Bugün Diyarbakır’a Paris’ten üç kadın gelecek. Yazık ki ölü olarak...
Cenazeleri memleketlerine gönderilecek, Dersim’in, Mersin’in, Maraş’ın toprağına konulacak susturucu takılmış bir silahtan çıkan kurşunlarla deşilmiş bedenleri.
Ağız dolusu sloganlar atılacak, yumruklar sıkılacak ama, ölüme bitişik olsa da her zaman hayatları, hiç beklemedikleri bir anda gelen ölümün yarattığı o son duyguyu, beyhudeliği, o derin hayalkırıklığını muhtemelen kimseler bilmeyecek.
Bugün yarın belki binlerce insan ağlayacak arkalarından. Ama ilelebet annelerinin bağrı yanacak en çok, ve babalarının, kardeşlerinin, arkadaşlarının...
Basına yansıyan fotoğraflarına bakıyorum. Hayatlarının herhangi bir döneminde hiç şöyle rahatça gülümseyerek, azcık şımararak bakmamışlar sanki objektife, aşık olmamışlar, sevgili eli tutmamışlar. Kendilerini hiç güvende hissetmemişler, tam olarak kendileri olamamışlar... Örgütün biçtiği üniforma ve kimlik, örgütün verdiği silah ve görev, örgütün koyduğu hedef, örgütün kurduğu hayaller... Bütün hayatları ve duyguları gasp edilmiş, ölmeye ve öldürmeye güdülenmiş, nihayetinde kaybedilmiş üç kadın...
Oysa, mesela ben, Sakine Cansız’ı güneşli bir bahar gününde, kızıl saçları rüzgarda uçuşan küçük bir kız çocuğunu salıncakta sallarken görebiliyorum. Mutlu olduğunu, ölüme değil hayata yakın olduğunu, hayat verdiğini...
Eve, aileye, hayata
Bunun neden olmadığı ve şimdiye dek ne olduğu eskimiş bir konudur, geçiniz.
Bugün artık, yaşanmamış hayatların bu şekilde sonlanmasını istemeyen herkes, dağda karda kışta mağaralarda, aç ve açıkta, ölümle burun buruna olan, geri dönmek isteyip de dönemeyenlerin tez vakitte silah bırakıp evlerine dönmesine katkı sağlamak zorunda.
Aynı dilek ve zorunluluk, o zor şartlarda silah altında, görev başında olan asker ve polis için de geçerli. Onları da kaybediyoruz çünkü ve canımız çok yanıyor.
Şimdi hayata en yakın olunan noktadayız. Aradan geçen otuz yılın, kaybedilen kırk binden fazla genç insanın, onca acının travmanın ardından biliyoruz ki, bu işin kazananı yok, en azından bizden yok, “biz”den, yani, evlatlarını kaybeden Kürtlerden ve Türklerden yok.
Gerisi zaten kirli bir hikaye...
Zorun değil sözün gücü
Malum, bu toplumun üzerinden postal temalı ne buldozerler geçti. Hepimiz incitildik, birbirimize düşürüldük.
Daha yeni yeni toparlanıyoruz, kendi acılarımızdan yoksunluklarımızdan kafalarımızı kaldırıp birbirimize bakıyoruz. Herkes acılı, yaslı, haksızlığa uğramış.
Fakat işte bize ne olduğunu anlamak, acıları paylaşmak ve sorunları düzeltmek biraz zaman alıyor, hem resmi ezberlerle hem nifak merkezleriyle mücadele etmek gerekiyor çünkü.
Haliyle hiç kolay olmuyor ama bir şekilde de oluyor.
Bakın, Kürtlerin bir asırdır muzdarip olduğu meseleler bir bir halloluyor mesela. Kürt olmanın, Kürtçe konuşmanın yasak olduğu ayıplı zamanlardan sonra devlet, şimdi Kürtçe de konuşuyor. Yeni bir hukuk ve sulh için uğraşıyor.
Ama en önemlisi, toplumun büyük bir kesimi, kaybettiği onca cana ve bizi birbirimize düşürmeye, ille de ayırmaya çalışanlara rağmen ısrarla barış istiyor, çözüm için atılan her adımda hükümete “devam et arkandayım” diyor.
Ve şu da önemli; Türkiye’de bunca değişim, PKK silah bıraktığı için olmadı. Silah her zaman ve tamamen lüzumsuzdu, hele de bundan böyle, asla.
Zorun değil sözün gücüne inanmak lazım. Bu toplumun ferasetine, adalet duygusuna güvenmek, yaşamak isteyenleri yaşatmak zorundayız. Hiç kimse böyle bir hayalkırıklığı içinde ölmemeli, rahmetli Ahmet Kaya’nın bir şarkısında dediği gibi; ölmek ne garip şey anne, yaşamak isterken delice, dememeli.