26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Dostları ‘o’nu gizli gizli sevmiş

Milli mücadele yıllarının manevi kahramanı, İstiklal Marşı’nın yazarı Mehmet Akif Ersoy’u 80’inci ölüm yıldönümünde minnetle anıyoruz. Devrin hükümetince önce kahraman sonra da vatan haini ilan edilen Ersoy’un yaşamının bilinmeyenlerini Gazeteci-Yazar Muharrem Coşkun’un kaleme aldığı ‘Kod Adı: İrtica-906’ isimli kitapta okuyoruz.

BÜŞRA UĞRAŞ1 Ocak 2017 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Dostları ‘o’nu gizli gizli sevmiş

Nasıl oldu da Milli Mücadele zamanında mücadelenin manevi cephesini örgütleyen, il il dolaşarak Kuva-i Milliye hareketine destek veren, halkı mücadeleye davet eden, isyanları bastırmak için çalışan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin İstiklal Marşı’nı yazan Mehmet Akif Ersoy ülkesini terk etmek zorunda kaldı? Ne oldu da ‘İrtica-906’ olarak fişlendi ve Mısır’a göçtü? Ölümünden sonra bir cenaze töreni bile düzenlenmedi, devlet eliyle bir kabir bile inşa edilmedi. Neden? Belki de tüm bu yaşananlardan daha kötüsü o dönemde Ersoy’a yapılan haksızlığın bugün de yeteri kadar konuşulmuyor olması. Herkes onun yazdığı milli marşa saygı duruşunda durduğu halde kimse öz vatanının ona dayattıklarını konuşmadı. Tarih sayfalarına gizlenen bu utanç veren gerçekleri, ilk kez yayınlanan belgeler eşliğinde Yeditepe Yayınevi eserleri arasından çıkan Gazeteci-Yazar Muharrem Coşkun’un kaleme aldığı ‘Kod Adı: İrtica-906’ isimli kitapta okuduk. Ölümünün 80’inci yıldönümünde İstiklal şairini anarken, konuşulmayanları masaya yatıralım istedik.

Mehmet Âkif Ersoy. Kurtuluş Savaşı döneminde yaşadı. Tarih ve edebiyat kitaplarımızda Türk şair, öğretmen, veteriner hekim, vaiz, hafız ve siyasetçi olarak anılıyor. Bir de İstiklal Marşı’mızı yazdığından başka pek de bir şey bilmiyor kimse hakkında. Oysa onun vatan için verdiği mücadele başlı başına bir kahramanlık destanı. İstiklal Marşı’nda “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” dedi. Peki sonra ne mi oldu? Kendi vatanı onu fişledi ve vatanından cüda yaşamaya mahkum bıraktı. 1925 yılında Mısır’a gitmek zorunda kalan Ersoy, 1936’da vefat edene dek takip dahi edildi. Yurduna döndüğünde dönemin hükümetlerince ‘sakıncalı’ olarak atfedilen İstiklal şairi, hakkında konulan yasaklarla ‘Cumhuriyet’e tehdit’ olarak anıldı. Adına çıkarılan yasaklar hükümet tarafınca ‘İrtica-906’ kod adıyla dosyalandı. Biz bu gerçekleri, belgeleriyle birlikte Yeditepe Yayınevi eserleri arasından çıkan Gazeteci-Yazar Muharrem Coşkun’un kaleme aldığı ‘Kod Adı: İrtica-906’ adlı kitabında okurken hayrete düştük.

“HAYDİ HAZIRLAN GİDİYORUZ!”

1920 yılının Ocak ayı sonuydu. Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını kendi arasında bölüşmüş, yurda dört bir yandan saldırmaya başlamışlardı. Ersoy başyazarı olduğu İstanbul’daki Sebilürreşad’ın yazıhanesinde dostu Eşref Edib’e “Haydi hazırlan gidiyoruz” dedi ve. Sokak sokak, il il dolaşarak memleketi kurtarmak ve namert taaruza karşı çıkabilmek için kadın, erkek, çoluk çocuk, genç ihtiyar herkese seslenmişti. Kürsüye çıkıp “Cihan altüst olurken seyre baktım öyle durdun da/ Bugün bir serseri bir derbedersin kendi yurdunda!/ Hayat elbette hakkın lakin ettir haykırıp ihkaak/ Sağırdır kubbeler bir ses duyar: Dava-yı istihkak şiirini okumuş ve ardından Al-i İmran Suresi 100-104’üncü ayetlerinin anlamını vererek konuşmasını sürdürmüştü: “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız. Sakın aranıza ayrılık, gayrılık girmesine meydan bırakmayınız” diye seslenmişti. Sözlerine “ Emin olunuz ki, canla başla çalışarak aradaki ayrılık sebeplerini kaldıracak olursak vatanı da dinimizi de kurtarırız” demişti.

O ARTIK TEHLİKELİ...

Mehmet Akif Ersoy belki de Kastamonu Nasrullah Camii’nin kürsüsünde gözyaşları içinde “Müsülüman mülkünü her yerde felaket vurdu/ Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu/ Bu da çiğnendi mi çiğnendi demek Şer’i Mübin/ Hak-sar eyleme ya Rab onu olsun!” sözlerini söylediği için ‘tehlikeli’ oldu. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı, medreselere kilit vurulması ve Tevhid-i Tedrisat’ın kabulüyle 1925’ten sonra Türkiye’de bambaşka rüzgarlar esmeye başlamıştı. Tüm işaretlerin’batılılaşmanın’ devam edeceğini göstermesi, dahası bunların dayatmaya dönüşeceğinin anlaşılması ve Lozan Antlaşması sonrasında muhalif kesimin meclisten ve etkin odaklardan tasfite edilme teşebbüslerinden sonra Ersoy’da Mısır’a gitmeye karar verdi. Türkiye’ye döndüğünde yıllarca çalıştığı gazetenin Takrir-i Sükun yasası ile kapatıldığını ve kadim dostu Eşref Edib’in Şark İstiklal Mahkemeleri’nde ‘Vatan Haini’ suçlamasıyla yargılandığını görmüştü. Ersoy’sa ‘sakıncalı’ olarak anılmaya çoktan başlamıştır. Rejime yakın duran gazeteler ise İslam’ı, Müslümanları tahkir eden, Osmanlı’yı aşağılayan yazı ve çizimlerle doludur. Bu manzarayı gördükten sonra Ersoy kesin kararını vermiş ve vefat ettiği 1936 yılına kadar da vatanından uzakta yaşamıştır. Halk kahramanlığından vatan hainliğine doğru uzun bir yolculuktu onlarınki...

YA RAB, BENİ EVVEL GETİREYDİN NE OLURDU?

Ersoy’un 1935’te kaleme aldığı “Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm/ Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu./Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;/ Ya Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?” dizeleri ömrü boyunca çektiği acıların bir özeti gibi.   1920 ve 1930 devirlerinin hükümetlerince kurulan yeni düzende barınamayan, canını vermeye razı olduğu vatanınca ‘tehlikeli’ olarak nitelendirilen İstiklal şairi, vatanını sevmekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Bundandır ki bir kesim de onu asla unutmadı. O dönem ‘dinci ve ümmetçi’ olarak anılan ve devletçe ayrıştırılan gençlerin Ersoy’a bir cenaze töreni düzenlemek ve kabir yaptırmak için giriştikleri mücadeleyi ve yine hükümet tarafından çıkarılan engelleri yine Gazeteci-Yazar Coşkun’un kitabında görüyoruz! ‘Mehmet Akif Ersoy, Mısır’a neden gitti? Neden 11 yıl ülkesine dönmedi? Yazdığı Kur’an mealini neden teslim etmedi? Gerçekten peşine halifeler takıldı mı? Hilafet, şapka, cumhuriyet ve yöneticileri için neler düşündü, hangi ifadeleri kulandı? Daha önemlisi Cumhuriyetin ilanı sonrası ‘İslamcı/dindar’ bir şair olan Mehmet Akif’e yeni rejim nasıl bakmıştı? O bu ülkede kalsaydı, kadim dostu Eşref Edip Fergan gibi İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanır mıydı? Gitti yad ellerde Türkiye, Milli Şairi’ne neden sahip çıkmamıştı? Hastalık ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Akif’i rejim nasıl izlemişti?’ tüm bu soruların cevabını kanıtlarıyla birlikte bulmak mümkün...

“Vatan-cüdâ gibiyim ceddimin diyarında!/ Ne toprağında şu yurdun, ne cûyibârında,/ Bir âşinâ sesi, yâhud bir âşinâ izi var!/ Sadâma beklediğim aksi vermiyor ovalar./ Vatan-cüdâ olayım sinesinde İslâm’ın.../ Bu akıbet, ne elîm intikamı eyyamın!”

SAFAHAT İÇİN İMHA EMRİ VERİLDİ 

Mehmet Akif Ersoy Mısır’a göç etmişti ancak ülkeyi terk ettikten sonra da takip edilmekten kurtulamamıştı. Dönemin hükümeti O’nun izini sürmüş, O’nunla ilgili istihbarat yazışmalarını, takip raporlarını ‘İrtica 906’ kodlu dosyada biriktirmişti. Dönemin hükümeti uzak diyarlarda, vatanından cüda yaşayan, orada hastalık geçirip acı çeken milli şairimizin sıkıntılarını çözmek için adım atmak bir yana O’na yardım edenlere bile iyi gözle bakmıyordu. Mısır’da yazdığı ‘Gölgeler’ kitabının ülkeye sokulması engellenmiş, ‘Safahat’ hakkında ise toplatılarak imha etme kararı verilmişti. Bu durum milli şair öldükten sonra da devam etmiş, onu anmak için dahi yapılan küçük katılımlı programlar soruşturma konusu olmuştu. Bu durumu Mithat Cemal Kuntay’ın 1939’da dile getirdiği “Gün oldu ki Akif’i sevmek bile ‘Cesaret’ti. Dostları bile bazen O’nu gizli severlerdi...” sözleri son derece açık bir şekilde özetliyor.