımız aynı olmadığı için Kafka da kolay okunmuyor, okuyanlar da anladıklarını sanıyor…”
Bir yalnızlık lekesi
Roman boyunca yalnızlığı arayan yazar, yalnızlığı bir buluyor bir kaybediyor. Benim için kozmik yanı bir odaya kitaplarla kapanmış yaşamımın iki yıldır yalnızlığı aramaktan oluşması. O nedenle Yalnızlık Kime Benzer romanına en çok kendime diyebiliyorum. Bir de bu tür modern roman işçiliğinin ancak Gümüş gibi edebiyatı kılcal damarlarına kadar bilen bir yazarın işçiliği olabileceğinin de altını burada çiziyorum. Ve okuyucuyu hem romanın hem de benim çizdiğim son cümleyle başbaşa bırakıyorum: “Bir yalnızlık lekesi bırakarak gitti. O gelmeyecek biliyorum ama gölgesi uzadıkça uzuyor…”