26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Nefes Buğday’da saklı

Semih Kaplanoğlu gördüklerine şahitlik ettiren bir hikâye ustası. Bir şair ve bir yönetmen. Kendi hikâyemizi kendi kelimelerimizle aktarmalı ve ruhunu nakledebilmeliyiz diyor.

ZEYNEP TÜRKOĞLU3 Aralık 2017 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Nefes Buğday’da saklı

Yurt içinde ve yurt dışında uluslararası başarılarla gündeme gelen Buğday filminin gösterime girdiği günlerde yönetmeni Semih Kaplanoğlu’yla buluştuk. Filmin kurgusu hakkındaki kategorik isimlendirmelere pek sıcak bakmayan yönetmene göre distopya-ütopya kavramlarının hayatımızda karşılığı yok. Bizi bunların cenderesinden çıkaracak olan şeye gelenek, geleneğin kaynama noktasına ise Anadolu irfanı diyen Semih Kaplanoğlu’nun uğradığı saygısızlık için yorumu net; “İnançlı insanlara karşı bir tavır, düşmanlık olarak görüyorum.”

- Buğday’da gördüğümüz kimin, neyin rüyasıydı?

Bizim film yapma derdimiz, meselemiz, niyetlenişimiz insana dair şeyler söylemek. Distopya, ütopya gibi kavramların karşılığı hayatlarımızda yok. Karamsar, umutsuz bir dünya tasavvurunu benimseyemeyiz. O yüzden Buğday’ı distopik veya ütopik ya da post-apokaliptik diye tanımlamalara teveccüh etmiyorum. Çünkü hem bu filmin altında yatan idrak hem de niyetimiz sadece dünyanın sorunlarında bizim payımızın ne olduğuna dair bir düşünceydi. Geleceğe doğru atılmış tohumların kendi yaradılış özellikleriyle, fıtratlarıyla devam edebilmeleri için bugünden dikkat çekmek diyelim. Her bir insanın da bir tohum olduğunu düşünürsek, fıtratımızı da bunun içine koyabiliriz. Demek ki kendimize, çevreye, muhatap olduğumuz insanlara karşı belli sorumluluklarımız var. Buğday bu sorumluluktan neşet etti. Çevreyle birlikte kendi içimizi de tahrip ettik. Bu sorunun tam cevabını bulamadım aslında. İçeriyi tahrip ettiğimiz için mi dışarıyı da koruyamıyoruz, yoksa tersi mi? Birlikte ilerleyen bir şey.

BU KARABASAN BİZİM DEĞİL!

- Fıtrata vurgu yaparken neyi referans aldınız?

Bizi var eden geleneğin literatüründe manadadistopik veya ütopik bir şeye rastlamadım. Biz umut taşırız. Bir de tabii başı boş varlıklar değiliz. Buraya niye geldik, nereden geldik, nereye gidiyoruz diye soruyoruz. Cevap ararken derinleştiğimiz katmanlar var. Dünyanın başka kültürleri kendi rüyalarını, medeniyet tasavvurlarını karabasana çevirmiş olabilirler. Ama bizim geleneğimiz böyle bir tasavvurun içerisinde olmadı. Biz birilerinin karabasanının içerisindeyiz. Bundan kurtuluşumuz var. Bunun yolu insanların kendi fıtratlarına geri dönmesi. Fazlalıklardan ve yapay nefs medeniyetinden kurtulmak. 

- Geleneğin güncel karşılığı var mı?

Burada en önemli şey geleneği tarihselleştirmemek. Gelenek dediğim şey Anadolu irfanı. Anadolu’daki Yûnus, Hoca Ahmet Yesevî’den kopup gelen o büyük nehir. Bütün mesele onu yukarıya çekmek, açmak ve ondan faydalanmak. Bizim bugünün sorularına cevap verecek yaşayan bir birikimimiz var. Ben bu ruhun yaşadığını 15 Temmuz’da gördüm. Reaksiyonundan yaşadığını gördük. İspat edildi. Şimdi esas olan bunu meselelerimizin yapıcı unsuru haline getirebilmek. 

- Gelenekte sabır, sükût, tevazu gibi değerler bugünün dili değil. Nasıl olacak?

İşte o dil ile örtüşecek şeyleri çıkarmamız lazım ortaya. Dünyada ve ülkemizde bugün yaşananlar karşısında bizim söyleyecek bir sözümüz var. Bu başkalarının ideallerinden alınmış bir söz olamaz. Hakiki anlamda kendi sözümüzü söylemeliyiz. Bu canlıdır. Ama siz diyorsunuz ki bugün nasıl karşılık bulabilir? İşte filmimde bunun karşılığını arayıp bulmaya çalıştım. Çok kolay olmayacak ama tekrar öze dönmemiz, hatta kendimizi tanımlamamız gerekiyor. Biz kendi tanımımızı unuttuk. Çerçevesini daralttık. Başkalarının tanımıyla kendimizi hapsettiğimiz yerden açılmamız gerekiyor. Tekrar ayağımızı bu toprağa basıp, kelimelerimizi yeniden söylememiz gerekiyor. Ve bu bence başladı. 

Her insanın da bir tohum olduğunu düşünürsek, fıtratımızı da bunun içine koyabiliriz. Demek ki kendimize çevreye, muhatap olduğumuz insanlara karşı belli sorumluluklarımız var. Buğday bizi bu sorumluluktan neşet etti. 

Karanlık dünyanın estetiği 

Yılda bazen yüz filmin çekildiği bir ülke burası. Kültür Bakanlığı’nın destekleri var. Dünyadan en geniş alıcı bulan kitleye sahip dizi sektörümüz var. Çok canlı hareketli bir alan sinema ve televizyon. Bütün bu yekûn ile kıyaslandığında bu sanat dalında ne kadar yetkin işler ortaya koyabiliyoruz, bu konuda çok kuşkuluyum ben. Ama bu sadece bizim sorunumuz değil, dünyada da aynı şey söz konusu. Hollywood, Amerikan sineması diyoruz ama orada çok ciddi bir değer kaybı var. Tamamen şiddet, aşırı cinsellik, uyuşturucuyla dolu karanlık dünyanın estetiğine doğru bir hikâye anlatma şekli var. Bu iyi ve değerli değil… Bizim öykülerimize de sirayet ediyor maalesef.

SAHNEDEKİ SAYGISIZLIĞI DOĞAL KARŞILIYORUM

- İşinizle takdir gördüğünüz bir sahnede saygısızlığa uğradınız. Ne hissettirdi, ne düşündürdü bu size?

Tahammülsüz insanlar, gruplar var. Kendi gibi düşünmeyen, yaşamayan insanları aşağılamak konusunda kendini haklı görenler var. Bunu doğal karşılıyorum aslında. Beni bırakın, seçilmişlere karşı, Cumhurbaşkanı’na hükümete karşı yapılanları, yapılmakta olanları gördük. Senelerce genç kızların giremedikleri üniversiteleri, heba olmuş hayatları düşünürseniz, bunun devam eden bir şey olduğunu görürsünüz. Yani alttan alta, üstten üste bir şekilde devam ediyor. Hoş görmek değil ama başınızı çevirip görmezden gelmek en doğrusu diye düşünüyorum. Çünkü bunlara bir şey anlatamazsınız. İmkânsız. Bu her zaman olmuştur tarihte. Bunun adını da kültürel çatışma veya kültürel iktidar diye koymuyorum. Sonuçta dayandığı yerin inançla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bunu inançlı insanlara karşı bir tavır, bir düşmanlık olarak görüyorum. Başka türlü yorumlamayı manasız buluyorum. 

SİNEMA ZAMAN İNŞA ETME SANATIDIR

- Sinema dışında edebiyatla, şiirle de bağınız var. Bir anlatım tercihi olarak sinema nasıl öne çıktı? Niye şiirden devam etmediniz de sinemayı seçtiniz?

Çok fazla film izleyen bir aileydik. Sonra kültür merkezlerindeki film gösterimlerini erken yaşlarda babamın da teşvikiyle takip ettim. 15-16 yaşımda neredeyse dünya sineması, Fransız sineması hakkında baya bilgisi olan, okuyan, eleştiri yazan birisi olmuştum. Şiir yazıyordum bir yandan da. Sekiz mm’lik kameram vardı. Onunla çekimler yapıyordum. Çektiklerimi babam tab ettiriyordu. Bütün aile izliyorduk. Bunlar etkili oldu diye düşünüyorum. Ama her ne olursa olsun bir anlatma, dile getirme halim vardı. Öyküler, yazılar bu dert anlatma illa filmle mi olacak yoksa edebiyatla mı devam edecek, bu konuda çok net bir kararım yoktu. Ama işin içine girdikçe  gördüm ki, aslında benim yapabileceğim şey bir göz şahitliğidir. Ve hatta bizim kendi geleneğimize de biraz daha fazla yoğunlaştıkça sinemanın çok görsel-işitsel bir yanı olmadığını fark ettim. Bunun bir zaman inşa sanatı olduğunu anladım. Gözle izlenip kulakla işitilse de anlattığımız insan hikayesi aslında bir zaman inşasıdır. Bunu anladıktan sonra tefekkürle, soyut-somut ile bağlantı gelişti. 

MİLLİ RUHUN KARŞILIĞINI BEYAZPERDEDE ARIYORUM

- Seçtiğiniz bu mecrada sizin arayışınız nedir?

Kendi dilimizin, sözümüzün peşindeyim. Dilimizin kurucusu Yûnus Emre. Dile pelesenk gibi gelebilir ama hala onun sesiyle, nefesiyle konuşuyoruz. Maneviyatımızı da O’nun sesiyle, müziğiyle ifade ediyoruz. Bunun sinemada karşılığı ne olabilir? Hacı Bayram-ı Velî’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Niyazi Mısrî’nin, Itrî’nin sinemada karşılığı ne olabilir? Bunun üzerine çok uzun boylu düşünüyorum. Aslında arayışım ya da film yapma niyetimin altında bu yatıyor; Oradan buraya ne taşıyabilirim, nasıl yansıtabilirim… Klasik müziğimizi dinlemenin bugün insanlara zor geldiğini biliyorum. Ama dinledikçe ve derinleştikçe başka bir iklimin sizi kuşattığını fark edersiniz. Benim filmlerimden de bir kısım insanlar sıkılabilir, usun veya ağır bulabilir. Ama bu böyle bir şeydir. Ben bizim ruhumuzu, yani Türkiye ruhunun, Türklerin ruhunun sinemadaki karşılığını aramaya çalışan, buna emek sarf eden biriyim. 

- Kimi eleştirmenler Buğday’ı seyretmeden okunması, bilinmesi gerekenlerin listesini çıkarmışlar. Filmlerinizi seyretmek için var mı böyle kriterler?

Hayır, bu referanslara sahip seyirci aramıyorum. Sonuçta tam tersi de olabilir. Filmi seyrettikten sonra oralara gidip bakma ihtiyacı duyulabilir. Ama filmlerimi oluştururken başvurduğum kaynaklar var tabii ki. Bakış açıları var… Filmde zaten Kehf Suresi’ndeki Hz.Musa ile Hızır Aleyhisselam kıssasının anlatıldığı zaten aşikar. Ben tersine filmi izledikten sonra bu surenin tefsirlerine bakılabilir diye düşünüyorum.