26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

Numan Kurtulmuş: Komisyon yapamazsa önce Meclis’e sonra Millet’e

Kurtulmuş: Toplumun yüksek bir beklentisi, partilerin halka sivil anayasa vaadi var. Bu Meclis bu anayasayı yapamazsa hiçbir şey yapamamış demektir. Komusyon yapamazsa AK Parti olarak teklifimizi getirir önce Meclise sonra Millete sunarız.

Fadime Özkan7 Mart 2016 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
Numan Kurtulmuş: Komisyon yapamazsa önce Meclis’e sonra Millet’e

Türkiye’de siyaset gündeminin bölgede savaşın en ağır, en yoğun yaşandığı zorlu bir dönemden geçmekteyiz ve Başbakan Yardımcısı, Hükümet Sözcüsü Prof. Dr. Numan Kurtulmuş’a sorulacak çok fazla soru var. Yeni anayasadan başkanlığa, terörle mücadeleden bölge halkının gönlünün kazanılmasına, Suriye’deki savaş ve PYD ile ilişkilerin niteliğinden Alevilerin taleplerinin nasıl karşılanacağına… Kurtulmuş’la yağmurlu bir Çarşamba gününde Dolmabahçe Çalışma Ofisi’nde buluştuk ve geniş bir yelpazede Türkiye’nin meselelerini konuştuk. 

Anayasa Uzlaşma Komisyonu dağıldıktan sonra TBMM Başkanı bir kez daha davet mektubu gönderdi partilere. CHP lideri Kılıçdaroğlu üç şart belirtti, şartlardan biri başkanlığın önerilmemesiydi, “ilk dört madde kırmızıçizgilerimizdir, hukuk ilkelerini de tartışmayız” dedi. AK Parti hukukun evrensel ilkelerini kaldırmak mı istiyor anayasadan?

Siyasette kırmızıçizgi lafı meşhurdur da kırmızıçizgileri millet koyar. Partilerin durduk yerde kırmızıçizgiden bahsetmesi doğru değildir. Ortada bir vaka var. 1982 anayasasına oy verildiğinin ertesi gününden itibaren Türkiye’de “bu anayasa değişsin” talepleri tartışmaları başladı. Yeni anayasa yapılması konusunda aşağı yukarı şu anda meclisteki partilerin tamamı kendi seçmenlerine, topluma söz vermişti. Yeni anayasa yapılmasını istiyoruz ve konuyla ilgili toplumsal duyarlılık da var. Bu fırsatın kaçırılmasına kimse neden olmasın. Kim bu süreçten çekilirse, kaçarsa millet, onu “anayasa kaçkını” olarak damgalar. Bu talep nettir. Açık bir taleptir, toplumsal beklentiler bu yöndedir.

SİVİL ANAYASAMIZI YAPALIM ARTIK YETER!

O anayasanın niteliği/içeriği tartışma konusu aslında?

Sivil, demokratik, katılımcı ve çoğulcu bir anayasanın yapılma mecburiyeti vardır Türkiye’de. Artık yeter, bu millet anayasaları illa silahların gölgesinde mi yapacak? Türkiye bir sivil anayasa yapabilecek noktadadır. AK Parti üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdi ve mecliste partilerin sayılarına bakılmaksızın her partinin eşit olarak katılabileceği bir anayasa uzlaşma komisyonunun zemini teşkil edildi.

AK PARTİ TEMSİL YETKİSİNİ TENKİSATA MI UĞRATTI?

Anayasa Uzlaşma Komisyonuna her partinin eşit üyeyle katılması, antidemokratik olduğu gerekçesiyle eleştiri konusu. -Ki ben de bu kanaatteyim- Eleştiri-soru şu: Tabanı kendisine yüzde 50 oy ve buna eşit temsil yetkisi vermişken AK Parti bu yetkiyi ve haliyle tabanının iradesini ne hakla ve neden tenkisata uğratıyor?

Hayır, tenkisata uğratmıyor, zaten bizim arkamızda milletimizin vermiş olduğu bir destek var, belki bugün daha da artmış olarak var. Ve bu desteğin parlamentoya yansıması olan 317 kişilik bir parlamento çoğunluğu var, sonuçta biz parlamentoda tek başına anayasa yapmaya yeter sayımız olmadığı için diyoruz ki, herkes bu işin içerisinde olsun. Hatta diyelim ki, 400’ü aşkın milletvekilimiz olsa dahi biz sonuçta parlamento içerisinde diğer partilerin de bu sürece katılmasını arzu ederdik. Parlamento dışında, üniversitelerin, kanaat önderlerinin, STK’ların, velhasıl milletin kanaatlerini yansıtan ne varsa, herkesin fikrinin alındığı son derece katılımlı bir süreci öngördük. Biz bunun için ortaya çıktık. Bu nedenle her partinin eşit sayıda katıldığı bir anayasa komisyonu gündeme geldi. Bu bizim oyumuzdan ya da bize destek veren halkımızın iradesinden bir tenkisat anlamına gelmiyor. Bu gücü her zaman biliyoruz, masada da buna göre hareket ediyoruz, bundan sonra da ona göre hareket edeceğiz.

DÖRT YIL BEKLEYECEK DEĞİLİZ

İtirazlardan biri de şu: Önceki komisyon deneyimi de gösterdi ki eşit üye ve kesin uzlaşma usulüyle bu iş olmuyor. Bu defa oybirliğiyle karar değil oyçokluğu kabul edildi ama eşit üyeli temsil nedeniyle yine karara varılmaz yani anayasa yapılamaz bu çalışma yöntemiyle deniyor?

Bu yöntemi deneyeceğiz ama şunu söyleyeyim, illa dört yıl boyunca bu komisyonu bekleyeceğiz diye bir şey de yok. Belli bir süre bekleriz, iyi niyetimizin sonuçlarını alıyor muyuz, almıyor muyuz, buna bakarız. Sonuç itibarı ile eğer şimdiden böyle kırmızıçizgiler koyan ya da iki de bir masadan kaçmak için gözü dışarıda olanlarla bu işi yapamayacaksak, parlamentoda biz bunu yapmaya gayret ederiz. Anayasa değişikliği konusunda partiler grup kararı almıyor, milletvekilleri bireysel olarak kendi görüşlerini ortaya koyuyor, reylerini kullanıyorlar. 367’yi bulursak ne ala, bulamazsak 330’u bulup millete gideriz, millet bu kararı verir.

330’U BULUR HALKIMIZA GİDERİZ

AK Parti’nin 317 milletvekili var. Anayasanın referanduma sunulması içinse Mecliste 330’a ihtiyaç var.  Meclis başkanını dışarıda tutarsak 14 vekilin oyuna. AK Parti’nin B planı bu mu? Komisyon işlemezse –ki öyle görünüyor- AK Parti kendi önerisini Meclise sunacak ve 330’u mu arayacak?

Yeni anayasanın felsefesi, muhtevası ne olmalıdır ve yeni anayasanın ortaya koyacağı sistem, yönetim sistemi ne olmalıdır? Bu sorularla ilgili bir ikna süreci olacak. Önce halkımıza anlatacağız. Yeni anayasa ve etkin bir yönetim modeli olarak başkanlık sistemi; diğer mekanizmalar; yasama, yürütme ve yargının konumu ve aralarındaki ilişkiler ve dengeler, denetim mekanizmalarının oluşturulması vb. bunları anlatacağız milletimize. Toplumun tartıştığı bir süreç ve sonuçta anayasa için toplumsal bir dalganın oluşturulması ile ilgili bir şey bu. Parlamento buna kayıtsız kalamaz.

SİYASİ PAZARLIK ASLA OLMAZ

Siyasi pazarlıklar dönecek endişesi-iddiası başladı bile?

Asla siyasi bir pazarlık içerisinde hareket etmeyeceğiz. Sonuçta bu fikirleri paylaşacak milletvekillerinin olacağına inanıyoruz. 330’u bulamazsak dahi biz her şeyin demokratik teamüller içerisinde olmasını öngörüyoruz ama Türkiye bu anayasa ile artık devam edemez, bu kesin…

MECLİS ANAYASA YAPAMAZSA HİÇBİRŞEY YAPMAMIŞ DEMEKTİR

AK Parti 330’ubulamazsa, dolayısıyla Meclis’ten halkın önüne bir anayasa götürülemezse Türkiye bir kez daha sivil anayasasını yapamayacak, öyle mi?

Ben çok açık söyleyeyim, sivil bir anayasa yapma sorumluluğundan bu meclis kaçamaz. Bu meclis çok çalışsa bile, mesela bütçe için sabahlara kadar çalışılıyor, bütün partilerin vekilleri çalışıyor, eğer yeni bir anayasa yapmazsa siyaseten hiçbir şey yapmamış olur. Siyasetin gerekleri bazen sizin rakamlar üzerinden ve siyasi dengeler üzerinden konuştuklarınızı aşar. Şu anda yeni anayasa talebi siyaset dengelerini aşmış vaziyettedir.

Bir yandan formül aranıyor ama bir yandan da referandum olmazsa seçim olasılığını dolaştıran çevreler var. B planı işlemezse AK Parti’nin C planı erken seçim midir?

Bakın bu da maalesef çok olumsuz algı oluşturan söylemlerden birisi.  Bakın 1 Kasım’da yeni bir seçim oldu ve millet çok açık bir şekilde siyasi istikrardan yana oy kullandı. Bu parlamentonun önünde dört yıla yakın uzun bir  süre var. Dolayısıyla Türkiye’nin erken seçim diye bir gündemi yok. Türkiye herhangi bir meseleyi aşamadığı zaman seçime gider gibi bir kural da yok. Parlamento herşeyi tartışacaktır, anayasayı da tartışacaktır. Sonuç da alınacaktır Nihayetinde işin milletin kendisidir.

GERÇEK BİR KUVVETLER AYRILIĞI İÇİN

Evet, ama CHP başkanlığı zinhar tartışmam diyor, AK Parti de başkanlık asla önerimi geri çekmem. Hem masa dağılıyor hem de Türkiye bir meselesini daha tartışamadan ortam zehirleniyor. Dolayısıyla AK Parti başkanlık önerisini somut olarak ortaya koysa süreç daha sağlıklı işlemez mi?

Burada, özellikle CHP’nin ve bazı muhalefet partilerinin başkanlıkla ilgili endişesi maalesef şu; eğer başkanlık sistemine geçilirse bizim partimiz hiçbir zaman başkan seçemez. Böyle bir endişeyle peşin bir  kabulle hareket ediyorlar ve bunun verdiği bir panik havası içinde başkanlık sistemine karşı çıkıyorlar. Bu doğru bir şey değil. Biz anayasa değişikliğini sadece bir tek maddeye, başkanlık sistemine indirgemiyoruz. Türkiye’de yasama yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olduğu ama her birine milletin dokunabilir olduğu bir reforma ihtiyacımız var. Türkiye’de özgür yurttaşlık üzerinden yeni bir açılıma, yeni bir anlayışa ihtiyaç var. Biz ’61 anayasasında var olan ve ’82 anayasasında da pekiştirilmiş olan ve milletin egemenliğini ortadan kaldıran bütün maddelerin değiştirilmesini istiyoruz. Anayasanın ruhunun, felsefesinin değiştirilmesini istiyoruz.

MUHALEFET MİLLETTEN KORKUYOR

Muhalefet endişeli, panik içinde dediniz?

Çok açık söyleyeyim, bırakın anayasanın tamamını, tek bir maddeyi değiştirelim desek, ben CHP’nin buna da itiraz edeceğini biliyorum. Hepsi olduğu gibi dursun ama buyuruntek şu maddeyi değiştirelim; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, millet bu egemenliğini seçimle oluşturulmuş kurum ve kuruluşlarıyla kullanır, seçilmişler vasıtasıyla kullanır” diyelim, bundan da kaçarlar. Çünkü başkanlığa karşı çıkmanın arkasında yatan asıl neden, millete olan güvensizlik, millet bizi asla seçmez korkusu. Şimdi “niye bu anayasanın ruhu demokrasiye aykırı” diye sorarsak. Çünkü madde şu şekildedir; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, millet bunu anayasal kurumları aracılığıyla kullanır.” Aslında şu manaya gelmektedir; Türkiye’de millet egemenliği falan yoktur. Vesayeti tanımlıyor. Vesayeti garanti altına alıyor. Siz bu vesayeti ortadan kaldıracak bir değişikliği yaparsanız, tek bir madde ile dahi bu değişikliği yaparsanız, hemen karşı çıkacaklardır.

MUHALEFETİN STOCKHOLM SENDROMU

İlk dört madde de CHP’nin kırmızıçizgisi, ki devletin tanımı var, vatandaşlık tanımı var, tartışılan ne?

Tartışmaonun için zaten, hatta bir zamanlar anayasayı kim yapabilir, kurucu meclis yapmalı, tartışmaları falan oldu. Buradaki temel mesele, sivillerin biz anayasa yapamayız alışkanlığı ile hareket etmeleridir. Maalesef muhalefetteki bazı sivilleri kast ederek söylüyorum. Çünkü Türkiye’nin böyle bir alışkanlığı yok. Darbe gelir, biri anayasa yapar, beş kişiyi bir odaya sokarlar, onlar çıkar bizim anayasamız bu derler.

Yaşanan Stockholm sendromu o zaman?

Evet. Halbuki bugün, anayasayı zaten kurucu irade; parlamento yapacak, biz siviller olarak bu kurucu iradenin içinde değiliz gibi bir algı var. Bunun değişmesi lazım.

MEVCUT SİSTEM GÜÇLER ÇATIŞMASI ÜZERİNE KURULU

Başkanlıkla ilgili ciddi bir literatür var aslında. Cumhurbaşkanı da “Türk tipi başkanlık olabilir” dedi. AK Parti’nin zihninde tam olarak nasıl bir başkanlık var?

Bunları olgunlaştırıyoruz, parti içinde tartışılıyor, son şekli verilecek ama buradaki esas mesele, Türkiye’nin etkin bir yönetime ihtiyacı var. Mevcut ’82 anayasası Türkiye’de, güçler ayrılığı prensibine değil güçler çatışması prensibine dayalı bir sistem kurmuştur. Yasama yürütme ve yargı birbiriyle çatışsın, bunların arasında oluşsan çatışma alanlarını düzenlemek için de yukarıda süper yetkilerle donatılmış devleti koruyan bir cumhurbaşkanı var olsun. Aslında sistemin bu felsefesi 10 Ağustos 2014 seçimi ile birlikte büyük oranda değişti. Artık devleti milletten koruyan bir cumhurbaşkanı yerine milletin oyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanı var ve bu eski sistemi zaten büyük oranda değiştirmeye başladı. Ama asıl yapı hala orada duruyor. İşte yargı, mesela -Allah muhafaza-, diyelim ki siyasal dengelerin değiştiği bir anda yargı her an siyasete müdahale edebilir.

MECLİSTE YÜRÜTMENİN DEDİĞİ OLUYOR

Nasıl?

Geçmişe, Sayın Ahmet Necdet Sezer dönemine bir bakın. Cumhurbaşkanı tek başına, neredeyse bütün üçlü kararnameleri bekletmiştir. Başbakan müsteşarının dahi atanamadığı bir Türkiye söz konusu olmuştur. Geçmiş dönemlerde mesela katsayı ile ilgili düzenleme yapıldığı zaman hemen yüksek yargı bunu iptal etmiştir. Yani yürütmeye haksızca müdahale eden bir yargı sistemi, hükümete partizanca müdahale eden bir cumhurbaşkanı gibi, güçler arasındaki bu çatışmayı geçmiş dönemde çok gördük. Dolayısıyla Türkiye’de, çok iyi kurulmuş bir denge mekanizması üzerinden, kuvvetli bir yargı bağımsızlığı, kuvvetli bir yasama organı -çok açık söylüyorum, şu anda yasama organı olan parlamentoda kim çoğunluğa sahipse onun dediği oluyor, yani muhalefetin iktidarla anlaşmadan herhangi bir şekilde yasa geçirme ihtimali yok- ve kuvvetli bir yürütmenin varlığı elzemdir. Ama mesela başkanlık sisteminde, parlamento, hakikaten bir yasama organı olarak var olacak ve bir yürütme organı gibi davranmayacak. Şu an yasama ile yürütme iç içe geçmiş, yasama mı, yürütme mi yaptığı belli olmayan bir parlamento mekanizması var. Dolayısıyla güçler ayrılığını mutlak manada sağlamak ve aradaki çizgileri çok iyi koruyabilmektir hedefimiz. Halk tarafından seçilmiş olan başkanın da etkin bir yürütme mekanizması kurmasını sağlayacak adımların atılması, bizim beklediğimiz bu.

SİSTEM KRİZİ ÇIKAR MI?

Seçilmişler arasında yetki karmaşası, olası bir siyasi krize neden olabilir tespiti-endişesi var. Malum, iki seçilmiş var; cumhurbaşkanı ve başbakan. Anayasaya göre cumhurbaşkanı çok yetkili ve sorumsuz. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu yetkilerini kullanmıyor ama kullanması halinde hükümetle cumhurbaşkanı arkasında bir krizin doğabilir deniyor. Hatta bu olsun diye bekleyen, olması için çabalayan bir siyaset oluştu bile. Hükümetin bir üyesi olarak, böyle bir krizi mümkün görür müsünüz, sistemdeki sürtüşme bir çatlamaya yol açar mı?

Önceki sistem, demin ifade ettiğim gibi, yasama, yürütme ve yargının çatışması fikri üzerine kurulmuş bir anayasal düzen. Bu düzenin emniyet sübabı; aşırı yetkilendirilmiş sorumsuz cumhurbaşkanı. Bu eski sistemin  kurgusu bir şekilde devam ediyordu çünkü cumhurbaşkanı halktan güç almıyordu. Hatta bir takım kapalı odalar içinde birileri karar veriyor, partilere de cumhurbaşkanı adayınız falanca diye söyleniyordu. Bunu aşmış olan Sayın Turgut Özal ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesidir. İstisna sayabiliriz.

2014’te Sayın Cumhurbaşkanımızın halkoyuyla seçilmesinden sonra sistem melez hale geldi. Yani, eski sistemin kurgusu üzerinde, halkoyuyla seçilmiş bir cumhurbaşkanlığının yürümeyeceği ortaya çıktı. Şimdi birileri diktatörlük benzetmesi yapıyor, bu nedenle başkanlık sistemi isteniyor diye. Ne Sayın Cumhurbaşkanımızın ne de AK Parti olarak bizim böyle şahsi bir hesabımız var. Defaatle ifade ettik, hepimiz faniyiz, öyle bir anayasa yapalım, geleceğe öyle bir sistem bırakalım ki, bizden sonraki nesiller güllük gülistanlık bir Türkiye yönetsinler.

MELEZ BİR DURUM VAR

Bu melez durumun ortadan kaldırılması lazım. Türkiye bu anayasa ile çok antidemokratik uygulamalar gördü. Dolayısıyla bütün bunlardan çekmiş, geçmiş dönemdeki bu sürtüşmeleri yaşamış bir siyasi hareket olarak diyoruz ki; bu garabet, melez durum ortadan kalksın ve Türkiye etkin bir demokratik sisteme kavuşsun. Öyle etkin bir yürütme olsun ki, hangi adımı atarsa atsın, hesabını yasama organına, parlamentoya versin; yargı, tam bağımsız bir şekilde, siyasetin müdahalesinden bağımsız olarak, yürütmeye karşı bütün denetim mekanizmalarını kullanabilsin. Dolayısıyla şimdikinden çok daha demokratik, çok daha katılımcı ve güçler ayrılığını daha iyi organize etmiş bir sistemi öngörüyoruz ama bütün bu söylediklerim bizim anayasal reformumuzun sadece bir cüzüdür tamamı değildir.

AK Parti bunu defaatle bu netlikte ifade ettik diyorsunuz ama tartışma yine de sağlıklı yürümüyor. Bunun sebebi nedir, tartışma neden zehirlendi?

Demin söylediğim sebepten dolayı. Yani biz nasılsa kendi adayımızı başkan yapamayız. Dolayısıyla başkanlık sistemi olmasın gibi bir psikolojik alt yapının olduğunu görüyoruz. Bundan dolayı da hemen baştan kategorik olarak reddediliyor, bunun doğru olmadığını düşünüyoruz.

ÇALIŞIN, SİZİN DE ÇOK OYUNUZ OLSUN

Ak Partinin kurulduğu tarihten bu yana parlamenter sistem içinde de iktidar olamayan bir muhalefet için ne fark eder ki, o halde?

Biliyorsunuz çok az oy aldığımız dönemler oldu. Mesela Refah Partisi; 12 Eylül’den sonra İstanbul’da bir miting yaptı. Mitingde diyor ki; “Cumhurbaşkanını halk seçsin”. Dolayısıyla, halka güvenen siyasi hareketler, cumhurbaşkanının ya da devlet başkanının halk tarafından seçilmesinden rahatsız olmazlar. Halkı serbest bırakırsak istemediğimiz taraflara gider, dolayısıyla bu halkı zapturapt altında tutmamız lazım diye düşünenler, halkın önünün açıldığı sistemlerden rahatsızlık duyar. Bugün oyunuz az olabilir, çalışın yarın oyunuz çok olsun. Çünkü bugün oyu çok olan parti eğer doğru hareket etmezse, yarın da onun oyu düşebilir, demokrasi zaten bunun için etkin bir yönetim sistemi olarak var.

ANAYASA MÜKTESABITIMIZ ÇOK GENİŞ

Peki. Deniliyor ki “savaş var, terör var ve böyle bir zamanda tutturmuşlar ille de yeni anayasa, ille de başkanlık”. Öyle mi?  

Bakın, biz anayasayı yeni konuşmuyoruz. Dediğim gibi 12 Eylül’ün ertesi gününden itibaren konuşuldu. Rahmetli Özal zamanında, sonraki dönemlerde de konuşuldu, şu anda parlamentoda bulunan partilerin tamamı anayasayı konuştu. Nereden çıktı bu anayasa meselesi diye konuşmuyoruz. En az 20-25 yıllık bir geçmiş içerisinde bu anayasa tartışmasını sürdürüyoruz ve çok büyük müktesebat oluştu. Sistem artık yürümüyor, Türkiye bu dar gömleği daha fazla taşıyamaz. Bu bir dayatma değil, toplumsal bir talep… Şimdi millette bu kadar talep varken, bunu gerçekleştirmek siyasetin vazifesidir, bunu partizan bir şekilde söylemiyorum. Sadece AK Parti’nin vazifesi değil, en az diğer partilerin de AK Parti kadar vazifesidir bu. Ama “efendim Türkiye’nin çok problemi var” derseniz -ki terörün gayelerinden birisi de Türkiye’nin pozitif  konuları tartışmasını engellemektir- aksine ekonomik kalkınmayı, ARGE reformunu, istihdam artışını, günlük hayatı, futbolu, kültür sanatı da konuşacağız, yeni anayasayı da konuşacağız. Bir ülke böyle ileriye doğru gider. Terörün istediği bunların hiç birini konuşmayın, terörün oluşturduğu olumsuz havayla Türkiye içine hapsolsun, buna asla müsaade etmeyeceğiz.

CUMHURBAŞKANIMIZ KARARI ELEŞTİRME HAKKINA SAHİPTİR

 

Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar kararı tartışılıyor. Hükümet sözcüsü olarak yaptığınız açıklama belli mecralarda “Hükümet Cumhurbaşkanının arkasında durmuyor” şeklinde yorumlandı?

Benim söylediğim açık, cümlelerimin hepsini hatırlıyorum. Kimisi öyle yorumladı kimisi de Cumhurbaşkanının yanında yer aldı diye yorumladı. Söylediklerim açık. Bir; AYM’nin kararı herhangi bir mahkeme kararı değildir. AYM bir karar vermiş ve yargılamayı bitirmiş değildir. İki; yargılama devam ediyor, bu süre içerisinde tutuksuz yargılanmanın önünü açmıştır. Üç; Sayın Cumhurbaşkanımız, AYM’ye bireysel başvuru hakkını Başbakanlığı döneminde kendisi getirmiştir. Yani bu demokratik hakkın kullanılmasının önünü açmış olan kişidir. Benim açıklamam, “Cumhurbaşkanı AYM’yi nasıl eleştirir?” sözüne, iddialarına, eleştirilerine verilen bir cevaptır. Sayın Cumhurbaşkanımız herhangi bir mahkeme kararını eleştirme hakkına doğal olarak sahiptir ve bu anlamda da AYM kararı hakkındaki tutumunu ortaya koymuştur. Mesele bundan ibarettir. Bunun üzerinden yapılacak, söylediklerim haricinde söylenecek her şey lafı güzaftır. Sayın Cumhurbaşkanımız basiret ve feraset sahibi bir siyasetçidir. Kendisi bu konu hakkında, neyi kast ettiği ve eleştirisinin hangi noktalarda olduğuna yönelik sanırım daha etraflı bir açıklama yapacaktır. Sonuçta hariçten söz söyleyen herkes aslında kendi görüşünü dillendirmektedir. Eleştirdikleri şeyi kendileri yapmaktadırlar. Daha fazla yorum yapmak istemiyorum, söylediklerim açıktır. Herkes önce otursun, benim ne söylediğime bir baksın ondan sonra konuşsun…

AYM YASASI DEĞİŞECEK Mİ?

 

AYM kararı, yürüyen davaya müdahale ettiği, anayasanın ve kendisine tanınan yetkinin dışına çıktığı için eleştiriliyor ve AYM yasasındaki bireysel başvurularla ilgili kısım yeniden düzenlensin deniyor. Hükümetin ve sizin bakışınız nasıl?

Şimdi AYM’nin bireysel başvurulara baksın teklifi gündeme geldiğinde de benzer konular teorik olarak tartışılmıştı. Bu hukuki bir tartışmadır, siyasi bir polemik meselesi değildir. Bu tartışılabilir. Mesela, yargı yolları bütünüyle tamamlanmadan, AYM bireysel başvuruyu kabul etsin mi etmesin mi? O zaman AK Parti  hükümeti,-Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakan olduğu AK Parti Hükümeti- “bu demokratik bir haktır, illa sürecin sonuna kadar gitmesine gerek yok, kullanabilir” diye düşünmüştü. Bakın bu tartışmaları anlamlı bulurum. Bunlar işin hukuki alt yapısı ile ilgili şeylerdir, tartışılır, lehinde ya da aleyhine konuşanlar olabilir. Ülkelerin tecrübelerine göre de bu tercih değişir. Bu nihayetinde insanların yargılama sürecinde mağdur olmalarını önlemek için kullanılan tedbirlerden birisidir. Bu durum ya da AYM’ye bireysel başvurular bir yargılama değildir, sadece bu tür mağduriyetlerin giderilmesine yönelik tedbirdir.

CUMHURBAŞKANI ÜZERİNDEN GÜÇ DEVŞİRMEK İSTİYORLAR

Geçen hafta bir milletvekilinin -CHP’li Akif Ekici- Meclisten atılmasını, salon dışı cezası verilmesini gerektirecek kadar Cumhurbaşkanı Meclis’te neden tartışma konusu ediliyor?

Muhalefetin siyasi acziyeti ve Tayyip Erdoğan’ın siyasi gücü olarak değerlendiririm ben bunu. Muhalefet adı üstünde muhalefet yapacak ama kötü yönetiliyor derken, nasıl iyi yönetileceğine dair herhangi bir teklif öne koyamadıkları için acziyet içine düşüyorlar ve Sayın Cumhurbaşkanımızın toplumsal gücünü gördükleri için de oraya saldırarak güç elde edebileceklerini düşünüyorlar. Ama Türkiye’nin geçmiş dönemdeki siyasi tarihi de gösterdi ki Sayın Cumhurbaşkanımızın kişiliğine yönelik iftiralar, hakaretler üzerinden muhalefet güç kazanamıyor, tam tersine güç kaybediyor. Muhalefetin burada öncelikle kendi siyasal durumu ve tavrını iyi analiz etmesi lazım. İsimler baki değil, isimler geçici, yarın bir gün hepimiz bu hayattan gideceğiz, başkaları gelecek ama Türkiye şöyle bir siyasi edepsizliğin içinde olmamalı. Cumhurbaşkanın tasarruflarını beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz hatta Cumhurbaşkanının bir gün bile görevde durmasını istemiyor olabilirsiniz ama bu hiç kimseye Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanına hakaret hakkını vermez. En aykırı noktada duran kişi bile, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak Cumhurbaşkanımıza, Cumhurbaşkanlığı makamına saygı göstermelidir.

ELEŞTİRİN AMA HAKARET ETMEYİN

Cumhurbaşkanı da eleştirilebilir sonuçta, seçilmiş bir siyasetçi, oradaki çizgiyi nereden çekiyorsunuz?

Zaten eleştiriye açık, her türlü eleştiriyi yapıyorsunuz ama hakaret etme hakkınız yok. Bunu yaptığınızda, sadece Cumhurbaşkanımıza oy veren kesime hakaret etmiş olmazsınız, Türkiye Cumhuriyetinin kurumsal varlığına da bu anlamda hakaret etmiş olursunuz. Dolayısıyla muhalefet hem kendi tutumunu siyasal olarak gözden geçirmek hem de asgari saygı kurallarına uymak mecburiyetindedir.

İKİNCİ SYKES PİCOT    

Bölgeye geçelim izninizle. Bölgede terörle mücadele sürüyor. PKK’nın Temmuz ortasında ateşkesi bitirmesiyle hendek terörü başladı ve son olarak KCK eş başkanı Cemil Bayık “2016 baharı Kürt baharı olacak” dedi. Daha önce de “cepheyi genişletmekten, direnişi yükseltmekten” bahsediliyorlardı. Hükümet bahara nasıl hazırlanıyor?

Türkiye terörle yeni karşılaşmıyor. Yaklaşık 40 yıldır devam eden bir terör baskısı altında Türkiye ve bu süre içerisinde maalesef kırk bine yakın insanımız öldü. Yedi bine yakın insanımız da şehit oldu. Bu çok ağır bir fatura. Türkiye bu büyük resmi görmezse Cizre’de niye çukur kazıldığını anlayamaz. Büyük resim, yarım kalan hesabın kapatılmasıdır. Bazı güçler ikinci Sykes-Picot oluşturmak istiyorlar. Türkiye-Suriye sınırını, Suriye-Ürdün sınırını, Suriye-Irak sınırını savaşın galipleri oturdular masanın üstünde cetvellerle çizdiler.

Önce insanları sınırlarla böldüler. Hiçbir sınırın hukuki, tarihsel, sosyolojik bir karşılığı yok. Ama zihinleri ve gönülleri bölemediler. Ama özellikle ’91’de, Amerika’nın Irak’ı işgali ile başlayan süreçte, ülkeler fiilen tekrar bölündü. Irak üçe, Libya ikiye bölündü, Yemen ikiye bölünmeye çalışılıyor, Suriye belki otuz küsur parçaya bölündü fiilen. Bugün bölge ülkeleri iki fay hattı üzerinden bölünmek isteniyor. Birisi mezhepçilik; Sünnilik ve Alevilik üzerinden düşmanlıklar oluşturmak; ikincisi de bu coğrafyanın dört ana etnik grubu olan Türkler, Araplar, Kürtler ve Farisiler arasında kalıcı etnik düşmanlıklar oluşturmak… Artık zihinleri ve gönülleri de bölmeye çalışıyorlar. 

TÜRKİYE KİLİT TAŞIDIR

Onlar bunu yapıyor. Ya biz ne yapacağız?

Bizim yapmamız gereken ise tam tersi, biz önce zihinlerimizi ve gönüllerimizi birleştireceğiz ve böylece aramızdaki bu sınırları anlamsız hale getireceğiz. Bakıyorsunuz Akçakale  karşısında Tel Abyad, Arapça Akçakale demek; Mürşitpınar karşısında Kobani; Nusaybin karşısında Kamışlı, birisinin  evinin bittiği yerde öteki tarafınki başlıyor, amca çocukları, hala çocukları, kardeşler birbirinden ayrılmış. Bu oyunu görmek gerek. Asırlardır, çeşitli etnisiteden, farklı din ve mezheplere bağlı ama kardeşçe bir arada bulunan bu büyük kitlenin yeniden parçalanmasını  isteyen bir durum ile karşı karşıyayız. Çok net söylüyorum. Burada kilit taşı Türkiye’dir. Bu coğrafyanın kilit taşı Türkiye’dir. Kilit taşını aldığınız zaman bütün yapı çöker. Türkiye’yi çökertmek istiyorlar ki diğer bütün ülkeleri de çok rahat çökertebilsinler. 

MENDERES’İ ASTIRANLA HENDEKLERİ KAZDIRAN AYNI

Türkiye ne zaman güçlense önünü bir şekilde kestiler. Rahmetli Menderes idam edildi. 12 Mart oldu, 12 Eylül oldu, 28 Şubat oldu. İnanın ki, anti demokratik yollarla Türkiye’nin önünü kesmekle, terör örgütü aracılığıyla, Türkiye’nin ayaklarına pranga vurmaya çalışmak arasında zerre miktar fark yoktur. Daha açık söyleyeyim; rahmetli Menderes için yağlı urganı elinde tutan irade ile hendeklere bombaları yerleştiren irade, aynı iradedir. Bunu göremediğimiz takdirde Türkiye’nin bu süreçten çıkışı yok. Çıkış yolu bu ülkede yaşayan bütün insanların kardeşliğini hatta bu ülke sınırlarını aşan geniş coğrafyadaki insanların kardeşliği üzerinden hareket etmektir. Bu örgütlerin hepsi nihayetinde taşerondur kullanım tarihleri bitince çöp tenekesine atılacaklar. Yarın bir gün El Kaide’sinden, IŞİD-DAEŞ’e, Boko Haram’dan Nusra Cephesi’ne kadar hepsi, kullanım tarihi bittiğinde çöp tenekesine atılacak. Burada halkımızın uyanık olması lazım. Burada asıl hedef Türkiye’dir. Türkiye’nin hareketsiz hale gelmesidir. İnşallah bunu aşacak iradeyi de ortaya koyacağız. Onun için, kim, hangi bahara hazırlanıyorsa hazırlansın, biz bu ülkede halkımızın birlik, huzur ve demokrasi baharına kavuşacağı bir eylem planı içerisindeyiz. Hem vatandaşlarımızın maddi ve manevi kayıplarını telafi etmeye hem de şehirlerimizin imar ve inşasını sağlamaya çalışacağız. En önemlisi tekrar birlik ruhunu, Türkiye sınırlarını da aşan bir şekilde, inşallah yeniden oluşturacağız.

TEDBİRİMİZİ ALDIK NEVRUZA HAZIRIZ

Hükümet 82 maddelik bir “birlik, huzur ve demokrasi eylem planı” açıkladı. Mağdur sivil halkın yanında olmaya çalışıyor Hükümet, bu işin bir boyutu. Ya istihbarat güvenlik boyutu? Nevruz-yaz yaklaşıyor çünkü?

Tabi bununla ilgili olarak hem istihbari anlamda hem de önleyici tedbirler anlamında büyük titizlikle çalışılıyor. Hangi kurumun, neye ihtiyacı varsa bunların ortaya konulması için gayret sarf ediliyor ve en önemlisi bütün kurum ve kuruluşlar arasında belki de son 25-30 yılda görmediğimiz kadar çok üst düzeyde bir koordinasyonla hareket ediliyor. Şimdi örgütün bu kadar hareketli olmasının, kendilerince yeni bir takım iddialar içinde olmasının sebebi aslında Türkiye’nin içindeki gelişmelerden çok Türkiye’nin dışındaki gelişmelerdir.

Belki Kürt siyasal hareketinin tarihi boyunca ilk defa iki büyük güç; Amerika ve Rusya Kuzey Suriye’deki gruplara destek veriyor. Tabiri caizse Doğu Rojava’da Amerika, Batı Rojava’da Rusya, buralar bizim gibi bir anlayış içindeler. Bunun vermiş olduğu bir hareketlilik daha doğrusu bir motivasyon var ama sonuçta  herhangi bir halk nezdine sözcülük iddiasındaysanız bu halkın size destek vermesi lazım. 22 Temmuz’dan bugüne gelinen süreçte, en büyük avantajımız Kürt kardeşlerimiz, halkımız terör örgütünün tüm baskılarına, eylemlerine rağmen bu başkaldırının içerisinde yer almadı. O öz yönetim ilanları bir kaç yüz kişiyle yapıldı. Bu eylemlere halk destek vermedi ve bundan sonra da inşallah vermeyecek. Çünkü halkımız artık yeter diyor. Çözüm sürecinin getirdiği o barış ortamını yaşamış olan halk tekrar silah ortamını istemiyor. Yeter artık diyor.

CHP’NİN BÖLGEYE GİTMESİ ÖNEMLİ, SORUMLULUK HİSSETTİKLERİNİ GÖSTERİR

CHP Diyarbakır ve Mardin’e bir heyet gönderdi -ki bölgede olan bir parti değildir ve durumu raporlaştırdı. Raporda “bölgede uygulanan sokağa çıkma yasakları hukuk dışıdır, bireylerin hak ve hukuku istenildiği zaman engellenemez, böyle bir düşünce hukuk devleti ile örtüşmez, bu böyle devam ederse bölge halkı kopuşa gider” deniliyor. Bu yoruma ve CHP’nin tavrına dair yorumunuz ne?

CHP’nin bölgeye gitmiş olması önemli, en azından siyasetin kanallarını açık tutuyorlar ve bu bir sorumluluk hissettiklerini gösterir. Ama şunu söyleyeyim, “efendim şehirler niçin yakılıyor, yıkılıyor” diye konuşmak kolay… Önce şunu görmek lazım; güvenlik kuvvetleri bir sabah kalkıp “hadi Cizre’ye top atışları yapalım,  Sur’da, Silopi’de sokağa çıkma yasakları koyalım” demediler. Kamu gücü kendiliğinden, hiç gereği yokken, kafasına esti, birden mücadele başlattı, bu halk evlerinden çıkmasın diye sokağa çıkma yasağı ilan etti. Böyle bir şey yok. Fiilen, dağda ya da Suriye’de yetişip gelmiş şehir gerillalarının başlattığı ve yaygınlaştırmaya çalıştığı, elli yüz metre aralarla çukurlar kazılıp, içine tuzaklar, bombalar yerleştirilen şehirler, ilçelere var. Halkımız can güvenliği için en azından koruyucu tedbir anlamında bu tedbirler uygulandı. Ve insanlarımızın bulundukları yerlerden -mesela Sur’dan- başka yere gitmek isteyenlerle ilgili de her türlü imkanlar sağlandı.  Dolayısıyla mesele, hani “sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayın” ayeti var ya, ilk kısmı atarak ikinci kısmı söylemenin bir anlamı yok. Durduk yere bu tedbirler ortaya konulmadı, durduk yere terörle mücadele bu kadar etkin bir şekilde sahaya yansıtılmadı, önce bunun bilinmesi lazım. Bu bilindikten sonra kim ne söyleyecekse söylesin.

TÜM PARTİLERE ÇAĞRIMIZDIR, GELİN TERÖRLE BİRLİKTE MÜCADELE EDELİM

Üç partinin ortak imza metni önemliydi ama ana muhalefet partisi olarak CHP’nin bu konuyu anlaması ve çözüm konusunda Hükümetin devletin Türkiye’nin yanında olması daha da önemli. Bunu sağlamakta zorlanıyor musunuz? Hükümet CHP ile bu konuda daha yakın bir çalışma yürütemez mi?

Açık söyleyeyim terör meselesi sadece hükümetin, AK Parti’nin meselesi değil. Terörün ulaştığı uluslararası network bir şeyi zorunlu kılıyor. Terör örgütünün iyisi kötüsü olmaz, şu ya da bu taraftan olanı olmaz. Şu ülkeye yarayan, bu ülkeye yaramayan, şu partiye yarayan, bu partiye yaramayan diye bir terör, terör örgütü olmaz. Terör örgütlerinin tamamı canilerden oluşmuş şebekelerdir. Bunlar insanlık düşmanıdır ve bunlara karşı, insanlık onurunu ve insan olmanın değerini savunan herkesin, aynı safta durması lazım. Aynı safta durmak illa siyaseten aynı görüşe de sahip olmak manasına gelmez. Bu anlamda CHP ile, MHP ile ve tüm diğer siyasi partilerle de teröre karşı mücadele noktasında aynı yerde durmak isteriz. Hatta HDP’ye de baştan beri çağrımız odur. Fikirlerinizi gelin parlamento içerisinde söyleyin, zaten söylüyorsunuz ama önce  teröre de bir şey söyleyin. Terörün bir insanlık suçu olduğunu söyleyin. Terörün bütün insanlığa karşı işlenmiş ortak bir suç olduğunu söyleyin, böyle bir atmosferin oluşması lazım. Özellikle Ankara saldırısından sonra üç partinin ortak bir bildiriyi imzalamış olması anlamlıdır. Keşke HDP’de bu metne imza atabilseydi. Bu Türkiye için önemli bir katkı olurdu. Ama şunu ifade edeyim, milletin siyasilerden bu konuda ortak hareket edin diye bir talebi var. Bu konuda diğer partilerle her türlü işbirliğine hazırız.

DEMİRTAŞ SOKAĞA DEĞİL SİYASETE ÇAĞIRSIN

HDP, DTK ve DBP birlikte ortak basın toplantısı yaptı ve Demirtaş “bulunduğunuz her yerden Sur’a yürüyün, baskılara boyun eğmeyin, meseleyi gurur ve güvenlik meselesi olarak görenler çözüm için ortaya koyduğumuz iradeyi anlasınlar ve Çarşamba gününe kadar bizimle diyaloga geçsinler” dedi. Bir soruşturma süreci başlatıldı ama ben şunu sormak istiyorum: HDP Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından oy almış, meşru bir parti, TBMM’nin üçüncü büyük partisi. Ve hükümete devlete bir çağrı yapıyor: Kim olarak, kimin adına konuştuğunu düşünüyorsunuz?

Şimdi böylesine hassas bir ortamda, Sayın Demirtaş’ın sokağa çağrı yapmasını doğru bulmayız. Nitekim, geçtiğimiz sokak çağrılarından sonra, Kobani’den sonra, hiç birimizin bir daha görmek istemediği, komşunun komşuyu öldürdüğü, komşunun komşunun evini yaktığı, iş yerini yaktığı çok kötü bir dönemi yaşadık, böyle bir süreci bir daha yaşamayı asla istemeyiz, hiç kimse istemez. Dolayısıyla Sayın Demirtaş’ın sokağa çağrı yapmak yerine “siyasetin gücüne” çağrı yapmasının daha doğru olduğunu düşünüyoruz. Bu gücü de millet vermiş. 7 Haziran’da 6 milyon, sonra 5 milyon civarında oy vermiş ve demiş ki “gidin parlamentoda siyasal kurallar çerçevesinde benim görüşlerimi dile getirin”. Şimdi milletin meşru oylarıyla parlamentoda kazanılmış bir konumu kullanmak yerine başka şeylerin sözcülüğü devreye girerse siyasetin problemi tam da oradadır. Dolayısıyla HDP, şu andaki durumu bir daha gözden geçirerek, parlamentonun gücü, milletin reyi, milli iradenin önemi üzerinden siyasetini yeniden formatlamak mecburiyetinde. Bunu, ülkesinin, milletinin geleceğini düşünen bir siyasetçi olarak, bir tavsiye anlamında söylüyorum. Böylece HDP’ye oy vermiş olan kitlenin hakkının, hukukunun daha iyi korunabileceği bir zemin hazırlamak herkes için mümkün olur. Zemin TBMM’dir, burada siyaset açık bir şekilde yapılır. Ama önce sokaktan güç devşirelim, sonra parlamentoda bunu yapalım derseniz bu yanlış olur. Siyasette asıl güç milletin meclisindedir, meşru siyasetin zemini de meclistir.

DUYGUSAL KOPUŞ OLMAZ

Bölge halkı hendek terörü nedeniyle PKK ve HDP’ye öfkeli, tepkili. O yüzden PKK’nın kapısının önüne getirdiği savaşa katılmıyor, ışık bile açıp kapatmıyor. Öte yandan devlete de çok yaklaşmış değil. Arafta gibi. Onlar için tespitiniz, tedbiriniz nedir hükümet olarak?

Bu duygusal kopuş meselesi çok sık kullanılan tabirlerden biri… Bu topraklarda Türklerle Kürtlerin birbirinden kopmasını bekleyenlerin unuttukları bir şey var. Bu topraklarda Türklerle Kürtler asla savaşmadı. Defalarca isyanlar oldu, yaklaşık kırk senedir terör var ama Türklerle Kürtlerin savaşı hiç olmadı. Bugün de olmayacak. Bugün de durum aynı, terör örgütüne karşı güvenlik kuvvetlerinin vermiş olduğu bir mücadele var. Allah muhafaza, Türklerle Kürtler arasında bir savaş olsaydı -ki zaman zaman denendi bu, hatta bazı yerlerde provası da yapıldı ama halkımız buna itibar etmedi- Türkiye zaten çoktan bölünürdü. Türklerle Kürtler tesadüfen bir araya gelmiş, zorunlu olarak bir arada yaşayan halklar değil. Bu milleti oluşturan bütün unsurlarımızla, bu coğrafyada yaşayan insanlar asırlardır bir aradayız. Hatta demin söylediğim gibi sadece bugünkü sınırlarımız değil, biz Mürşitpınar’da yaşayan insanla Kobani’de yaşayan insanı Kamışlı’da yaşayanla, Nusaybin’de yaşayanı birbirinden ayırt etmeyiz. Daha aşağıya gidelim, bizim için Halep’te yaşayanla Gaziantep’te yaşayan arasında fark yoktur akrabadır, komşudur, bu sadece bir retorik değil, Türkiye’nin toplumsal dokusunun bir gerçeği… İç içe geçmiş halklar var ve bu insanların aralarında geçmiş bir savaş yok. Yani bir kan davası, bir husumet yok.

Devlet adına yanlış şeyler yapılmış bu nedenle mustarip olmuş kardeşlerimizden bahsediyoruz. Ama onların acıları ve sıkıntıları sadece o bölgenin değil bütün Türkiye’nin acıları olmuş. Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerin acısını sadece o işkenceye tabi tutulan insanlar ya da akrabaları değil bütün Türkiye halkı hissetmiş. Ama son 13-14 yılda, red ve asimilasyon politikaları büyük oranda geride kalmış, hatta iki, üç yıllık bir barış dönemi, terörden uzaklaşılan bir dönem gerçekleştirilmiş ve halkımız bundan mutlu olmuştur. Zaten bütün bunlar olmasaydı bu düzelme emareleri görülmeseydi herhalde bugün bambaşka bir Türkiye’den konuşuyor olurduk. Dolayısıyla bir duygusal kopuşun zeminini sağlayacak şekilde insanlarımız arasında çatışmalar olmamıştır. Zaman zaman bunu deneyen provokasyonlar olmasına rağmen bu bizim en büyük özelliğimizdir. Her birine tek tek inanıyorum ve güveniyorum; bu halkın aziz ve onurlu çocuklarını hiç kimse bir duygusal kopuşun içine sürükleyemez.

AMACIMIZ BÖLGEYİ NORMALLEŞTİRMEK

Siz bölge milletvekili değilsiniz ama hükümet adına takip eden üyelerden birisiniz. Tasvir ettiğiniz bu “biz ayrılmayız” bakışı, tarih sondaj bölge halkında da var mı, bunu görüyor musunuz?

Büyük oranda var tabi, öncelikli olarak yapmaya çalıştığımız şey bölgenin normalleşmesini sağlamak. Maalesef anormal bir dönemden geçiyoruz. Terör örgütünün yol açtığı tahribatın sonucu olarak son derece olumsuz tablolar yaşanıyor. Mesela bölgeyi dolaşan STK’lardan bir hanımefendi şunu söylemişti: “Evleri ziyarete gidiyoruz, çocuklarla ilgili psiko sosyal danışmanlık hizmetleri için, şunu gördük; gittiğimiz evde iki çocuk vardı halının dışına çıkamıyorlar. Halının dışına çıkarlarsa güvensiz hissettikleri için.” Bu ağır bir travma. Bu ortamın süratle geride kalması lazım. Terör örgütünün bir tehdit  olmaktan çıkarılması, vatandaşımızın da hızla işine gücüne gitmesi için siyasetin zemininin açık olması lazım. Demin CHP oraya gitti dediğiniz zaman, kast ettiğim buydu, bütün partilerin oraya gitmesi, orada siyasi mücadelenin içinde olması, STK’ların, üniversitelerin, araştırma merkezlerinin çok aktif olması böylece bu travmatik ortamın yerine huzurun yeniden tesis edilmesi lazım, bu sayede bu olağanüstü dönemi süratle geride bırakabiliriz.

FEZLEKELER NASIL SONUÇLANIR?

 

Demirtaş ve başka HDP’lilerle ilgili fezlekelerin Meclise inmesi gündemde. Bölge halkı acaba vekillerinin yargılanmasını kendilerine yönelik bir kıyım olarak görür mü diye bir endişeniz var mı?

Şimdi bu istenen bir durum değil. HDP’ye başından beri önerimiz, demokratik süreçlerin demokratik bir dille sürdürülmesini sağlamasıdır. Ben çatışmaların en yoğun olduğu dönemlerde bile HDP’nin varlığının Türkiye’nin demokratik siyaseti için bir şans olduğunu söyledim. Buna yürekten inanıyorum ama bunun temel koşulu, HDP’nin terör içeren yapılardan ve sokakları terörize edecek işlerden uzak durmasıdır. Tutup da canlı bombanın taziyesine giderseniz bunun hiçbir demokratik ülkede kabul edilebilecek bir tarafı olmaz. Ya da partinizin bir mensubu aracıyla silah taşırsa bunun hiçbir demokratik ülkede izahı yoktur. Dolayısıyla HDP’nin öncelikle temel bir kurala uyması şart. HDP’nin bir an evvel demokratik siyasete dönmesi lazım, bunu yaparsa Türkiye’nin bu süreçten çıkmasına katkıda bulunur. Aksi takdirde bu gerginlikler devam eder.

 

PKK’YA GÖRE NE KADAR ÇOK KÜRT ÖLÜRSE O KADAR İYİ

HDP Şırnak milletvekili Faysal Sarıyıldız ısrarla Cizre’de devlet katliamı yapıldığını söylüyor. İddiası bu. Devlet Cizre’de Sur’da terörle mücadele ediyorum diye bodrumlarda sıkışmış kalmış sivil insanları mı yakıyor, bombalıyor, nedir bu iddia?

Bu süreci takip etmiş birisi olarak söyleyeyim. Bildiğim kadarıyla kendilerine defaatle çağrı yapılmıştır. Özellikle Cizre’deki evle ilgili olarak. Zaman zaman çok yakınlarına kadar, yüz iki yüz metre yakınlarına kadar, sağlık görevlileri gönderilmiştir. Çıkmaları halinde kendilerine dokunulmayacağına ilişkin tebligatlar yapılmıştır. Ama maalesef oraya ambulanslar geldiğinde uzaktan ateş açılarak, ambulansların girmesine müsaade edilmemiştir. Özellikle Sur ve Cizre’de, özel harekatçıları, askeri personelimizi uzaktan, çelik yeleklerinin boşlukları arasından vurarak şehit ettikleri durumlar oldu. Bu şunu gösteriyor. Siz ne kadar iyi niyetli davranarak orada bulunanları alalım deseniz de orada bulunanları aldırmayacak birileri keskin nişancı ile uzaktan kumandalı bomba ile saldırıyor. Sanki orada insanlar evlerinde sohbet ederken tesadüfen askerler gelmiş, tankları, tüfekleri çevirmişler ve onlar da bu nedenle çıkamıyormuş gibi bir manzarayı oluşturmaya kimse kalkmasın.

Biz orada bir tek kişinin dahi burnunun kanamamasını isteriz. Nihayetinde bu insanların tamamı bizim ülkemizin yurttaşları bizim vatandaşlarımız. Orada her kaybettiğimiz her can aslında Türkiye’nin ödediği bedeli daha da ağırlaştırıyor. Bunun bilincindeyiz. Belki birileri “bunlardan ne kadar çok ölürse işimize o kadar çok yarar” diye düşünebilir. Biz öyle düşünmüyoruz. İnanın ki her gördüğüm haber uykularımı kaçırıyor. Dolayısıyla dürüst olmak lazım, açık olmak lazım.

DİYANET BÖLGEDE NE YAPACAK?

 

Son Bakanlar Kurulu toplantısına Diyanet İşleri Başkanı Görmez’in de katıldığını bir sunum yaptığını biliyoruz ama içeriğini bilmiyoruz, bölgeye dair bir sunum muydu?

Diyanet İşleri Başkanımız,sadece bölge değil, genel olarak Türkiye’deki dini hizmetler ve faaliyetlerle ilgili çalışmalar hakkında bir brifing verdi. Ve tabi özellikle bölgede, mili birliği ve kardeşliği pekiştirecek çalışmalarda, din hizmetlerinden nasıl istifade edilebilir, bununla ilgili şeyler de konuşuldu. İnsan gücü, eğitim, müfredat ve diğer alanlardaki çalışmalar daha iyiye nasıl götürülebilir, halka yakın teması sağlayacak şekilde din görevlilerimizi nasıl eğitilebiliriz vb konular konuşuldu. Zannediyorum dokuz sene sonra ilk sefer yapılmış bir sunum. Yoksa sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili değil.

Diyanet’in “cemaat” üzerindeki etkisi malum. Dinin birliği, dirliği, kardeşliği öğütlediğini, öldürmeyi değil yaşatmayı, bozmayı değil düzeni tavsiye ettiği de öyle. Bölgede yardımcı olamaz mı?

Hepimiz, bu topraklarda yaşayan büyük çoğunluğumuz, tarih boyunca ve bugün de ya aynı dinin mensuplarıyız ya da aynı medeniyetin çocuklarıyız. Gayrimüslim vatandaşlarımız da asırlar boyunca, o huzur ve refah ortamında yaşamış insanlar. Kendilerini  bu topraklardan ayrı hissetmiyorlar. Dolayısıyla bizim için dinin ve medeniyetin birleştiriciliği teorik değil, asırlardır devam eden pratik birşey. Hatta sadece Türkiye’de  de değil, sınırları aşan birşey. Altı asır boyunca Osmanlı Barış Düzeni (Pax Ottomana) Balkanlarda, Kuzey Afrika’da, Kudüs’te, Mezopotamya’da herkesi bir arada yaşatmış; farklı etnisitelerden, Sünni ve Bektaşi Müslümanlar, Keldaniler, Süryaniler, Nasturiler, Hristiyanlar, Yahudiler… Biz çocukluğumuzdan bile hatırlıyoruz bunları, çok geriye gitmeye gerek yok. İstanbul’da hiç kimsenin Türk mü, Kürt mü, Rum mu ya da  başka bir etnik kökenden mi, dinden mi olduğuna bakılmazdı, bunları sormak soruşturmak da ayıptı. Dolayısıyla bu milletin böyle bir bilinci var, içselleştirilmiş bir birliktelik duygusu…

ALEVİLERİN TALEPLERİNDE HÜKÜMET NEDEN BU KADAR YAVAŞ?

Alevilerin taleplerine geçmek isterim. AK Parti’nin yeni araştırmalar çalıştaylar hazırlığı içinde olduğuna dair haberler çıktı. Halbuki önceki AK Parti hükümetleri bu çalışmaları yaptı. Üstelik hükümet programında var bir yasal düzenlemeyle sonuçlanması istenen eylem planı. Daha da üstelik, Ortadoğu mezhep savaşına sokulmuşken, Türkiye’de Alevi-Sünni fay hattı her sıkıntılı dönemde kolaylıkla kurcalanırken Hükümet adım atmakta neden gecikiyor, neden daha hızlı davranmıyor?

Bu konu ile ilgili aslında çok iyi bir müktesebat, bir tartışma zemini oluştu. Eylem planımızda Türkiye’deki farklı toplumsal kesimlerin, Alevilerin, Romanların, gayri Müslim yurttaşlarımızın ve benzer sıkıntılara sahip diğer kesimlerin haklarının genişletilmesiyle ilgili çalışmalar da yer alıyor. Bizim buradaki temel düsturumuz, hiç kimsenin kendisine ayrımcılık yapıldığına dair bir duyguya kapılmaması ve böyle bir duruma düşmemesidir. Amacımız herkesin kendisini eşit ve özgür bir yurttaş olarak hissetmesini sağlayacak düzenlemelerin hayata geçirilmesidir.

Özellikle Cemevlerinin yasal statü kazanması ile ilgili epey bir çalışma yapıldı. İstiyoruz ki Alevi toplulukları kendileri ortak bir noktaya gelsinler, bizim şu şöyle olmalı şeklindeki tanımlamamızdan ziyade kendilerinin oluşturacağı ortak bir noktaya gelsinler. Burası zor alanlardan birisi çünkü çok farklı yaklaşımlara sahip topluluklar var. Devlet olarak bizim yapacağımız şey Aleviliği tanımlamak değil aksine Alevilikle ilgili eğitimin önünü açacak adımları atmaktır. Bunun için de bazı üniversitelerde bu tür birimlerin kurulması, araştırma merkezlerinin açılması, var olanların güçlendirilmesi ile ilgili bir perspektifimiz var. Ümit ederim ki en kısa sürede bu çalışmalar tamamlanır ve gerekli adımlar atılır.

Bir çalışma var ama henüz açıklanacak noktada değil, öyle mi?

Sonuçta belki herkesi tatmin edemezsiniz ama çalışmalarımızı genel çoğunluğun “tamam bu oldu” diyebileceği bir noktaya getireceğimizi ümit ediyoruz.

TEK VE DEMOKRATİK SURİYE

Suriye’ye geçelim buradan. PYD hem Rusya’nın hem ABD’nin desteğini alabiliyor. Kantonlarını birleştirecek mi bilmiyoruz ama artık orada siyasi bir varlığa temelli sahip gibi. Bu durumda sınırda bir PKK-PYD devleti Türkiye’ye komşu olacak demektir. Bu ihtimale karşı Türkiye’nin PYD’ye bakışı değişecek mi? PYD politikasını, Suriye politikasını değiştirmesi gerektiği konusunda bir kanaat bir tazyik var.

Suriye’de geldiğimiz noktayı iyi değerlendirmek durumundayız. Suriye’deki sorun  sadece PYD ile ilgili kısımdan ibaret değildir. Suriye’de bu noktaya gelinmesinde, uluslararası koalisyonun nasıl hareket edeceğine başından beri karar verememiş olmasının büyük rolü vardır. Önce Esad gitsin, sonra Esad kalsın rejim gitsin, şimdi de Esad da rejim de kalsın noktasına gelindi. Bundan sonrasına ilişkin uluslararası camianın ortak bir yol haritası yok. Onun için Cenevre görüşmeleri tıkanıyor, Berlin’de de çok mesafe alınamıyor.

Şunun altını çizmek lazım. Suriye artık barbarca davranan, terör estiren, -ister devlet, ister örgüt olsun-, her yapıdan kurtulmak mecburiyetindedir. Ayrım yapmaksızın söylüyorum, Suriye halkını, etnik, dini ya da başka bir şekilde ayrıma tabi tutan, insanları tehditle topraklarından göç ettiren, terör eylemlerinde bulunan ve katliama başvuran her yapı etkisiz hale getirilmelidir.

Suriye vatandaşlarının taleplerinin yansıtıldığı yeni bir Suriye’nin kurulmasına destek olmak lazım. Geçmişte şu oldu bu oldu bunu tartışırsak bundan sonrasına ilişkin bir çıkış yok. Ana perspektifimiz bu olmalı; Suriye’de sokaktaki bir vatandaş nasıl bir Suriye görmek istiyor. Bütün toplumsal kesimlerin içinde olduğu, herkesin demokratik olarak temsil edildiği, herkesin söz hakkının olduğu, bütün terör  gruplarının tasfiye edildiği ama özellikle halkına karşı suç işleyen rejim güçlerinin de asla söz sahibi olmadığı bir Suriye’nin inşası tek çıkar yoldur.

VEKALET SAVAŞLARI DA BİTTİ

Bu mümkün mü hala? Bu idealden bu maziden giderek uzaklaşılmıyor mu sahada? Üstelik kan da girdi Suriye halklarının arasına?

Şimdi savaşın da bir matematik hesabı vardır. Tarih boyunca hiçbir savaş ila nihaye sürdürülmez. Birkaç sefer bu uyarıyı yaptım. Bir kere daha yapmak mecburiyetinde hissediyorum kendimi. Suriye’de, önce Esad rejimi, kendi halkına ateş açarak bir iç savaşı başlattı. İki sene öncesine kadar yani 2013 yazının sonuna kadar bir iç savaş vardı. Artık vekalet savaşları var. Vekalet savaşlarının başlamasıyla birlikte, DAEŞ gibi her kapıyı açan bir maymuncuk var çünkü, herkes “ama IŞİD” diyerek Suriye’ye girdi ve bu paylaşımdan payını artıracak, elini kuvvetlendirecek bir çatışmaya dahil oldu. Ama Vekalet Savaşları dönemi de bitti.

Nasıl bitti?

Şöyle ki, bundan sonra savaşın sürdürülmesi büyük güçlerin fiilen karşı karşıya gelmesi demektir. Çünkü dünyanın bütün orduları burada. Rusya, Avrupa, Amerika ve İran burada. Suudi Arabistan uçaklarını getirdi. Çin’in Akdeniz’de gemileri var. Dünyanın bütün ordularının sahne almayı beklediği bir Suriye tahtası var. Bu son derece riskli bir durum. Bu, çok açık söylüyorum, belki kontrol edilemeyecek bir savaşın fitilini dahi ateşleyebilir. Suriye barışının en önemli çıkış noktasının da burası olduğunu düşünüyorum.

 

BÖLGENİN VE DÜNYANIN İSTİKRARI İÇİN

Nasıl?

Çok büyük bir risk çıktı ortaya; Rusya, Ukrayna krizinde ileri adım atarak Avrupa ve Amerika’ya dedi ki“Kuzey sınırımı buraya getirdim.” Rus uçağının düşürülmesiyle başlayan süreçte de aslında Rusya Türkiye’ye karşı bir tavır içine girmedi. NATO ve Batı’ya dedi ki “Güney sınırım da artık Suriye Türkiye sınırıdır.”

Dolayısıyla bu süreçte Rusya kendi menfaatlerini olağanüstü geliştirme imkanı buldu. Sahada gücünü artırmaya başladı. Batı kendi içindeki kararsızlıklar ve sürekli tavır değiştirmesinin sonucu olarak daha edilgen bir konuma geldi.

Ama sonuçta hepsi uzaktaki ülkeler. Bizim Suriye ile 911 km sınırımız var. Bu nedenle Suriye’de bir an evvel adil bir barışın gerçekleşmesinden ve bölünmemiş bir Suriye’den yanayız. Şu anda Suriye, köy köy, kasaba kasaba, yüzlerce parçaya bölündü. Dolayısıyla Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması, bütün toplumsal unsurların kendi kimliklerini açıkça ifade edebilmesi ve haklarını ve taleplerini siyasal süreçlerle temsil gücüne dönüştürebilmesi hakkaniyetli tek çıkış yoludur. Şehirlerini yakıp yıkmış bir diktatörün iş başında olduğu ya da farklı inanan, düşünenlerin boğazını kesen, insanlara hayatlarını zehir eden IŞİD ve El-Nusra gibi terör örgütlerinin de içinde olduğu bir Suriye değil. Bunların yer almadığı, sokaktaki vatandaşın özgürce temsil edildiği, demokratik ama bütünleşik bir Suriye…

Eğer bunu başarabilirsek, Suriye’deki sorunun bu şekilde çözülmesi bir küresel krizi önleyeceği gibi örneğin Irak’a da istikrar getirecektir. Suriye’deki bu toplumsal doku farklılıklarına ve akıtılan bunca kana rağmen yeni bir Suriye inşa etmeyi başarırsak, bunun önünü açacak bir performans gösterebilirsek, bu Irak’ın da stabilizasyonu demektir. Irak’ın da istikrara kavuşması demektir. Bu şekilde yeniden var olan bir Suriye’nin ve gerçekleşen barışın yaratacağı etki sayesinde Yemen, Lübnan hatta daha ileriye, ta Fas’tan Pakistan’a kadar tüm coğrafya yeniden istikrara kavuşacaktır. Bu Arap Baharı’nın demokratik ruhunun tekrar dirilmesi demektir. Dolayısıyla Suriye barışı çok hayati bir noktadır. Ama birilerinin de bunu istemediğini biliyoruz. Ama sonuçta savaşın matematiği Suriye’de bir barışın kurulmasının zorunlu olduğunu işaret ediyor.

Barış bir anlamda, bütün silahları ve diplomatik güçleriyle Suriye’de bulunan küresel-bölgesel güçlerin Suriye’yi paylaşım anlaşmasıyla olabilecek ama, öyle değil mi? Cenevre-3 devam toplantısı bugün. Uluslararası toplum çizdiğiniz çerçeveye ne kadar hazır?

Bunu anlamakta zorlanacaklarını, anlamalarının vakit alacağını düşünüyorum. Ama tekrar söylüyorum, savaşın limitleri bitmiştir.

TÜRKİYE KÜRTLERDEN DEĞİL TERÖRDEN RAHATSIZ

Türkiye Cenevre’deki toplantıya PYD’nin katılmamasını, katılacaksa da Esed’in yanında oturmasını savundu ve bunu başardı. Devam toplantısı için Türkiye’nin temel görüşü ne?

Bizim tavrımız çok net, biz Kuzey Suriye’deki Kürt kardeşlerimizin varlığından asla rahatsız değiliz, Kuzey Irak’taki Kürt kardeşlerimizin varlığından asla rahatsız olmadığımız gibi. İtiraz ettiğimiz nokta, niye burada Kürtler var değil, tam tersine, niye bir örgüt, PYD insanları yerinden yurdundan ediyor. Mesela Tel Abyad,  niçin Arap nüfusu, Türkmen nüfusu oradan uzaklaştırmaya çalışıyor. Ya da neden, Türkmen Dağı’ndaki Türkmenlerin, Kürt olmayan unsurların uzaklaştırılması konusunda rejim ve Rusya ile işbirliği yapıyor. Bizim itiraz ettiğimiz şey budur. Biz istiyoruz ki bu bölgede yaşayan insanların hepsi yaşadıkları yerlerde kıyamete kadar yaşasın. Dolayısıyla biz Kürt kardeşlerimizin varlığına değil oranın diğer etnik unsurlardan arındırılmasına karşı olduğumuzu ifade ediyoruz.

Barışın da bir rasyonalitesi var. Beş yıldır süren savaşta, bir tarafta Esad güçleri, arkasında İran, Rusya onların aralarına son dönemde giren ve destek alan PYD, burada bir blok var. Bunun karşısında da Suriye’deki ılımlı muhalefetin ortaya koymuş olduğu yapı var, belki dağınık, çok örgütlü değil ama halkın büyük çoğunluğunu temsil eden bir yapı var. Ayrıca rejime karşı savaşıyormuş gibi görünen IŞİD gibi bir takım silahlı terör grupları var. Bunlar aslında rejime karşı savaşmaktan çok  muhalif gruplarla savaşıyor. Hatta zaman zaman PYD ve rejim güçlerinin sahada ittifak yaptıklarını biliyoruz. Bunlar sır da değil, aleni, herkesin bildiği bilgiler.

Dolayısıyla savaşın pratikleri barış masasının konumunu da belirler. Yani bir tarafta rejim güçleri oturacaksa diğer tarafa da rejime karşı güçlerin oturması lazım. Rejim güçleriyle şu ya da bu şekilde ittifak edenlerin, rejime muhalif olanların tarafında oturmaya hakkı yok. Bu müzakerenin doğasına aykırı bir şey, bu nedenle PYD oturacaksa gitsin Esad’ın yanına otursun diyoruz.

ARKASINDAKİ DESTEKLER ÇEKİLSE DAEŞ İKİ GÜN AYAKTA DURAMAZ

Masada yok ama sahada bir DAEŞ-IŞİD gerçeği var. DAEŞ’in devletleşme ihtimaline karşı Türkiye’nin bir bakışı var mı?

Bizim barış iradesinin arkasında olmamız lazım. DAEŞ hangi tarihsel gerçeklik üzerine oturuyor? Nasıl bir örgüt, ne iş yapıyor, yaptığı hangi iş Müslümanların lehine olmuş? Yaptığı her şey bölge halklarının Müslümanların aleyhine, DAEŞ’in arkasındaki destekler çekilse iki gün duramaz ayakta.

Sosyolojik bir tabanı yok mu?

Kast ettiğim bu değil tabii ki, DAEŞ’in ortaya çıkması -biz bunu söylediğimizde kızıyorlardı- ama Pentagon istihbarat başkanı da söyledi artık. Eğer önce Rusya’nın arkasından Amerika’nın Afganistan’ı işgali olmasaydı, El Kaide diye bir örgüt ortaya çıkmazdı. Suriye’deki siyasi istikrarsızlık, rejimin baskısı, oradaki geniş kitlelerin siyasi süreçlerden dışlanması ve Irak’taki siyasi istikrarsızlık olmasaydı, DAEŞ diye bir örgüt ortaya çıkmayacaktı. DAEŞ, El Kaide, Boko Haram vs. bunların hiç biri sebep değil sonuçtur. Özellikle Suriye’de bu terörü ortaya çıkaracak zemin hazırlandı. Milyonlarca insanın temsil edilmediği, hiçbir şekilde nefes alamadığı bir ortam ortaya çıktı. DAEŞ’te bu ortam içerisinde ortaya çıkan terör gruplarından birisi. Ama soruyu aslında şöyle sormak lazım: Ortamı hazırlayanlar kim, bu adamlara silah verenler kim, onları bu örgütsel kapasiteye kavuşturanlar kim? Şimdi bunları görmeden “efendim niye bu terör örgütü var” demenin anlamı yok. Çok net söylüyorum. Birileri vekalet savaşlarında terör örgütlerinden medet ummasaydı bugün Ortadoğu bu terör örgütlerinin cehennemine dönmezdi.