10 Mayıs 2024 Cuma / 3 Zilkade 1445

Hiçlik Baskısı ve sosyal medya görünürlüğü

Sosyal medyada herkes “hiç değilim” diye bağırıyor. ‘Like’ peşinde koşanlar bütün özel alanları ortaya sermekten, sadece bedenlerini değil varlıklarının uzantısı olarak gördükleri çocuklarını bile bu ‘varoluş gösterisi’ nin malzemesi yapmaktan kaçınmıyor.

BETÜL ŞATIR23 Şubat 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Hiçlik Baskısı ve sosyal medya görünürlüğü

Her şeyi sahneleme başarısı olarak ekranlar önünde yaşayanların sayısı her geçen gün artıyor. İnsanlar bu akışkan ve tekinsiz mecrada daha çok beğeni almak sebepsiz yere rekabet ettiği insanlara fark atmak için sadece bedenleri ile var olmakla yetinmiyorlar. Bedenlerinin uzantısı olarak gördükleri çocukları üzerinden de gösteriş yapma, kendini ispatlama çabası içerisindeler. Ultrason resimleri ile başlayan paylaşımlarla bebeklerini de zaman tünelinin insafına terk ediyorlar. İnsanoğlunun ifşa etmeye duyduğu tamahı ve becerisi ve bunların çeşitliliği arttıkça hayret kabiliyetimiz de körelmeye başlıyor. 

Nurettin Topçu’nun “makine girdiği her yeri harap eder” tespitini hatırlamadan edemiyor insan. Evet, kamerası ve internet erişimi olan bir cihaza sahipsek artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmasını bekleyemeyiz. Araç artık araç olmaktan çıkmış, insan ve eşya arasındaki hiyerarşi, aynı zamanda varoluşsal tanım çoktan tahrif edilmiştir. 

İMAJ KAYGISI HER ŞEYİN ÜSTÜNDE 

Benim için son yıllarda; görünmek ve görmek kodları ile kurgulanan Instagram ayrıntılı ve rastlantısal görünen kültürel çalkantıların mantık ve işleyişine dair ipuçları bulabileceğim bir kütüphane, gözlem yapabileceğim bir laboratuvar oldu. Instagram bir yandan hikâye seçeneği, bir yandan zaman akışı derken hepimizin başını döndürüyor “Günümüzün uyuşturucuları internet üzerinden sosyalleşme çabalarıdır” diyen Zimmerman’ı haklı çıkartırcasına. Etkileşimlere bakılırsa bizler yemek yememiz, kitap okumamız, ailemizle ilgilenmemiz gereken zamanlarda yorum yapıp kalp butonlarını kırmızıya boyamakla meşgulüz. Elektronik ortamlardan dijital ekranlardan usulca içeri süzülen sahte dostlara dünyamızı sonuna kadar açmaya başladık. Rakamların dünyasında galip gelen fenomenler kamusal alan ile mahrem alanın gündelik yaşam ile özel zamanların iç içe geçtiği zamanların failleri olurken yeni mesleklerin türemesine, nev-zuhur zevkler edinilmesine de vesile oldular. Bilhassa aşinalığın zırhını kuşanmış aydınlıkta saklanan gönüllü instagram görünürleri imaj kaygısını bütün değerlerin üzerinde tutan duruş ve tavırlarıyla tek düze dünyalarımızı domine etmeye başladılar. 

SANAL DÜNYADA MUTLULUK POZLARI 

Stafen Zweig Satranç kitabında diyor ya “yeryüzünde hiç bir şey insana hiçlik kadar baskı yapamaz”. Sosyal medyada herkes “hiç değilim” diye bağırıyor. 

Cinsiyetinin belli olması, doğmadan önce dostlarla delirmecesi, doğduğunda dünya aleme ilan etmesi, diş çıktığında diş partisi, altıncı ayında kınası derken her fırsatta dünyaya gelen çocuk kutlamalar ve ritüeller sağanağı altında kalıyor. Yediğini, içtiğini, nasıl göründüğünü sergileme iptilasına kapılan ebeveynler, dünyaya getirdikleri evlatlarını da dikizleme oyununa büyük bir istekle dâhil ediyor. 

Çocuklar gösterişi, riyayı, sahip olduklarının herkese ilan edilecek bir hâl olduğunu öğrenerek yaşama katılıyorlar. 

Hayatta mutluluğu yakalayamamış; sanal dünyada mutluluk pozlarıyla bunu örtbas etmeye çalışan fenomenler batıdan kopyaladıkları merasimlerle bütün toplumu etkilemeye başladı. Hakikatin, zarafetin karşısında ezici bir güç ile bayağılığın, zevksizliğin de bulaşıcı bir şey olduğunu gördük böylece. “Görün beni”, “bakın bana”. Hatta “özenip iç geçirin bana” diye çığlıklar atan insanlarla doldu sosyal medya. 

Fotoğraf tarihsel süreçte sıradan insana; kendi aksini başka profillerden görme imkânı bahşetmiştir, ses kaydı da sesini duyma ayrıcalığını. Sosyal medya ise bütün bunların üstünde insanlara ünlülere ve en üst sınıflara has ne varsa deneyimleme hürriyetini veriyor. Gülünç durumlara düşmek pahasına da olsa bu güce herkes inanıyor. Hayata hiçbir artı değer katmamış bayağılık ve teşhircilik sınırlarını aşındırdığı için takipçi çokluğuna kavuşmuş kızların kraliçeler gibi mağazaların kapılarında selfi çekme yarışı ve telaşı ile karşılanmalarını ne ile açıklayabiliriz ki başka türlü. Kendisine ait olmayan bir güce sahip olduğuna iman etmek… 

Rakamların dünyasında çoklukla övünen insanoğlunun karşısında az ve hakikatli olmanın değerli yalnızlığı ile avunanlar hayretler içinde olup bitenleri anlamlandırmaya çalışıyorlar. Yaşam denilen alanı; riyadan imajdan, gösterişten ibaret sayan bir anlayış bütün toplumu inhisarına aldı ne yazık ki. 

Geçtiğimiz günlerde soğuk ve sert günler yaşayan ülkemizde bir haber yanıp söndü. Dünya Sağlık  Örgütü’nün bildirdiğine göre Suriye’nin kuzeyinde 29 bebek soğuktan donarak ölmüştü. Mülteci kamplarında yardımların azalmasıyla beraber minik bedenler soğuğa direnemeyerek hayatlarını kaybetmişti. Tam o günlere denk gelen zamanlarda ekranlarımızda bebek mevlitleri, ‘altıncı ayımıza bastık’ kınaları baby shower bildirimleri vardı. Kamplarda çocuklar soğuktan donarken bizim gürbüz ve kıymetli bebeklerimiz polyester saten kıyafetler içerisinde lüks otellerin merasim alanlarında isilik olmakla meşgullerdi. Gerçek dertler ve türetilmiş dertler dilemması bu olmalıydı. Mevlitte hangi şık kıyafetimi giyeceğim ya da bebeğimi sığındığım bu çadırda ne şekilde ısıtacağım. Gerçek dertlerin türetilmiş dertler karşısında sesi kısık kalıyordu yine. 

NEDEN BUNCA ÇİĞLİK?

Uzmanların “modern ve akışkan” dedikleri zamanımızda şahsiyetli ve tutarlı davranışların sahibi olmak neden bu kadar zorlaştı? Güzel ve diğerkâm davranışlar neden irtifa kaybediyor? Fıtratımızda kişilik sahibi olmak, güven vermek yüklü iken bizleri yanlışa sevk eden nedir? Bunca çiğlik sadece imaja; görünüşümüze ve sahip olduğumuz ayrıcalıklara dikkat kesilmemizden kaynaklanıyor olabilir mi? 

Davranışlarımızda düşünme şeklimizin yüzeysel veya derin olduğu karşımızdakiler tarafından hemen fark edilir. Milyonlarca rakamın yarıklarından süzdürerek bu hakikati ruhlarımızda yankılayacak imkânı nasıl bulacağız peki? 

Ne ki bütün bu çelişkiler, acılı hadiseler yaşanırken konfor düşkünü alışveriş delisi, yemek gezmek tozmak güzel vakit geçirmek ihtirası bir yara gibi içimizde kanıyor. Ne yazık ki bu yaranın üzerine doğru olmaktan, hakikat olanda sabit kalmaktan başka sürülecek ecza yok. 

Bauman’ın Akışkan Modernite kitabında geçen cümle ne kadar da manidar. “Zenginlerin seçenekleri arttıkça fakirlerin mutsuzlukları artar.” Şimdi-mutluluk-zamanı diye bağıran çağımızda insanın mutluluk arayışı ne acıdır ki kendini baltalamanın göstergesi olabiliyor. Her türlü kimliğin geçiciliğini, kırılganlığını ve narinliğini unutan insan sanal mecraları bayındır gösteren yalanlara inanırken eninde sonunda duyarsızlığa, mutmain olmamaya, tutarsızlığa verilen cezanın ne kadar ağır olduğunu anlayacak. 

Ne yoldan olursa olsun şaşa içinde yaşamanın ve zenginleşmenin derdine düşenlere kötü haber var. Eldeki bütün ampirik veriler, varlıklı toplumların nüfuslarında, mutlu bir yaşamın temel aracı olduğuna inanılan zenginlik artışı ile mutluluk artışı arasında hiçbir bağlantı olmadığını ortaya koyuyor!  

FİTNE SEL GİBİ AKIYOR

Egolarını parlatıp sosyal medya vitrinine koyduğumuz, pahalı bir aksesuar muamelesi yaptığımız çocuklarımıza da yazık olduğunu belirtiyor uzmanlar. Sadece tüketmekle mutlu olan çocuklar için dünya gücenik bir macera olmaya mahkûm. John Boyne; masumiyetin de yozlaşabildiğini unutulmaz bir örüntüyle anlattığı Zirvenin Dibindeki Çocuk, kitabında kendini zirvede iken en dipte bulan; güç hırsı ve hatalı eğilimlerle darmadağın olan hayat hikâyesini anlatmakla ne güzel etmiştir. 

İnsanlık varoluşunun bütün yönleri ile zorunlu ve saplantılı bir şekilde modernleşme isteği ile yanıp tutuşurken “akışkan” zamanların karakteristiği olarak geleneksel olanın yararlılığını kaybedip kaybetmediği her fırsatta tartışılmaya devam edecek şüphesiz. Ama kadim öğretilerin, büyük anlatıların; kâmil olmanın ve insan kalmanın önemine yaptıkları vurguları yerle bir eden bir savruluş yaşadığımız kesin. Modernlik bizi çepeçevre kuşattığından bu yana değerler kaybına uğruyoruz. Soljenistin’in dediği gibi “Modernlik büyük bir aç gözlülüktür” 

Eğer hayat ‘Esfel’ ve ‘Ahsen’ arasında bir yön çizebilmekse kablolu ya da kablosuz ağlarla örülü sağı solu belli olmayan sürekli tuhaflaşan dünyamızda bu iptiladan sadece bilişim sektörünü sorumlu tutmak haksızlık ve çokça da aptallık olacaktır. Mahremiyetin ve görgüsüzlüğün nerede başlayıp nerede biteceğinin muvazesini kaybetmiş yetişkinler olarak hepimiz kabahatliyiz. Evet, durum güncellemelerinde fitne bir sel gibi akıyor fakat sosyal ağlar aslında fitneyi üretmiyor; hali hazırda içlerimizde var olan fitneyi başarılı bir şekilde açığa çıkarıyor.