26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Yazılmıştır alnıma ölüm, doğduğum gün

VİCTOR BLOMBERT, FANİLİK ÜZERİNE DÜŞÜNCELER’DE TOLSTOY’DAN THOMAS MANN’A, F. KAFKA’DAN V. WOOLF’A, A. CAMUS’YE, J.M. COETZEE’YE KADAR UZANAN BİR İZLEK ÜZERİNDE HEM YAZINSAL GELİŞİMİN HEM DE ÖLÜMÜN KANONİK KRONOLOJİSİNİ İRDELİYOR.

ŞAHİN TORUN15 Temmuz 2016 Cuma 07:00 - Güncelleme:
Yazılmıştır alnıma ölüm, doğduğum gün

Bilinen bir gerçektir; Adem’in yaratılışından beri Doğu’da da Batı’da da insan için yegane değişmez hakikat; hayatın geçiciliği ve nihayetinde geliverecek olan ölümdür. İnsanoğlu her ne yaparsa yapsın bir gün muhakkak ölecektir ve insanlık tarihi Doğu’dan Batı’ya bu değişmez gerçekle şekillenmiştir. Victor Brombert, ölüm ve faniliği, bütünüyle Batılı bir algı çerçevesinde ama bir yönüyle de evrensel insani kaygılar ölçeğinde yazının izleğinde ele alıp incelemeye çalışıyor. Fanilik Üzerine Düşünceler adlı kitap ilk elde aklımıza El Kindi ile beraber Roma’nın filozof imparatoru Marcus Aurelius’u ve onun ölüm hakkındaki şu sözlerini getiriyor;  ‘Bir nehirde ilerliyoruz...’ diyor Marcus Aurelius ve devam ediyor;  ‘Hangi nesne tutunduğumuzda bizi sabit kılacak ki ona değer verebilelim? Bir an göz göze geldiğimiz ve sonrasında uçup giden bir serçeye tutunmak gibidir bu... Hayatımız da tıpkı bunun gibi soluk almaya, buharlaşan kana benzer. Hep sürdüregeldiğimiz nefes alışverişimiz bile, dünyaya geldiğimiz andan beri aldığımız gücü tekrar kaynağına vermemizden başka bir şey değildir...’ Büyük Roma İmparatoru Aurelius’un bu sözlerini Brombert’in önsöze epigraf olarak aldığı Homeros’un İlyada’da geçen şu sözleriyle de karşılayarak düşünelim bir an; ‘...yazılmıştır alnıma ölüm, doğduğum gün...’ 

FELSEFE DIŞI ANLAMLAR

Akın Terzi çevirisi olarak Kolektif Kitap Yayınları arasında çıkan Fanilik Üzerine Düşünceler Brombert’in kendi okuma serüveninden seçtiği sekiz büyük yazarın ölüm, yaşam, yazı ve fanilik üzerine inceleme ve yorumlarını içeriyor. Brombert ilkin Tolstoy’un İvan İlyiç’inden yola çıkıyor ve  bireyin ölümüne odaklanıyor. Bu haliyle de gerek ölen kişinin ölümle yüzleşmesi ve gerekse ölümün ardından geride kalanlar nezdinde ölümün neyi ifade edebileceğine yönelik kısa ama oldukça oylumlu bir kazıya girişerek hem ölüm ve tekil insan hem de ölüm ve toplum bağlamında oldukça ilginç yorumlara ulaşıyor.  Böylece Tolstoy’dan Thomas Mann’a, F. Kafka’dan V. Woolf’a, A. Camus’ye, G. Bassani’ye, J.M. Coetzee’ye ve P. Levi’ye kadar uzanan bir yazınsal izlek üzerinde bir yandan ölümün bireysel ve toplumsal kültür nezdindeki haritasını çıkarırken bir yandan da adeta Batı kanonunun tarihsel izleğini de takip ederek hem yazınsal gelişimin hem de ölümün kanonik kronolojisini irdeliyor. Çalışmanın içeriğine sızmış ölüm korkusu ile beraber aslında derinden derine işlenmiş haldeki yaşam arzusunun ve bu arzuya adeta acı bir bilgi olarak eklenen kaçınılmaz ölüm bilgisinin bir arada veriliyor oluşu ise Brombert’in iddiasız biçimde ulaştığı bir başka başarı sayılsa gerek. Sözgelimi, Tolstoy’un, İvan İlyiç’in hastalığı ve ölümüyle metne geçirdiği bireyin ölümünü, hastalık, iktidar ve bir söylemsel toplam olarak ele alırken bir yandan da ölümün felsefe dışındaki anlamı üzerinde yoğunlaşan Brombert büyük ölçüde de Tolstoy’un yazısına sinmiş haldeki iç dünyasına ve bu dünya üzerinde serpilip büyüyen hayatın vazgeçilmez akışına yöneliyor. Aynı biçimde T. Mann ile devam eden Brombert, bu metinde ise bireyin ölümünden, toplumsal bir kopuş ve dönüşüm sürecindeki bir başka ölüm yorumuna ulaşarak bir kişinin ölümü dolayısıyla o kişinin yakın çevresine sinen hüzün ve karamsarlığı savaş öncesi Avrupa’nın çökmekte olan dinginliğiyle birleştiriyor. Brombert’ e göre gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda çözümlenmesi gereken yıkım ve trajedi belki de en dehşetli biçimine F. Kafka’nın yazısında ulaşıyor. Ona göre daha en baştan yaşarken ölen, acılı cezalara ve infazlara uğrayan, cezası derisine kazınarak- yazılarak- suçlanan ve bilmediği suçlarla yargılanan Kafka’nın kahramanları tam da bu yıkım ve trajedinin çözümsüzlüğünü ele verecek biçimdeki kurgulanmışlıklarıyla hem bir yazar olarak Kafka’nın adeta bir ‘Kenan’ gibi sığındığı yazısını hem de Batı insanının ne yaşarken ne de ölürken dillendiremediği memnuniyetsizliğini açık ediyor. Tıpkı Kafka’nın yapıtına yönelirken yaptığı gibi, yeni bir şey bulmaya çalışmaktan çok bu yapıtın içine gömülü haldeki ‘var olanı’ bulup çıkarmaya yönelik bir çaba ile V. Woolf’un özellikle Deniz Feneri ve Dalgalar’ ına dikkatimizi çeken Brombert İngiliz edebiyat kanonunun iddiasının tersine, aslında Woolf’un yapıtıyla aradığı şeyin bir deneysellik olmaktan öte bir hakikat arayışı olduğunun altını çiziyor. Kafka’da bir ızdırapla beraber gelen ölümün Woolf’ta tam bir zihinsel boşluk olarak dikkati çektiğini bundan da öte tüm bu metinleri yazarken Wollf’ün ciddi bir ölüm korkusu içinde olduğunu ve ölümle baş edebilmek için de yazıya sığındığını öne sürüyor. Eksenine aldığı yazarlar içinde belki de en huzursuz yazar olarak betimlediği Camus’de ise ölümü ve ölüm korkusunu absürd olanın ve başkaldırının izleğinde yorumlayan Brombert, Camus’nün ölüm karşısındaki bu trajedi ve yıkımı dünyaya sığınarak aşmaya çalıştığına çekiyor dikkatimizi. Benzer biçimde İtalyan romancı G. Bassani’ de de dikkati çeken bir yaşam ve dünya alışkanlığına vurgu yapan Brombert’e göre Coetzee’nin ölüm karşısındaki tavrı ise içten içe kaynayıp duran, korku yüklü bir toplamla şekillenen ve ölmekten çok öldürmek anlamında bir utanç ve ruhsuzlukla şekilsizleşmiş ama son tahlilde biçimsiz de olsa bir hakikati ele veren bir başka şeye dönüşüyor.