10 Mayıs 2024 Cuma / 3 Zilkade 1445

Semavi bir kelebeğin kanat çırpışları: Babam Cemil Meriç

Babam Cemil Meriç’i okuduğumuzda onun hakkında ne kadar az şey bildiğimizi fark ediyoruz. Dünyayı tanımaya başladığı andan itibaren en yakınında olmakla kalmayıp ‘nuru ayn-ı’ görevini üstlenen Ümit Meriç’in billur gibi anlatımıyla Cemil Meriç’i yeniden tanıyoruz.

GÜLCAN TEZCAN 18 Şubat 2018 Pazar 07:00 - Güncelleme:
Semavi bir kelebeğin  kanat çırpışları: Babam Cemil Meriç

Cemil Meriç “yavru”sunun hâtıra defterine 24 Aralık 1955’te, görmeyen gözleriyle şu satırları yazar: “Kız çocuğu, henüz bir kıvılcımsın, belki bir güneş, belki bir şafak, belki bir yanardağ olursun. Ey küçük krizalit, ne zaman semavî ve muhteşem bir kelebek olacaksın? Ümid, fıkaranın ekmeği imiş. Şimdilik bizim, annenin, benim ve ağabeyinin ekmeğisin. Pandora’nın kutusunda kalan tek teselli! Sana ümit bağlayanların da, senin ümitlerin de, hiç kırılmasın cici yavru…” 

Son devrin en büyük münevver ve mütefekkirlerinden biri olan Cemil Meriç, gönül gözüyle o muhteşem kelebeği çoktan görmüştü belki de o satırları yazarken. İlk kez 1992 yılında Kültür Bakanlığı, sonrasında da İletişim Yayınları tarafından basılan Babam Cemil Meriç kitabının genişletilmiş yeni baskısını okurken Meriç’in en büyük eserinin evladı olduğunu düşünmemek elde değil.

Prof. Ümit Meriç, sadece babasının hayatını kaleme almamış, bir İstanbul tarihi, daha da ileri giderek bir Türkiye tarihi yazmış Cemil Meriç’in portresi üzerinden. Kitabı okurken bir fikir çilekeşi hakkında ne az şey bildiğimizi fark ediyoruz. Dünyayı tanımaya başladığı andan itibaren en yakınında olmakla kalmayıp ‘nuru ayn-ı’ görevini üstlenen Ümit Meriç’in billur gibi anlatımıyla yeniden tanışıyoruz. Zira bu kez karşımızda bir entelektüel mirası güçlü edebî dille damıtan, dipnotlarla beslenmiş ve güncellenmiş daha kişisel bir portre var. ‘Yarısını karanlıklarda geçirdiği ömrü boyunca kendine biçtiği görev “Bir devrin şuuru olmak, bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini sıyırmak, kalabalığa doğru yolu göstermek” diyerek babasının ne için nefes tükettiğini özetleyen Ümit Meriç, Cemil Meriç’in bugünün Türkiye’si için ne ifade ettiğini kitabının önsözünde şu cümlelerle ifade ediyor: “On iki ciltlik külliyatıyla Galatasaray Üniversitesi’nde talebe olan Doğu Anadolulu gençle, ‘Ben Hafız-ı Cemil’ olmak istiyorum diyen on beş yaşındaki İmam-Hatipli genç kızın ortak paydasıdır. Onun eserleri sayesinde Türkiye’de yeni bir düşünce aristokrasisi doğmuştur. Ülkemizin ruh, fikir ve siyaset zirvelerinde buluşan ve buluşmaya devam edecek olan bu serdengeçtileri tanımak sadece bugünün değil, yarının Türkiye’siyle de tanışmak olacaktır.”

Babam Cemil Meriç, gözlerini hakikati bulmak uğruna delicesine okumak için kurban etmiş bir büyük mütefekkirin kırk yıl boyunca sadece gözü değil, bir anlamda gölgesi olan kızının kaleminden terceme-i hâli.

Safiye Ayla’ya akrostiş şiir 

Bir akşam Cemil Meriç, liseyi bitirdikten sonra yanlarına gelen ablası Nadide Hanım’ın oğlu Necip’i alıp Kristal Gazinosu’na götürür. Cemil Bey, bir kâğıt peçetenin üzerine, sahneye çıkan Safiye Ayla için bir akrostiş döşer fakat şiir Safiye Hanım’ın eline ulaştırılamaz.

Prof. Ümit Meriç, babasının hayatıyla birlikte İstanbul tarihi, daha da ileri giderek bir Türkiye tarihi yazmış. Kitabı okurken bu büyük fikir çilekeşi hakkında ne kadar az şey bildiğimizi farkediyoruz.

Cemil Meriç’in kendine biçtiği görev “Bir devrin şuuru olmak, bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini sıyırmak”

Bir evladın babasına doğumgünü armağanı

Çok yıllar sonra Çengelköy’ün tepesindeki bir eve taşınan Ümit Meriç bir bayram sabahı, hâtıralarının hücumuna uğrar ve Cemil Meriç’in doğum günü olan bir 12 Aralık’ta aşağıdaki satırları kaleme alır. 

“Çengelköy tepesindeki yeni evimden, bayram namazına yetişmek için, bir telâş, çıkıyorum. Yalnızım. Ama hiçbir yalnızlık duygusu yok içimde. Arkamda, semavatın bütün melekleri… Kendimi korunmuş ve kollanmış hissediyorum. 

Benim hayatım Çengelköy’ün yeşil vadilerinden birinin orta yerinde başladı, şimdi tepelerinde devam ediyor. Seneleri basamak basamak iniyor ve beş buçuk yaşındaki bana kavuşmak için koşar adım yürüyorum. Eski evimizin sarı ve beyaz minik sakız gülleri ile çevrili verandasından annemle babam, sabırsızlanarak başlarını uzatıyor ve ne zaman geleceğime bakıyorlar, mutlaka. Evimizin az ötesinde yolun sağ kenarında elli yıl önceki defneler, bu sisli güz sabahında, beni karşılarında görünce şaşırıyorlar. Üstlerine abanmış duran, beyaz püskül çiçekli sarmaşıklara, sabah yelinin fısıltısı ile soruyorlar: ‘Bu kız, elli yıl önce talebeleri ile konuşa konuşa buradan geçen Fransızca hocasının önü sıra koşan, kıvırcık saçlı kız değil mi, Allah aşkına!’ Bir an duruyor ve puslu bayram sabahında, çocukluğumdan beri karşılaşmadığım uzak akrabalara birdenbire rastlamış olmanın neşesi içinde, ‘Evet diyorum onlara, ben Cemil Bey’in kızıyım.’ İşte evimiz. Çerçevelenip duvara asılan ahşap kabartmalı ev tabloları gibi, tek başına karşımda. Asrın başında Sultan Vahdeddin’in Bakırcıbaşısı için inşa edilmiş olan üç katlı bir konak. Sonra koca imparatorluk çatırdayıp çökerken nasıl parça parça olduysa, koca ev de üç ayrı parçaya bölünmüş. 

Ön taraftaki mermer merdivenli verandadan çıkılan orta kat, 1952 ile 1954 yılları arasında bizim evimiz. Cemil Meriç’in gözleri bu yıllarda görmektedir ve imzası henüz sadece Balzac tercümelerinin kapağında yer almaktadır. Bu ev, onun daha sonraki eserlerini hazırlamak için, kütüphanesini dev bir iştahla katmerlendirdiği, ustalığının kalfalık günlerini yaşadığı mekândır. Suyu olmayan Bakırcıbaşı’nın konağında, Dar’ül-Fünûn mezunu olan annem, mutfak haline getirilmiş bir bölmeden, tahta basamaklarla evin içindeki taşlıkta bulunan sarnıca iner, kova ile su çekip tekrar yukarı çıkardı. Sabahları babam, koşar adım iskeleden kalkan 8.15 vapuruna yetişir, ya İktisat ve Hukuk Fakültesi’nde okuyan kabiliyetli talebelerine ya da Nişantaşı Işık Lisesi’ndeki öğrencilerine, Avrupa’nın kapılarını açmaya giderdi. Henüz ne Hint bütün esrarı ile perde perde açılmıştı önünde, ne de Osmanlı ‘İpek bir kumaş gibi’ kıtaları kesip biçmeye başlamıştı, onun coğrafyasında. Bütün bu hâtıraların hücumundan Boğaz’dan gelen vapurun düdük sesiyle bayram sabahına dönüyorum. 

CADDEBOSTAN PLAJI

Meriç’lerin hayatında Caddebostan Plajı değişmez bir adrestir. Burayı Fevziye Hanım’ın ağabeyi Reşit Menteşoğlu işletir. Plaj, İstanbul’un en makbûl mekânlarındandır. Devrin musıkîşinasları, eli kalem tutan zevatı, bu mekânda bir araya gelir. Selâhattin Pınar ve eşi Afife Jale Hanım, Mehmet Akif’in yeğeni, Refik Halid ve eşi plajın müdavimlerindendir. Yıllar önce Ahmet Hamdi Tanpınar dostları tarafından buraya getirilmiş ve Fevziye Hanım’la tanıştırılmıştır. Ama Fevziye Hanım’ın kaderinde Tanpınar değil, Meriç soyadı vardır. 

İsmi ‘Muzaffer’ olacaktı

Niyazi Bey, Osmanlı ordusunun o yıl, 29 Nisan 1916’da Dicle kenarındaki Kûtül‘amâre’de İngilizlere karşı kazandığı zaferin hâtırasına hürmeten oğluna “Muzaffer” adını vermeyi düşünmektedir. Osman Bey ise iki aile arasındaki derin muhabbetin bir hâtırası olarak, kendi oğlunun adının, yeni doğan bebeğe verilmesini rica eder: Hüseyin Cemil. Dostunu kıramayan Mahmut Niyazi Bey “Peki” der ve konağın üst kattaki aydınlık salonunda, dudaklarında önce mağrur sonra masum bir tebessümle salâvat çeker, Fatiha’sını okur ve murassa bir Kur’ân-ı Kerim’in iç kapağına kelimeleri bir kuyumcu itinasıyla işleyerek, “Mahdumum Hüseyin Cemil l, Tarih-i Tevellüdü 12 Teşrin-i Sani 1332” diye yazar.