18 Nisan 2024 Perşembe / 10 Sevval 1445

Bir nesil sırlanırken...

Mehmet Şevket Eygi, Emin Işık ve onların yokluğuna alışamadan Prof.  Dr. Ahmet Haluk Dursun’un vefatı  boynumuzu biraz daha büktü. Peki bundan sonra irfandan, medeniyetten söz edecek, kim olduğumuzu hatırlatıp bizi silkeleyecek kaç kişi kaldı etrafımızda? 

GÜLCAN TEZCAN / KÜLTÜR MANTARI24 Ağustos 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Bir nesil sırlanırken...

Kültür ve medeniyetimizle bağ kurmamız için nefes tüketen kıymetlerimiz birer birer asıl aleme göç ediyor. Mehmet Şevket Eygi, Emin Işık ve onların yokluğuna alışamadan Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun’un vefatı  boynumuzu biraz daha büktü. Bu toprakların mayasına, geçmişinden bugüne ve geleceğe taşınması gereken değerlere dair düşünen, söz söyleyen, yazan, fiili olarak emek veren isimlerdi her biri. Onların yetiştiği iklim çoktan kayboldu. Ariflerin meclisleri yerini başka ‘ortam’lara bıraktı ve onların gidişiyle kafamızı ellerimizin arasına alıp daha çok eyvahlanıyoruz. Çünkü artık böyle dertli insanlar yetişmiyor. 

Mehmet Şevket Eygi, Osmanlı terbiyesi almış, son İstanbul efendilerinden biriydi. Şehirli dindar kimliği taşıyan en naif örneklerdendi. Bir müslümanın nasıl zarif, edepli, kültürlü, incelikli bir hayat yaşaması gerektiğine dair ikazlarda, hatırlatmalarda bulunurdu. İslamı anlama ve hakkıyla yaşama konusundaki eksiklerimizi net bir biçimde ortaya koyup hastalığı teşhis ederken reçete de sunardı. Kaçımız kulak verdi, baş üstüne deyip hayatına tatbik etti; hâlimiz ortada! 

Emin Işık, İstanbul’daki dini geleneği dünden bugüne nakleden kuşaktandı. Ne hazin tevafuk ki Haluk Dursun da vefatından bir süre önce Emin Işık hoca için ‘Osmanlı dönemi ulemasına yetişmiş bir ara kişi... Biz tanıdığımız için kaybına üzülüyoruz, siz de tanıyamadık diye üzülün’ şeklinde bir paylaşımda bulunmuştu. İslam’ı doğru anlama ve yaşama noktasında nesillere yön verenlerdendi. 

Prof. Haluk Dursun da Eygi ve Işık hocalar gibi ‘kültür adamı’ tanımının tam karşılığı olan bir değerimizdi. Sadece İstanbul kültürüne ilişkin hizmetleri bile nasıl bir gayret ve aşkla bu şehre bağlı olduğunun en net göstergesi. İstanbul’da Yaşama Sanatı adlı kitabı bile pek çok anlamda başlı başına bir rehberdi çoğumuz için. Gençlere ülkesini, toprağını, dağını, taşını, suyunu, ağacını sevmeyi öğretenlerden biriydi. Resmi görevlerini bihakkın yerine getirirken ‘hocalık’ vasfını da her daim devam ettirdi. Görev için gittiği bir şehirde vazife yolunda can teslim etti. 

Peki bundan sonra irfandan, medeniyetten söz edecek, kim olduğumuzu hatırlatıp bizi silkeyecek kaç kişi kaldı etrafımızda? Çok değerli hocalarımız, rehberlerimiz var hiç şüphesiz. Biz onların farkında mıyız? Diz kırıp bir gönül ehlinin terbiyesine talip olabiliyor muyuz? Şehri yaşanmaz kılan şeyin bizim hırsımız, betona düşkünlüğümüz, ‘modern’ hayat adı altında doymak bilmeyen iştihamız olduğunu görmezden gelip giderek kültürsüz, kavgacı, gürültücü, saygısız, sevgisiz bir topluma dönüşüyoruz. 

Artık kimsenin meselesi değil İstanbul’un mevsimleri, nerede hangi çiçeğin gönül eğlediği, anıt ağaçların hikayesi, tarihi yarımadanın efsaneleri. İstanbullu kimdir, yemek kültürü nasıldır, mimari ve estetik ölçüleri nelerdir? İstanbullunun konuşma ve selamlaşma adabındaki incelikleri bilen var mı? 

İki kitap açıp okuyanlar biraz bilse de Mehmet Şevket Eygi gibi Haluk Dursun gibi yaşayan örnekler usulca çekilip gidiyor aramızdan. 

Korkunç bir nobranlık, görgüsüzlük ve nezaketsizlik hâkim olmaya başladı giderek bu şehre. Megakent olmanın, bu kadar farklı kültürü, göçmeni barındırmanın kaçınılmaz etkileri deyip geçemeyiz buna. İstanbul asırlar boyunca medeniyetlerin birikimi ve çokkültürlülüğün ürünü olan Osmanlı kimliği içinde nezaket damıtmıştı. Şimdi niye ‘İstanbullu olmak’ tan bu kadar uzağız? Bu nesille birlikte şehrin kimliği de yok olup gidecekse vah hâlimize...