19 Nisan 2024 Cuma / 11 Sevval 1445

Sosyolog Dr. Çağlar: Üstünlük taslayanlar hem cahil hem lümpen

Çağlar: Kültürel iktidarı ellerinde tutmaları lümpen olmadıkları anlamına gelmiyor. Güya hepsi solcu, eşitlik ve adaletten yana ama eylem de ortada. Ne Kemalistler ne sosyalist. Batıcılık anla-yışları da pek alaturka.

FADİME ÖZKAN9 Ekim 2017 Pazartesi 07:00 - Güncelleme:
Sosyolog Dr. Çağlar: Üstünlük taslayanlar hem cahil hem lümpen

Daha önce de nefret suçu işleyip bir klanın üyesi oldukları için anlayış beklediler. Türkiye’deki kültürel hegemon sınıfın kendilerinden olmayana tahammülsüzlüğünü en son Adana Film Festivali’nde gördük. Sunucu Meltem Cumbul ödüllü yönetmen Semih Kaplanoğlu’na sahnede üstünlük tasladı. Üstüne, ideolojik kılıflarla taraftar toplamaya çalıştı. Keza, senarist Emrah Serbes. Alkollü araç kullanıp üç kişinin ölümüne sebep olan, yalan söyleyen ve suçu başkasının üzerine atan Serbes kaleminin ve klanının arkasına saklanarak alkış bekledi. Kim bu insanlar, nereden güç alıyorlar? Siyasi iktidarı değiştiren toplumsal çevreler kültürel iktidar alanında neden geride kaldı? Medeniyet Ün. öğretim üyesi Dr. İsmail Çağlar ile konuştuk.

Kültürel hegemonya tam olarak ne demektir? Kavramsal olarak tanımlar mısınız?

Kültür sanat alanından bahsediyoruz. En temelinde estetik bir şeyi tanımlıyoruz. Güzele, estetiğe dair daha nitelikli olan hakkında bir norm koyuyoruz ortaya. İktidar buradan başlıyor aslında. En büyük güç tanımlamaktır. Bir şeyi makbul, nitelikli, güzel olarak tanımlıyorsun. Karşısında da başka bir şeyi daha az nitelikli, belki de kötü, niteliksiz olarak tanımlıyorsun. Meseleye hakkında bir liberal bakış açısı var, kültürel iktidar fikriyle sorunlu; kültürel iktidar diye bir şey olmadığını, opsiyonunun olduğunu söylüyor bize. Yani hiç bir grubun herhangi bir iktidar-hegemonya kurmadığı bir dünyadan bahsediyor. Açıkçası ben onlardan değilim.

İYİYİ KİM TANIMLAYACAK?

Daha çoğulcu, iktidar adacıklarının birbirini dengelediği var sayılan bir dünya...

Evet, temel belirleyen çoğulcu. Buranın hegemonik bir alan haline gelmediği, bütün aktörlerin eşit oranda söz sahibi olduğu çoğulcu bir kültürel alan var olabilir diyor. Bence olmaz. Çıkış noktası ideolojik, siyasi. Siz güzeli, doğruyu, estetik olanı tanımlıyorsunuz. Dolayısıyla Mecliste şu kadar milletvekilinin, sizin fikrinize sahip şu kadar bürokratın, şu kadar iş adamının olmasından daha önemli, daha kuvvetli bir şey... Bundan büyük güç mü var. Doğruyu tanımlıyorsun! O zaman sorun ne, bu alan tamamen güç ilişkilerine mi terkedilecek?

TEKÇİ Mİ, ÇOĞULCU MU?

Sorun bu değil mi zaten?

Madem burası güçle alakalı bir alan, burada bir iktidar olacak ama farklı iktidarlar da olacak, bunlar arasında bir denge oluştuğunda, bir tekel oluşmadığında sorun ortadan kalkar. Güçlünün olmadığı, herkesin eşit olduğu bir durum değil fakat bir tekel oluşturmadığı diğer iktidar gruplarının da kendini ifade etmesine boşluk bırakan bir kültürel iktidar benim zihnimdeki yapı. Türkiye’de ki sorunun kaynağı da aslında buradan çıkıyor. Yoksa tabii ki bir kültürel iktidar olacak. Hayatın her alanında iktidar varsa, gazetede, okulda, düşünce kuruluşunda, sokakta varsa burada da olacak. Mesele ne kadar tekçi olduğu, diğerlerine ne kadar alan bıraktığı ve oranının hesabının ne kadar olduğu.

Türkiye’deki pratik açısından toplumsal iktidar ile siyasi iktidarın bu alana yansıması nasıl?

Bizdeki tabloya baktığınızda bu alanda bir tahakküm, bir tekel var ve üstelik o tekeli elinde bulunduran grupların toplumsal ve siyasi karşılığı yok. Bir orantısızlık var.

AK PARTİ KÜLTÜREL ALANI ETKİLEYEMEDİ Mİ?

Burada duralım. Aslında yakın bir döneme, 2000’lerin başına kadar siyasi, ekonomik, medyatik, kültürel alandaki o buyurgan yapı tekti, tekelci hegemonik bir yapısı vardı. ‘90’lar sonrasında ise çevreden merkeze doğru harekete geçen toplumsal kesimlerin enerjisi merkezde yer tutmaya başladı. Siyasi anlamda bunun bir görüntüsü var; AK Parti. Sermaye alanında var, medyada var, akademide var. Kültürel alanda yok mu?

Kültürel alana yansımadı diyemeyiz. Ama Türkiye’de kültürel alanda sermeya yapısının, hükümetteki partinin, Mecliste çoğunluğu olan partinin değişmesi gibi kolay ve daha kısa sürede oluşan bir değişiklik bekliyorsak eğer, evet yansımadı. Ama bu yansımayı biraz açarsak şöyle yansıdığını da gösterebiliriz. Hatırlar mısınız, iktidar olmak-muktedir olmak meselesi çok tartışılırdı bir ara. 90’ların sonunda Refah Partisi için “iktidar oldu ama muktedir olmadı” denildi. AK Parti hareketinin de önündeki en büyük meydan okuma buydu. Ama dikkat edin, AK Parti ilk seçildiğinde de siyasi kuvvete, Meclis çoğunluğuna tek başına sahipti ama 16 Nisan’daki anayasa değişikliği için 15 yıl bekledi. Daha önce yapamadı çünkü muktedir değildi. Bugün muktedir bir Ak Parti var. Ama bakın Meclisteki sayısal çoğunluğu elde etmesinden muktedir olmasına kadar geçen arada 15 yıl var.

Siyasi alanda da iktidar değişimi o kadar kolay sağlanmıyor, kaldı ki kültürel alanda o kadar kolay sağlansın. Daha fazla birikim isteyen, uzun soluklu bir alandan bahsediyoruz ve tabii ki sofistikasyon, rafineleşme isteyen bir alan. Siz elinizdeki insan kaynağını oraya yönlendirseniz bile bu iş olmaz çünkü bu iş öyle yapay reçetelerle filan olacak bir şey değil. Birazcık tabii seyrinde gerçekleşecek bir şey.

DEVLET ELİYLE PALAZLANDILAR

Türkiye’de durum nasıl?

Siyasetten bir kavramla karşılık vereceğim. Türkiye’nin kültür sanat alanında bindirilmiş kıtalardan oluşan bir kültürel iktidar var. Türkiye’nin modernleşme hikâyesi Tanzimattan beri böyle. Hep deriz; Cumhuriyet, devlet eliyle bir Batıcı aydın sınıfı üretti. Burjuvazi de devlet eliyle üretildi. Büyük sermeya gruplarının nasıl meydana çıktığı ortada. Kültür sanat alanında boy österen aktör, sanatçı, yazar, çizer, edebiyatçılardan oluşan elitin de devlet eliyle yetiştirildiği keza. Bu kişilerin hiçbirisi kendi yapıp ettiklerinin evrensel değerinden dolayı orada değil. Bunlar, halka rağmen bir pozitif ayrımcılığa muhatap olmuş, desteklenmiş. Tekellerinde tuttukları kültürel iktidara böyle sahip olmuş bir sınıftan bahsediyoruz.

DEVLET KARŞITLIKLARI SUNİ

Ama bu sınıfın en güçlü iddialarından biri, bir nevi devletten ayrışmış olmak, hatta kafa tutar olmak, muhalif olmak, iktidar eleştirisi yapma gücüne- cesaretine sahip olmak, halkın ve ezilenin yanında olmak, halka yakın olmak… Bunun bir karşılığı yok mudur?

Hiç bir kaşılığı yok, evet. Bunu şöyle test edebiliriz. Aynı zamanda batıcı bir zümreden bahsediyoruz; kendini batıcı kodlar üzerinden tanımlayanlar için bir referanstır. Kültürel iktidar sopasını kafamızda sallayan adamlara ve kadınlara bakalım, hangisinin batının tanımladığı standartlar içerisinde Türkiye dışında bir karşılığı var? Tekil isimler olabilir ama bir Türk sanat camiasından bahsedebiliyor muyuz? Edebiyat, müzik, tiyatro camiasından bahsedebiliyor muyuz? Tekil yönetmenlerimiz, aktörler var uluslararası alana açılmış ama bir sinema ekolü yok, bir bütünlük yok. Elimizde bir şey yok, bir devamlılık yok. Dolayısıyla şunu bir kabul etmek lazım; siz buranın şartlarında, bu ekosistemle bir şekilde suni tenefüsle yetiştirilmiş insanlarsınız.

Bu insanların devlet karşıtlığı da sunidir. İktidar karşıtı, protest olduğunu söyleyenler; Siz devlete nerede karşı çıkıyorsunuz? Devletin resmi bir pozisyonu, bir resmi ideolojisi, hayati bileşenleri var ve siz bu hayati bileşenlerin içinde yer alıyorsunuz. Bırakın muhalefet etmeyi, hayati bileşenleri oluşturan zümre sizsiniz. Bir kaç meselede devlete karşı çıkmış olmak bir tür tatmin sağlar. Bir tür şıklık arayışı… Anarşistliği özendirdiğimiz için değil ama Türkiye’nin kodları belli, bugün bile devletin devam eden resmi ideolojisinin kodları belli, siz hangisini rahatsız etmişsiniz? Kemalizmin umdeleri olarak da alabilirsin, daha derinlemesine de okuyabilirsin? Batıcılık dışında bir alternatif zihninize geldi mi? Bu anlamda tam da o resmi ideoloji kendini tehditte hissettiği zaman bildirilmiş kıtalardınız. Yaptığımız tanımlama buraya da uyuyor. Resmi ideolojinin kendini tehditte hissettiği en önemli kırılma anlarından birisi 28 Şubat. Tamam, hadi 28 Şubat’ta siz-biz, muhafazakârlık/İslamcılık-sekülerlik meselesi var. Daha da açalım; Türkiye tarihinde müesses nizamın her açıdan sarsıldığı 90’lar boyunca neredeydiniz? Gazi Mahallesindeki olaylar, ölüm oruçları yaşanırken neredeydiniz? DHKPC’lilere özgürlük istemeniz lazımdı diye söylemiyorum ama kırılma noktaları bunlar. 80 darbesi yapılana kadar zemin hazırla, darbeyi çağır, iktidarı ele geçiren o çılgın (olumsuz anlamda kullanıyorum bunu) sizin kafanızdakinden farklı bir çılgınlık yapınca darbe karşıtı ol, kendine devlet karşıtı, iktidar karşıtı bir anlatı yaz. Ama yani Türkiye’nin tarihi zaten bu. Takındığınız tutum sağlıklı değil, Türkiye’nin tarihi de 80’den ibaret değil.

OSMANLI RAFİNELİĞİ SÜRDÜ

Çoğulculaşmanın kültürel alanda başladığı dönemi kronolojik olarak nasıl anlatabiliriz? 50’ler mi? 80 sonrası 90’lar mı? Müesses nizamın belli noktalarına siyaseten dokunuldukça kültürel alanda da bir genişleme olmadı mı mesela?

Kronoloji çıkarmaktan ziyade belli noktaları işaret edebiliriz belki, bu işaretler bize geleceğe dönük de birşeyler gösterebilir fikir verebilir. Ben 50’lere kadar olan süreci ayırmak istiyorum. Evet devletin tekçi baskısının gözle görülür elle tutulur olduğu dönem. Ama 50’lere kadar şöyle başka bir durum da var. Osmanlıdan toplumundan kalma bir hareketlilik ve derinlik var kültür sanat hayatında. Hasan Ali Yücel’e, hem doğudan hem batıdan Türkçeye çevirttiği eserlere bakıyorsunuz. Bu anlamda o dönem ideolojik pozisyonları ne olursa olsun Osmanlı bakiyesi aktörlerin sahip oldukları sofistikasyondan, rafinelikten dolayı devamlılık var orada. Ama 50’lerden sonra evet devletin baskısı hafiflerken, bu defa devlet eliyle yapılan baskı kendini kültür alanında bir başka iktidara dönüştürüyor. O iktidar devletle, devletin halka rağmen olan, halkı dışlayan yüzüyle aynı yöne bakan bir iktidardır. Ve aradaki tek tük denemelerin dışında hiçbir kırılma yok orada. 90’larda bir hareketlenmeden bahsedebiliriz. Özal’ın oluşturduğu birikimin sonuçlarını 90’larda görmeye başlıyoruz. 90’lar Türkiye tarihinin en kritik dönemlerinden birisidir. Türkiye’nin süregelen iktidar bloklarının dışardan müdahaleye çok da gerek kalmadan kendi doğal seyrinde en çok çatırdadığı dönemdir 90’lar. 28 Şubat evet bir yandan bir güç gösterisidir, bir yandan da aslında bir güçsüzlüğün göstergesidir. 90’lar sonra devletin insanlara rağmen olan yüzü ayakta kalacaksa 90’lardaki büyük badirelerden sonra 28 Şubat gibi bir kaba güç lazımdı. 90’larda hem toplumdaki o birikim hem devletin kaba gücündeki bocalamadan, boşluktan dolayı orada bir hareketlilik görüyoruz. Peşinden AK Parti süreci başlıyor.

AK PARTİ

AK Parti ile birlikte ne yaşanıyor bu alanda?

AK Parti’nin tek başına kültürel alana yaptığı bir müdahale yok, hatta Sayın Cumhurbaşkanı bu alanda eksiğimiz var sık sık dile getiriyor. Ama AK Parti’nin etkisi şu oluyor. O gücün tahkim edilmesini engelliyor. Türkiye’de kültürel iktidarı toplumun geneline rağmen elinde bulunduran azınlık 2000’lerden beri bu alanı tahkim edemedi, tam tersine zayıfladı.

NE KEMALİSTLER, NE SOSYALİST, NE LİBERAL

Ama Meltem Cumbul gibi bir isim Semih Kaplanoğlu gibi yüksek sanat yapan ve çok sayıda uluslararası ödül de almış olan bir sinemacıya “biz eşit değiliz” derken hala o yapay hiyerarşiye yaslanıyor. Ya da Emrah Serbes sahte ama korunaklı bir hegemonik ağ içinde olmanın konforuyla işlediği cinayeti –ki alkollü araç kullanıp üç kişinin ölümüne sebep olmak cinayettir, kaza değil- şık bir “vicdan zımbırtısına” dönüştürebiliyor. Acayip şiddet, hoyratlık, magandalık ve sahtekarlık… Gezi’de de görünür olmuştu. Kimdir bu insanlar? Bu hegemonik sınıfı nasıl tanımlayabiliriz? 

Aslında tanımlamada zorlanıyoruz. Şöyle bir şey var çünkü. Meltem Cumbul üzerinden konuşacağız, söylediklerim şahsi ve hakaret amaçlı olmayacak. Karşımızda lümpen bir kitle var. Kültürel alanda iktidarı elinde tutuyor olmaları lümpen olmadıkları anlamına gelmiyor. Tam da bu lümpenlik nedeniyle tanımlamak zorlaşıyor. Kemalist desen değil, solcu desen değil. İddiaya bakarsan hepsi solcu, eşitlikten, adaletten yana şu bu ama eylem ortada. Kemalist bir sürü şeyden ayrışır ama içinde yaşadığı toplumun ve devletin mahvolmasını istemez. Kemalistler muhafazakar insanlardır. Ee başka? Sosyalist değilsin, sosyal demokrat değilsin, batıcı olduğunu söylüyorsun ama batıcılığın çok alaturka bir batıcılık, Edirne’nin batısında hiçbir karşılığın yok. Köle efendi ilişkisi geliştirmişsin batıcılık diye. Liberal değilsin. Muhtemelen liberaliği de vulgar şekilde özgürlükçülük falan olarak algılıyorlar. Dolayısıyla bu kadar herşey olup hiçbir şey olmamaya zaten lümpenlik müsaade ediyor.

CAHİL LÜMPEN SINIFI

Lümpenlik vasfını nasıl tanımlayabiliriz?

Kemalist ve sosyalist iki şahıstan bahsedebiliriz, iki ideolojiden, iki pratikten, yan yana gelmeyecek şeylerdir. Ama bu insanlar isimlerinin önünde ikisini birden kullanabiliyorlar! Çok net bir sey var, sen ya Kemalizmi bilmiyorsun ya sosyalizmi.  Ya da ikisini birden bilmiyorsun. Üçüncüsü, bu ikisini birden bilmeyen bir kitle var karşımızda inanın.

ALTERNATİF OLMADIĞI İÇİN VARLAR

Kültürel iktidarı ellerinde hala nasıl tutabiliyorlar peki?

Sebebi alternatifsizlik. Karşılarında bir alternatif yok.

Neden yok?

Bir, yapısal şartlar olarak alternatif gelişmedi. İkincisi müdahale edebileceğimiz yapısal olmayan, daha görünürdeki sebeplerden, bizim tercihlerimizden dolayı değişmedi.

Açarsak, yapısal şartlardan neyi kast ediyorsunuz?

Siz toplumun ana omurgası olarak bir iktidar mücadelesi veriyorsunuz. Ama daha düne kadar ekonomik teşebbüslerinizin önü devlet tarafından kesiliyordu, yeşil sermaye oluyordunuz, gazeteniz basılıyordu, gazetenizin yönetici ve yazarları içeriye alınıyordu. Şimdi Cumhuriyet gazetesinin davası konuşuluyor ama bu işlerin bir de evveliyatı var. Türkiye bunları yaşadı. Bu hengâmede hayatta kalma mücadelesi veriyorsunuz, burnunuzu suyun üzerinde tutmaya, nefes alabilmeye çalışıyorsunuz. Hayatta kalma mücadelesi verirken en son en lüks alanlardan birisidir kültürel iktidar mücadelesi.

Yapısal olmayan sebepler neydi?

İyi güzel ve ahlaki olanı tanımlamaktan bahsediyoruz. En büyük güç bu dedik, kültürel iktidar bu gücün bir yansıması. Şimdi soru şu; Türkiye’de kültürel alanda temsil edilmediğini söylediğimiz toplumun ana omurgası neye dayanarak iyiyi, güzeli ve ahlaki olanı tanımlayacak? Seküler bir şeye dayanamazsın. Çünkü oranın insanı değilsin. Geleneksel dini bir şeye dayanmak istiyorsun ama bağlantı kopmuş. Hadi dayanalım demekle olacak bir şey değil. Geleneksel sanatlar, İslami sanatlar diye bir şeyler ortaya çıkıyor. Kitap kenarları süslerine bugün geleneksel sanat muamelesi yapıyoruz. Geleneksel sanatların hepsi için söylemiyorum ama böyle bir garabet var. Neden? Geçmişte bağlantı kurmak istiyorsun ama gitmiş. Sen geçmişte onu oluşturan sen değilsin. O geçmişte kalmış, sen bugündesin. Bunun referansını nereden alacaksın? Bunun sıkıntısı var.

Peki, nasıl aşılacak?

Olmayacak geçti gitti, bu defter kapandı gitti diye bir şey yok, sen bir şeyler inşa etmek zorundasın. Toplumun ana omurgası iyi, güzeli, estetik olanı tanımlamaya başlanmadan önce neye göre tanımlayacak, onu inşa etmesi gerekiyor. Bunu neye göre inşa edeceğiz, takılıp kalmış durumdayız. Sorunlar orada. Neye göre inşa edeceğini bulduğunda bu tanımlamayı yapabilirsin.

5 YILLIK KALKINMA PLANIYLA OLMAZ

Şimdi biraz somutlaştıralım. Geleneksel İslami sanatı tekrar ve taklit etmenin ne devamlılık ne yeni özgün bir sanatsal üretim olmadığından bahsediyoruz. Ya da Osmanlı mimarisinden kopmak istiyorsun ama bu defa camiyi çağrıştırmayan, kübik yapılar inşa ediyorsun. Üstelik toplumla negatif bir düşünce oluyor, destek de görmüyorsun. Geçiş noktaları mı sağlıksız? Ama öte yandan Semih Kaplanoğlu sineması var. Buğday filmi Kehf Suresini, İbn-i Arabi’nin eserlerinden de faydalanarak sinema diline aktarıyor. Bunu anlatmaya cesaret eden, bunu filme düştürebilen ve ödül alan bir yönetmenden bahsediyoruz. Demek ki bu geçişi yapabilen isimler de var. Keza popüler kültür alanda yapanlar da var. Ama hala o hegamonik yapıyı kıramıyor ama iddialı güçlü varlıklarıyla o yapay yapıyı Cumbul vakasındaki gibi huysuzlandırıyor öyle mi?

Evet, onun görünür olması, iddialı ve güçlü olması onları huysuzlandırıyor. Bin bir türlü tepki gösterilebilirdi, Meltem Cumbul’un yaptığı en çocukça olandı. Bir adım ötesi, saçını falan çekecekti galiba. Tepkinin büyüklüğü, rahatsızlığı, kontrolsüzlüğüyle alakalı bir görünürlük var. Ama bu yeterli değil. Turşu gibi bir şey de değil. Kurduğunuzda olacak değil. Bunun bir yol haritası var. Düzgün adımları attığınızda sizi neticeye ulaştıracak. Osmanlı devleti ayağa kaldırmanın bir metodu olarak batılılaşmak istedi. Ne yaptı? Göndereyim batılı mekteplere öğrencileri, fennini ilmini alsınlar ama ahlakını almasınlar dedi. Ne ilmini alabildiler ne ahlakından korunabildiler. Bunu engelleyemezsin. 5 yıllık kalkınma planı gibi bir şeyle olmaz yani.

ÇABA VAR, SONUÇ NİYE YOK?

Öte yandan bir çaba da vardı, var: 90’larda Refah Partisi iktidar olur olmaz İsmek’leri kurdu. Meslek edindirme kursları dışında resim, müzik gibi k,m, sanat dallarına ilişkin hobi düzeyinde bir eğitim hizmeti yerele yayıldı. Bazı çok sıradışı örnekler dışında buradan yüksek sanat çıkmaz elbette ama bir sanat eseriyle karşılaşıldığında yüksek düzeyde zevk alma gözü, beğenisi gelişebilir. Belediyecilikte bu kaygıyı çabayı gördük. Yine 90’larda beyin fırtınaları yapılırdı. Ve önemsenirdi. Üstelik toplumun ana omurgası ekonomik olarak daha rahat. Eğitim seviyesi yükseldi. İnsanlar çocuklarını daha iyi okullarda okutuyor, yeteneklerine göre özel kurslara gönderiyor. Yüksek sanata yaklaşma imkanı arttı. Ama henüz ulaşılamadık demek ki Cumhurbaşkanı bile başaramadık diyor, öyle mi?  

Meselenin en çarpıcı, en can yakıcı noktası burası. Bir, birikim eksikliği, iki, senin benim onun teker teker hepimizin tercihlerinden önceliklerinden yapıp ettiklerinden kaynaklanan bir boyutu var. Muhafazakar kesime kapıların açılması, imkanlarının çoğalmasından bahsediyoruz. Bu imkanlar her alanda çoğaldı. Ama önceliklerimizi ‘ne’den yana kullandık. Bunun sorumluluğunu hiç kimseye atmaya niyetim yok. Kendimle bu yüzleşmeyi yaparım.  Ama işte en çok yoksunluğunu hissettiğimiz ihtiyaçlar belirledi öncelikleri. O da meselenin yapısal boyutu. Bunların hepsinin üzerine gelen başka bir mesele daha var.

ÖZGÜVEN SORUNU YAŞANDI

Nedir?

Ciddi özgüven meselesi var, siyasetteki, akademideki, iş dünyasındaki yansımaları var. Akademiden örnek verebilirim. Muhafazakar diyebileceğimiz akademisyenler kendi kimliklerini, kendi düşüncelerini görünür kılmakta -dayatma değil, enjekte etmek değil ama bunu topluma, amfideki öğrenciye, meslektaşına aktarmaktan, onunla müzakere etmekten bile o kadar kaçınıyor ki. Öyle alışmış çünkü. Belli bir yaşın üstü, olduğu yere saklanarak gizlenerek gelmiş. Kişiliğinin bu yönünü geri planda bırakarak gelmiş. Fikrini söylemiyor, Oysa söyleyebilmeli. Cumbul, Kaplanoğlu’na bunu yapsa da, yapmasa da kötü bir sunucu, yaptığı işin sanatsal tarafı yok, popüler bir oyuncu. Sunuculuk hayatta yapamayacak birisi. Tamam, ben de çok hoş seda bir beyefendi değilim ama o da hiç hoş seda bir hanımefendi değil. Sesinin tonuyla ilgili spesifik olarak sorunu olan birisi. Sokaktan çevireceğimiz o sorunu yaşamayan herhangi bir insan daha iyi bilir bu işi. İşte bunu söyleyebilecek özgüven yok. Çünkü karşında Meltem Cumbul diye bir karakter var.

DERİNLİK DEĞİL DERİN DEKOLTE

 “Sonuçta Cumbul o klanın bir üyesi ve siz bunu söylediğinizde saldırıya, aşağılanmaya maruz kalırsınız” bundan mı korkuluyor?

Ve bu senin daha önce hiçbir şekilde varlık göstermediğin bir alan bu. Tamam, Cumbul’u oradan indirdik, yerine kimi koyacağız. O rahatsız olduğumuz klanın dışından kimi koyacağız oraya? Meltem Cumbul’un sesi mi var, sinema bilgisi mi var? Yanında da Ayşe Arman vardı mesela. Ödül almak için sahneye anons ettikleri kişilerin sanatlarıyla ilgili bir pozisyonları mı var? Neden buradalar? Söyleyelim dekoltesinin ve yırtmacının derinliğinden dolayı! Alternatifini aradığında bunu yapabilecek misin, ödül sahiplerini sahneye hikâyeleriyle bağlantı kurarak anons edebilecek misin? Mesele biraz da bu. Bahsettiğimiz klanın en zayıf olduğu nokta da bu. Niteliksiz işler yapıyorlar. Estetikten uzaklar. Tanımladıkları evrensel sanattan, yaptıklarını iddia ettikleri işi de yapamıyorlar. Kendi koydukları kurallar içerisinde onu da hakkıyla yapamıyorlar. Bu yönüyle korunaksızlar. Ortaya düzgün birşey koyacak bu işin ne kadar kötü olduğunu ortaya çıkaracaksınız.

SİNİZMDEN KURTULMADAN OLMAZ 

90’larda muhafazakâr çevrenin medyası yeni oluşuyordu. Belediyeler yeni Refah Partisi’ne geçmişti, Refah Partisi hükümet kurabilecek çoğunluğa erişmişti. O dönem entelektüel alanda da Türkiye’nin en canlı toplumsal kesimi İslami kesimdi…

…Neye göre ölçüyoruz bilmiyorum ama sanki ama orayla avunuyorduk. Başka bir seçenek yoktu. 90’larda İslamcı entelektüeller Foucault’u keşfetmişlerdi, postmodernist takılıyorlardı, iktidar eleştirisi yapıyorlardı. Karşı taraftan bakarak söylüyorum: Ben iktidarı elinde tutan bir grubun üyesiysem tam da rakiplerimin o işle uğraşmasını isterim. Sonuçta seninkine hayır öyle değil diye net bir itirazım yok. Neyle uğraşıyorduk? Biraz sinik, biraz melankoliksin bir şekilde, devlet de zaten üstüne üstüne geliyor. Bunlar çok konforlu. Muhafazakarların nasıl ezileceğinin örneği gösterildi. Nasıl iktidar olacağının örneğini de gösterin. Ezmeden. Bugün muhafazakar camia içerisinden gelen bir iktidar eleştirisi var ya. Spesifik olarak AK Parti üzerinden, daha soyut anlamda iktidar fikri üzerinden. Aliya’dan, Hz. Ebuzer’den türlü türlü örnekler veriyorlar. Burada bile klişe var. Üçüncü bir isim say dediğinde yok. Müslümandan nasıl muhalif olur anlatıyorsun ama müslümandan nasıl muktedir olur, hadi bir de bunu konuşalım. Olmayacak olamaz da zaten diyeceksiniz. O zaman Hz. Muhammed’in hayatını örneklemen lazım. Ona da yanaşmıyorlar. O zaman buyurun bunu konuşalım. Bizim 90’lardaki hareketlilik zannettiğimiz şeye dair kuşkularım var. Geriye dönüp bakınca 90’lar ve 2000’ler arasında net bir kırılma göremiyorum. Hele de bu kırılmayı iktidar eleştirisi üzerinden kuracaksak, bak muhalefetteydi muhafazakârlar, o zaman kafaları basıyordu, üretiyorlardı, düşünüyorlardı ama iktidar olunca vazgeçtiler, artık yapamıyorlar mutlak güç yozlaştırır falan toplarına gireceksek zaten bu dışarıdan bize biçilmiş bir kaftan. Onun için o kaftanın içine hiç girmeye gerek yok diye düşünüyorum.

FAKİR AMA ONURLU YERİNE ZENGİN AMA ONURLU

O dönem yazıp çizen, görünür olan muhafazakar-İslami kesimden isimlerde 2000’ler ve 2010’lar itibariyle “biz böylemi olacaktık” gibi bir hoşnutsuzluk da var?

Tam anlamıyla bir nostalji. Geçmişe duyulan özlem. O melankoliye, ezikliğe, sinikliğe, o puslu havaya duyulan özlem. “Ah benim o eski küçük ama mutlu hayatım, damı akan ama içerisinde çok mutlu olduğum ev”. Bunun alternatifi damı akmayan, büyük ama mutsuz olduğum ev değil ki. Niçin hem mutlu olacağımız hem de geniş bir ev hayali yok? Biz hem iktidar hem de nitelikli olamaz mıyız? Ne olması gerektiğine dair hiçbir fikri katkıda bulunmayan dönüp “bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı” edebiyatından öteye gitmeyen… Buraya nasıl geldik dediğimizde, cevap “zenginleştik ve ahlakımız bozuldu” gibi determinist bir şey. Böyle kökten bir şeyi ben kabul etmiyorum. Sızlanmanın ötesinde ortaya bir şey koymak noktasında samimi bir çaba varsa o zaman bunun yolunu bulalım. Bana zengin fakat gururlu, zengin fakat namuslu, zengin fakat şerefli olacağım alternatifi bana göstermen lazım. Zengin olmak derdinde değilim de ikisi yan yana gelmeyecek şeyler değil. Gururlu, namuslu, şerefli olmanın tek yolu fakir olmak değil. Noldu, bu kadar çiğ tepkilerin verilmesinin sebebi ne?

GEZİ MİZAHI PÖRSÜK KLİŞELERDEN İBARET

Sızlanma hali tek tepki hali değil aslında. Nitelikli katkılar da veriliyor?

Seta’da toplum ve medya alanında bir sürü nitelikli çalışma yapıyoruz, bakın “Türkiye’de mizah dergileri, kültürel hegemonya ve muhalefet” raporu da onlardan birisi. Karşı mahalleden en çok tepki aldığımız raporumuz bu. Çünkü bam teline dokunuyor. Sizin mizah diye ortaya koyduğunuz şey pespaye, lümpen bir şey. Raporlama bunu ortaya koyuyor. Siz yaratıcı diyorsunuz ama yaratıcı değil, klişeleri tekrarlıyorsunuz. Öyle klişeler ki yüzyıl önce Abdulhamid’e aynı klişe ile saldırılmış, şimdi Tayyip Erdoğan’a da aynı klişeyle saldırıyorsunuz. Sizin muhaliflik diye ortaya koyduğunuz şey aslında boğazına kadar gücün ve iktidarın boyunuduruğuna girmiş olmanız ve yüzyıldır aynı yerdesiniz, farkında değilsiniz diyor rapor. Bunun için epey tepki çekti rapor. Tepkiler aynen Meltem Cumbul’un verdiği türden tepkilerdi. Şunu net görüyorsunuz; kendi yalan gerçeği ile yüzleşiyor, Semih Kaplanoğlu gibi bir yönetmen de bu anlamda bir yüzleşmeyi sağlıyor -ki o filmle böyle çirkin ve çiğ bir tepki tepki aldı.

Hakaretin nefretin mizah kisvesine bürünmesi deyince Gezi geliyor akla?

Hakaret dedik ama daha net koyalım adını bence sövgü. Hakaret başka, küfür başka, sövgü başka şeydir. Bu anlamda en şiddetlisi en pespayesi ile karşı karşıyayız ve bunun hiç bir yaratıcılığı yok. Sövgü de aslında bir edebi öz içerir. Bir tarzdır, bunu çok etkin kullananlarda vardır, ama burada hiç yok, yaratıcılığı yok. Türkiye’deki sövgünün de en basmakalıp, en pespaye, en cinsiyetçi hali. Zaten cinsiyet üzerindendir sövgünün en ucuz hali. Örnek için bile tekrarlamak istemem. Bunu mizah diye yüceltiyorsun. Bir an herşeyi bir tarafa bırakalım. İlk üç gün müydü, çiçek çocuklar mıydı, tüm kredilerimizi Gezicilere verelim; Siz gerçekten rahatsızlıklarınızı dile getirdiniz, barışçıl, herkesin bir arada yaşamasını isteyen, fikirlerin özgürce ifade edildiği o ideal Türkiye’yi mi istiyorsunuz öyle mi? Ortaya koyduğunuz örnek bu mu peki, mizah bu mu? Kente davranış? Kent adına bir şey yapıyorsunuz ya… Peki, dükkanları yağmalamak, kaldırım taşları sökmek, otobüs duraklarını dağıtmak nedir? Elimizden alındı diye söylendiğiniz iktidarı anlık da olsa arızi olarak ele geçirdiğinizde yaptığınız şey meydanda işte.

ÜÇ KİŞİNİN KATİLİNİ GİZLEDİLER

Emrah Serbes Gezi kitlesinin sözcüsüydü, oradan bir kariyer de yaptı. Ama malum, alkollü araç kullandı, bir anne, bir baba ve kızının ölümüne sebep oldu, suçu bakasına attı saklandı. Yakalanacağını anlayınca da ölenleri figüranlaştırarak kendisinin fedakarlığını (!) yüceltmeye kalktı. Bu sahtekarlık da mı o kitleyi uyandırmayacak?

Bugün bu kitlenin kendini ifade ettiği mecralara bakın, gazetesine, sosyal medyasına, ekşi sözlüğüne bakın… İnsanın aklını dumura uğratacak, “aman Allah’ım ben nerede kimlerle yaşıyorum” dedirtecek şekilde meseleyi sağından solundan bükerek kazaya karışan kişi bir “Gezici” olduğu için suçu hafifletme çabası içindeler. Biz de trafiğe çıkıyoruz, hatasız değiliz, biz de ölümlü bir kazaya karışabiliriz. Ama alkol alıp araç kullanmak öyle herkesin başına gelmez, adilleştirilecek bir suç da değil. Doğruysa 170 km süratle gitmek herhangi birinin başına gelecek şey değil. Hadi meseleyi cinayet haline getiren kusurları bir kenara bırakalım, bu olay bir cinayet olmayabilir, bir kaza olabilirdi, netice aynı olabilirdi. Emrah Serbes bu seneryoyu yazmış olmayabilirdi. Üç kişinin hayatı pahasına mı mahallelerinden diye Emrah Serbes’i temize çıkartmaya çalıştılar. Bunu yapan kişilerle ilgili çok temel fundamental şeyler söyleyebilirsin, muhattab olarak karşına alıp konuşmazsın. Şunu da ayırmak lazım; toplumsal bir kesimin tamamından bahsetmiyoruz, klan klik oluşturan kişilerin hali bu.

CESARETLE KAFA YORMAK LAZIM

Son olarak bundan sonrasını konuşalım. Kültürel alanı belirleyen unsurlarda; akademide, medyada, yayıncılıkta, düşünce kuruluşlarında, kültür sanatta bir çoğulculaşma görülüyor. Yapısal ve zihinsel sıkıntılar var dediniz, nasıl aşılacak? Yaşadığımız çağın kültürel dönüşümüne nasıl hazırlanabiliriz?

Öncelikle, olmak zorunda. Ben kendimi toplumun o kesimine yakın hissetiğim için değil, doğalı bu böyle olduğu için olmak zorunda. Yaşadığımız durum zaten bir arıza. Bugün Türkiye’de Batıcı, seküler, sol bir kültürel iktidardan bahsediyoesak bu zaten bir arıza demektir, devam edemez. Bir alternatifin ortaya çıkması sebebi ile yıkılabilir. Bugün bir alternatifin ortaya çıkması sebebi ile yıkılmazsa yarın devam edemeyeceği, kendi sınırlarına ulaşmış olacağı için yıkılır. Ki zaten şu anda da yok. Bu anlamda bir iktidar var ama Edirne’den dışarı çıktığında işe yaramıyor. Yıkılmadan kasdettiğim şey doğal sınırlarına dönecek ve doğal sınırlarına dönmesi de ahlaki olarak doğru olandır. Temsiliyette adalet olacaksa bu klanın doğal sınırlarına çekilmesi lazım. Akışına bırakıldığında bunu hızlandırıp hızlandırmamakta bizim tercihlerimiz etkili olacaktır ama bu tercihler beş yıllık kalkınma yapar gibi olmaz. Bizim kuşağımız, bir sonraki kuşak bu meslelere nasıl kafa yoracak? Daha özgüvenli hareket edebilecek mi? Ötekiyi (sosyolojik anlamda) eleştirdiği kadar kendini de eleştirebilecek mi? Gelenek dediğimiz şey ile aramızda çok büyük bir mesele var. Bizim bir gelenek inşa etmemiz gerektiğini kabullenecek miyiz? Karşımızda konuşlanan seküler sol batıcı alternatifin çok niteliksiz olduğunu söyleme cesareti gösterebilecek miyiz? Bu alandaki normalleşmenin bugün mü, yarın mı olacağını belirleyecek şey bizim bu tercihlerimiz olacak.