4 Mayıs 2024 Cumartesi / 26 Sevval 1445

Yeni bir Avrupa bakışı edinmek

8 Şubat 2018 Perşembe 07:00 - Güncelleme:
Yeni bir Avrupa bakışı edinmek

Feridun Andaç: Dünle, hatta yakın zamanla bir köprü kurabilmek için sanırım Stefan Zweig’la başlamak en uygunu. Hem edebî metinlere bakabilmek, hem de Ortaçağ Avrupası’ndan, Engizisyon zamanlarından geçerek İkinci Paylaşım Savaşı’na gelinen süreçleri kavramak için odak yerde duran biridir Zweig, bence!

Onun kendi yaşamındaki tanıklığı kadar yazdıklarının getirdiği birikim de bize Avrupa’nın bugün bu denli ırkçı söylemlere sapmasının neden/niçinlerini anlatmaktadır.

Evet, Zweig bize Avrupa’nın karanlık zamanlarını anlatmaktadır hem biyografik yapıtlarında, hem güncelerinde, hem de anılarında. O, bizi, başka zamanlara da taşımaktadır.

Bir adım öncesine dönersek eğer, belki de Tolstoy’un savaşa karşı olan düşüncelerinin neden ülkesinde yasaklandığını da anlak için bu yöndeki yazılarını okumak gerekir.

Avrupa zihin haritasında gezinirken Spinoza’nın metinlerini aforoz edilmesine tanık oluruz. Galile Galileo’nun düşünceleriniz engizisyona takılmasını okuruz. Rotterdamlı Erasmus gene aynı çağın vicdanı olarak çıkar karşımıza. Kuşkucu Montaigne de Denemeler’yle bir kıvılcım çakar insan aklına, ve bağnazlığa neden karşı çıkılması gerektiğine. François Rabelais benzer kaygıları güden bir aydındır Gargantua’yı yazarken.
Cervantes’in Don Kişot ile çağrısı da bu yöndeydi.

Zweig’ın Rotterdamlı Erasmus Zaferi ve Trajedisi yapıtı ile Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karış Özgür Düşünce yapıtı sanırım Avrupa’nın ruh/düşünce atlasının derin izlerini etkileyici biçimde gözler önüne serer.
Sanırım daha yakın zamanı aydınlatacak iki temel yapıtı da anmalı burada: Geleneğin İcadı (Eric Hobsbawm/Terence Ranger),  Parçalanmış Zamanlar/ 20. Yüzyılda Kültür ve Toplum (Eric Hobsbawm).

Aydınlanma Çağı’ndan küresel kapitalizme uzanan süreçte ortayla çıkan akımları/değişim ve dönüşümleri anlamak için sanırım başka bir kıyıdan okuma yapmak gerekir. Bunu da bize taşıyan ufuk açıcı bir yapıt Arif Dirlik’in Postkolonyal Aura/Küresel Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Eleştirisi’dir. Avrupamerkezciliğin iflasıyla çokkültürlülüğün günümüzde artık ne anlama geldiğini görerek yeni bir Avrupa bakışı edinebiliriz. Gündemleşen sorunlara bakışımızı belirleyen de bu olmalıdır sanki!

‘Doğu’ bir Batı icadıdır

Selahattin Yusuf: Yukarıdaki söz, Edward Said’in. Biliyorsunuz. Batı denen kamuoyunun “Doğu”ya nasıl baktığını şimdiye kadar belli bir disiplin içinde ortaya koyan ve ayrıntılı biçimde inceleyen yazardır Said. Onun sayesinde “Orientalism” kavramı yaygınlaştı ve belli bir disiplinin adı oldu. “Neo-Colonialism” (Yeni-Kolonyalizm) dediğimiz disiplinin de kurucusu sayılıyor Said. Ne demek yeni kolonyalizm? Şu. Yoğunluğuna 18. Yüzyıl’da varan sömürgecilik çağından sonra, bu kez fiziki değil; zihni bir “Doğu” inşa edildi. Bu genellikle edebi metinler üzerinden yapıldı. Mesele, gizli veya açık, metinlerin içine yerleşti. Meşhur deyişle, yeni bir “öteki” inşa edildi. Aslında bu geleneksel “Şark Meselesi”nin vardığı bir aşama mıydı? Öyle görünüyor. Şark Meselesi bugün edebiyat-sinema-sanat alanında ödüller, tercihler/seçimler, tercüme faaliyetleri ve çok çeşitli taltif-armağan-destek süreçleriyle el’an sürdürülmektedir.

Burada ilginç bir şey var. Batı’nın“Doğu”ya Modern zamanlarda nadiren ihtiyacı oldu. Bu momentlerden biri Birinci Dünya Savaşı sonrası; diğeri de İkinci Dünya Savaşı sonrasıydı. Bu iki “momentte” Batı, kökünden sarsılan değer sistemini tahkim edebilmek için “Doğu”ya uzandı. Fakat ilginç bir hareketti bu. Bu iki hareket anında Batı’yı ilk kez kompleksli davranış içinde görüyoruz. Şöyle. Geleneksel “Doğu” dedikleri Türkiye ve hinterlandını görmüyormuş gibi yapıp Uzak-Doğu dedikleri coğrafyaya uzandılar. Bu, iki dönemde de böyle oldu. Pek üzerinde durulmayan, bana ilginç gelen bir “By-pass” girişimidir bu.

Edebiyatlarına Bin Bir Gece Masalları’yla başlamayı bir çeşit “Besmele” kabul etmiş Batı edebi kamuoyu, “Masallar”ın uygarlık birikimini yok sayıp, onun üzerinden daha doğuya uzanmayı, muhtemelen bir geleneksel gurur ve kimlik meselesi olarak görmüştür. Goethe’nin aşağıladığı, sulu ve ciddiyetsiz bir metafizik evren kabul ettiği Hint kıtasına yani. Bu, ilginçtir, Rene Guenon ve arkadaşları için bile böyledir.

Fakat bu babda, Goethe’nin bir davranışı da ilginçtir. Büyük şair, ömrünün ahir zamanında, bilindiği gibi Hafız-ı Şirazi’ye iltica etti. (Yani Hint kıtasına değil; ama geleneksel öteki olan Türkiye kıtasına da değil!). Frankfurt’taki evinde şöyle bir dolaşıldığında da görülebileceği gibi, ev eşyasına ve topladığı kitaplara kadar, İran’a ve  Farsça’ya aşık olmuştur. Ve aynı Goethe, mesela bir fetvası yüzünden bizim Şeyh’ül İslam Ebu’s Suud Efendi’yi yermiş, onun karşısında Hafız’ı müdafaa etmiştir. Elbette Goethe’nin evreninde tutarlı bir davranıştır bu. Ancak sembolik olarak, yine de yukarıda sözünü ettiğim geleneksel “By-pass” alışkanlığının bir sonucu da neden olmasın? 

Bir kaç yıl önce Roma’dan Napoli’ye doğru giderken rehberimiz dağların tepelerinde eski kale kalıntılarını gösterip; “Bakın işte buralar, eski beylerin Türkleri gözetlediği kulelerin kalıntıları” demişti. Hatta annelerin bebeklerini “Türk geliyor!” diye korkuttuğunu da söylemişti. Eh, bu kaleler demek ki “Öteki”nin gözetleme kuleleri oluyor. Doğu’dan gelecek olanı tedirginlikle, teyakkuzla o kadar yüzyıl boyunca beklemiş olmak, neredeyse kendiliğinden bir kimlik inşası demektir. Kaçınılmaz biçimde böyledir bu. Aklınıza büyük İtalyan yazar Dino Buzzati’nin“Tatar Çölü” geldi mi bilmem.

Batı’nın kendini inşa ederken kullandığı kavramlar, elbette tarihi süzgeçten geçip gelmiş ve olgunlaşmış. İşin garibi şu ki, bu kavramları, kavramların kendilerine karşı gelişip büyüdüğü “Doğu” da tevarüs etmiş. Bizler yani. Yoksa hemen dibimizdeki, hadi bilimsel kesinliğiyle söyleyelim; “Güney”imizdeki topraklara neden “Doğu” diyelim ki, değil mi? Hadi düzeltelim: “Doğu”nun ortası” veya “Orta-Doğu”. Bu kavram nakliyatı, Tanzimat zamanlarımız boyunca münevverimiz tarafından dalgınlıkla taşınmıştı. Modern Cumhuriyetimiz bunu kasten yaptı. Buna kast etti. kurtuluşu inkar ve aşağılanmayı kabul etmekte buldu. Futbol maçlarında bile yanardağ gibi patlayan “Batı” düşmanlığı işte bu inkarın sıkıştırdığı zihinlerin infilakıdır.

Ne yapmalı?

Mesela Chateaubriand’ın ıstırabını bir Fransız’dan daha iyi kavramalı. Tek çıkış yolu budur. Batı’yı -eskilerin güzel söyleyişiyle- ihata edebilecek bir kavrayış seviyesine varmalı.

İki dünyayı da iki güçlü elinde tutabilecek kadar gelişmiş bir birikim ve muhakemeyle değerlendirebilecek yere varmalı. Oradan yepyeni, komplekssiz bir bakışla insanın gözlerinin ta derinliklerine bakabilmeli. Uygarlığımızın imkanlarını dünyaya görülmemiş bir zarafetle teklif edebilmeliyiz.