26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Beşir Ayvazoğlu: Milletimiz var olma iradesini gösterdi

Tarihin akışını değiştiren Çanakkale Zaferi’nin 102’nci yıldönümündeyiz. Bu vesile ile tarih bir kez daha gözümüzde canlandı, o dönemi, hikayeleri ve kahramanları düşündük... ‘Edebiyatın Çanakkale İle İmtihanı’ adlı kitabın yazarı Beşir Ayvazoğlu’na göre bu zafer Türk milletinin gücünün göstergesi...

BÜŞRA UĞRAŞ19 Mart 2017 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Beşir Ayvazoğlu: Milletimiz var olma iradesini gösterdi

Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük mücadelesini veren Çanakkale Cephesi’ne dönemin Erkan-ı Harbiye, İstihbarat Şubesi, tarafından kahramanların hikayelerini anlatmak üzere aydınlardan oluşan bir heyet gönderildiğini biliyor musunuz? ‘Edebiyatın Çanakkale İle İmtihanı’ adlı kitabında bu heyetin hikayesini anlatan yazar, gazeteci Beşir Ayvazoğlu ile      Çanakkale Zaferi’ne dair konuştuk...

Zaferin 102’nci yıldönümü...

Çanakkale Zaferi bizi milli mücadeleyi hazırlayan destansı bir direniş. Batı medeniyetinin teknolojik üstünlüğü bütün hüviyetiyle yansıtan o korkunç müttefik donanmasına karşı son derece kısıtlı imkanlarla direnen Türk ordusunun inanılmaz başarısıdır. Milletimizin var olma iradesinin en güçlü tezahürüdür. Zaten Çanakkale’de o direniş olmasıydı bugün belki de başka bir kaderi yaşıyor olacaktı o bakımdan son derece hayati öneme sahip...

Yeni jenerasyon önemini yeterince iyi kavrayabiliyor mu?

Uzaktan bakınca pek anlamıyormuş gibi görünmüyor. Ancak gençliğimizin zannettiğimizden çok daha şuurlu ve dikkatli olduğu kanaatindeyim. Özellikle 100’üncü yıl dönümünde bu konuda çok sayıda yayın yapıldı. Hala bu hadisenin ehemmiyetini idrak edemediysek bu bizim eksikliğimizdir. Biliyorsunuz İngilizler Rusya’yanın Çarlık rejimine yardıma gidiyorlardı, boğazları geçip o yardımı götürebilselerdi belki de Ekim Devrimi olmayacak ve dolayısıyla Rusya savaştan çekilmeyecekti. Tarih böyle cereyan etseydi neler olabileceğini tahmin etmek bile ürpertici. Ne kadar önemli olduğunu sadece bu açıdan bakmak bile önemini gösteriyor.

‘Edebiyatın Çanakkale ile İmtihanı’ kitabınız Çanakkale Zaferi’ni farklı bir gözle ele alıyor...

Öteden beri Çanakkale’ye götürülen edebiyatçılar meselesi ilgimi çekiyordu. 1915 yılında bir seyahat gerçekleştirdiler. Çünkü aslında bu savaş biraz da propaganda savaşı olarak cereyan etti. Halkı mücadeleye ikna etmek ve cephede savaşan askerin maneviyatını yükseltmek için propaganda malzemesi olarak kullanılabilecek edebi metinlere ihtiyaç vardı. Tabii cephede verilen mücadelenin tam olarak anlaşılabilmesi için bizzat gidilip görülmesi gerekiyordu. Bu nedenle Erkan-ı Harbiye, İstihbarat Şubesi, Türk aydınları, musiki şahıslar, ressamlar ve edebiyatçılar arasından seçtiği bir takım isimlere bir davetiye mektubu gönderdi ve Arıburnu ve Seddülbahir cephelerine gezerek gördüklerini, kendi sanatlarının diliyle anlatmalarını istedi.

Bu aydın ve sanatçıların çok başarılı işler çıkardıklarını düşünmüyorsunuz. Neden?

Çoğu duygularını güçlü bir şekilde ifade edemedi. Gezinin ardından bir harp mecmuası yayınlandı. Onları tararsanız gezinin ne kadar verimsiz olduğunu görürsünüz. Bu nedenle o gezinin tam bir başarısızlık hikayesi olduğunu söylemek mümkün. Bunun nedeni işin ısmarlama olması. Bir de davet edilenlerden çoğu, Hakkı Süha Gezgin, Orhan Seyfi Orhon gibi genç, ilk eserlerini yeni vermiş edebiyatçılardı. Çok fazla bir şey beklenemezdi. Zaten dönüşte birkaç şiir yazdılar o kadar.

Hiç iyi iş yok mu?

Bu seyahat ile ilgili en ciddi metinleri Hamdullah Suphi Tanrıöver verdi. İkdam Gazetesi’nde gezide gördüklerini bütün teferruatıyla izah etti. O yazmasaydı biz gezinin ayrıntılarını bilemeyecektik. Bir de şair kimliği olsa da edebiyat tarihimize biyograf ve ansiklopedist olarak geçen İbrahim Alaattin Gövsa vardı. Geziden çok sonra bir şiir kitabı yayınladı: ‘Çanakkale İzleri.’ Önemli bir isim daha var: Ömer Seyfettin. O’nun ‘Eski Kahramanlar’ adlı bir kitap dizisi vardır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki kahramanların hikayelerini anlatır. Çanakkale gazisine katılarak dönüşte ‘Yeni Kahramanlar’ adlı bir seri yazmak istiyor ve birkaç hikaye de yazıyor. Ama savaş o kadar hızlı bir şekilde aleyhimizde cereyan ediyor ki ümitsizliğe kapılıyor. Bu nedenle cephede gördüğü kahramanlık hikayelerinin uyandırdığı heyecan bir müddet sonra sönüyor. Ömer Seyfettin’in bu hikayelerinde o heyecansızlık hissedilir. Bunlardan bir tanesi ‘Çanakkale’den Sonra’ adlı hikayesi. Bu hikaye Çanakkale zaferinin önemini göstermesi bakımından değerlidir: Öykünün kahramanı Çanakkale Zaferi’nden önce milletin geleceğinden ümidini tamamen kesiyor, evlenip çocuk sahibi olmak bile istemiyor, hayata küsüyor, köşküne çekiliyor ve ışıklarını bile yakmıyor. Fakat Çanakkale’den zafer haberleri gelince adam birden bire canlanıyor ve köşkünün aydınlandığını görüyor herkes, evlenmeye karar veriyor... Yani ümitleri birden bire yeşeriyor. O süreçte aydınlara ve halka ümit aşılamak anlamında bu hikaye çok önemli.

Kelimelerden bir abide dikti

Cepheye gitmemesine rağmen o döneme ait en iyi eserler Mehmet Akif Ersoy’a ait. Sizce neden?

O duyguları anlatabilmek öyle kolay bir şey değildi. Batı bütün gücüyle yüklenip gelmiş ve cephede o büyük güce karşı çeklik göğsünüzle direniyorsunuz. Mehmet Akif “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar/ Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” diyor ya İstiklal Marşı’nda aynen öyle bir şey. Mehmet Akif Ersoy bu gezi yapıldığında Berlin’de görevdeydi. O sırada oraya askeri bir görev için gönderilmiş olan Ömer Lütfi Bey diye yakın bir dostu vardı ve bu işlerden çok iyi anlayan biriydi. Ona durum sorulduğunda “Normal şartlarda bizim hiçbir şansımız yok, ancak bir mucize olması gerekir ki o korkunç donanmaya karşı direnebilelim” diyor. Mehmet Akif bu sözlerin karşısında gözyaşı dökerek “Öyle söylemeyin, biz mutlaka kazanacağız” cevabını veriyor. O daha zafer ışığı yanmamışken, başarıyı Berlin’de bile hisseden biriydi. O’nun Balkan Harbi’nden itibaren verdiği eserler milletin kaderiyle son derece yakın bir şekilde ilgilendiğini, milletin duygularıyla hemahenk olduğunu görüyoruz. Zaten cepheye gidenler arasında bulunan Hamdullah Suphi bunu çok iyi bildiği için 1921 yılında İstiklal Marşı yarışması söz konusu olduğunda Mehmet Akif’in yazmasını özellikle istemişti. Mehmet Akif ‘Berlin Hatıraları’nda da’ ‘Korkma! Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz; Bu yol ki hak yoludur dönmek bilmeyiz yürürüz!’ diyerek Çanakkale’de savaşan askerlere de selam gönderir ve kelimelerle bir abide diker. Daha oradayken kazanacağımıza inanmış. Cepheye bizzat gitmese de savaşın hep içindeydi.

“Cepheye giden askerler de dahil herkesin uğradığı bir yer var Bolayır’da: Bir Rumeli fatihi olan Süleyman Paşa’nın türbesi ve Namık Kemal’in kabri. Savaş sırasında düşmanlar buraya da bomba atmışlar. Özellikle Süleyman Şah Türbesi ciddi hasar almış. Bu aynı zamanda bir sembole yapılan bir hücumdu. Aydınların cepheye giderken burayı da ziyaret ettiler, Kemal’in kabrinde bir de fotoğraf çektirdiler.”

HAYDAR BEY’İ TANIR MISINIZ?

Cepheye davet edilen isimlerden biri olan Yusuf Razi Bey geziden altı ay sonra bir yazı yazıyor: Haydar Bey adındaki yüzbaşı top atarken hedefine öylesine isabetli atışlar yaparmış ki bir efsaneye dönüşmüş. Milimetrik hesaplar yapar ve hep  hedefi tuttururmuş. Toplarını öyle yerlere yerleştirirmiş ki düşmanın onu avlaması imkansızmış. Bir gün Haydar Bey’in görev yaptığı askeri birlik cepheye ilerlerken Gelibolu Yarımadası’nda düşman askerlerinin denize girip keyif yaptıklarını görür ve aşağılandığını hisseder. Bunun üzerine kumandanına “Bana müsaade edin tek bir atış yapayım” der. Komutan, birliği tehlikeye atmak istemedi için izin vermez. Haydar Bey ısrar ederek bir yardımcısıyla beraber geride kalır, kendi birlikleri güvenli bir mesafeye uzaklaşana kadar bekler. Tabii askerler de o sırada donanmalarına döner, 17:00 çaylarını içmek için... Güvertede masalarını kurup oturdukları sırada Haydar Bey topunu ayarlar ve tek bir atış yapar, tam askerlerin masasının üzerine! Askerler değil karşılık vermek, neye uğradıklarını şaşırır ve derhal uzaklaşırlar... Haydar Bey savaş boyunca yalnızca bir kez ihtiyatsızlık etmiş o da hayatına mal olmuş. Mevzilerinin üzerinde uçan düşman uçağını düşürmek için toplarından birini uygun bir yere taşırken emniyetli mevziinden çıkmış ve o anda bir mermiyle şehit olmuş. Yanında da teğmen Mehmet Ali Bey var mı, o da şehit olmuş. Mehmet Ali Bey şair Nazım Hikmet’in öz dayısından başkası değilmiş...

Gelibolu Yarımadası’da denize girip eğlenen düşman askerini gören Haydar Bey kendini aşağılanmış hisseder.