18 Nisan 2024 Perşembe / 10 Sevval 1445

Hocanın feyzi ömrün bereketi

Ömrünü ve nefesini kültür ve medeniyet serüvenimizin kopuk halkalarının derdine düşüp, kaybedildikleri yerden çıkarmaya adamış bir ehl-i dil Uğur Derman... 

ZEYNEP TÜRKOĞLU16 Mart 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Hocanın feyzi ömrün bereketi

Mahir İz, Necmeddin Okyay, Süheyl Ünver rahle-i tedrisinden geçtiği isimlerden sadece bir kaçı... Şimdi bu isimlerin gönlünde ve ruhunda bıraktığı derin izleri “Ömrümün Bereketi” diyerek kitaplaştırıyor. Ki yeni nesiller de görmedikleri, işitmedikleri bu zenginliklerden mahrum kalmasın. 

Eczacı… 

Hat ve ebru sanatçısı… 

Yazar… Uğur Derman. 

Gelenekli sanatın, gelecekli de olması için, 1960’lardan beri yazıyor. 500’ü aşkın makale… Mektuplaşmalar… Hatıralar… 

2011 yılında okuruna sunduğu Ömrümün Bereketi’nin birinci cildini, “Yazdıklarımın ilk okuyanı; zevcem Çiçek Derman’a”, şu sıralar kavuştuğumuz ikinci cildi ise “Hayatımı yönlendiren Mahir İz Hocama ithaf ediyorum” diyor. Kültür ve medeniyet serüvenimizin kopuk halkalarının derdine düşüp, kaybedildikleri yerden çıkarmaya çalışan isimlerle buluşmuş yolu. Mahir İz, Necmeddin Okyay, Süheyl Ünver gibi isimlerle… O da, ömrünü, adanmışların izinde bereketlenmeye bırakmış… 

Sordum, dinledim. Hem doymadım hem taştım. Şifa gibi, deva gibi sohbette, zaman yetmeyecek korkusuyla atladıklarım olduğunu fark ettim. Bu yüzden artık neredeyse veda etmek üzereyken aklıma geldi, yazmaya nasıl ve ne vesileyle başladığını sormak. Bu sorunun cevabı bizi yaklaşık 60 yıl önceye taşıdı… 

 “1961 yılında çok sevdiğimiz bir Hattat Macit Ayral Bey vardı. O vefat etti. Süheyl Hoca da çok severdi. Karşılaştığımızda, ‘Kardeşim, Macit için, bir yazı yazsana’ dedi. Bir şey demedim, çünkü öyle bir tecrübem yok. Ama emir büyük yerden; Hocadan… Yazdım. Ertesi gündü galiba, üniversitede götürüp masasına bıraktım. Ertesi günü yine gidiyorum üniversiteye, baktım, karşıdan geliyor Süheyl Hoca. ‘Kardeşim’ dedi, ‘Macit’i öyle bir yazmışsın ki, benim için de yazar mı acaba diye ölesim geldi’. İşte bu mübalağalı söz, benim yazmama sebep oldu, arkası geldi.” 

Bugünün iddiacı ve görünürlüğe çok meraklı dünyasının fertleri olarak onu ve dünyasını anlamak kolay değil. İlgilendiği alanlara, ele alışındaki ciddiyete, tevazu ve samimiyetine hem hayran, hem de bu inceliklere yetememenin mahcubiyeti içinde kalıyor insan. Feyiz ve bereketle yüklü emaneti bugün yaşayıp, yarına taşıyan, yeni emin eller biz miyiz? Olabilir miyiz? Biraz üzüntüyle sordum. Bulamadığım cevabı O versin istedim. Şükür, tevekkül ve güler yüzle teskîn etti; 

“Ele geçmezse eğer sevdiğimiz, çare ne; eldekini sevmeliyiz“ 

Kendi dünyası ve o dünyanın kelimeleri içinden söze “El-fakir-ül-hakîr Mustafa Uğur Derman” diye başlıyor. 

“15 sene yürüttüğüm eczacılığı 40 yıl evvel bıraktım. Ailemde üçüncü eczacı olduğum halde pek hazzetmedim. Sonunda birbirimizi bıraktık. Hattatlık derseniz, 1955’den itibaren Necmettin Okyay’ın talebesi oldum. O’nun hat dışında da çok hünerleri vardı. Onlardan da istifade etmeye çalıştım. Fakat gözümdeki arıza dolayısıyla erken yaşlarımda ben hatla fiilen uğraşmayı bıraktım. Ama o sıralarda düşündüm ki, hatta dâir bizde neşriyat yok, veya az. Kendimi ona adadım tam tabiriyle. Ve aşağı yukarı 1961’den beri hat sanatı ve diğer gelenekli sanatlar üzerine makale, kitap ve konferans neşriyatım oldu.” 

Uğur Derman hocaları Mahir İz, Necmeddin Okyay ve Süheyl Ünver ile birlikte

“Eski kültürümüzden uzak büyüdüm…”  

Bildiği halde insan nedense her seferinde bir daha, bir daha şaşırabiliyor bazı şeylere. Belki hep aynı “Bu kadarı da olmaz, olmamalıydı!” isyanı ve şaşkınlığı ile. İşte tam da hava içinde bilindik hikâyemize gözlerimi büyük büyük açarak karşılık veriyorum. O şaşkınlığa cevaben, “E, pek tabii…” diye giriyor söze Uğur Derman ve içine doğduğu iklimin, dini ve kültürel kırılmalarının tesirini anlatıyor… 

“1935 doğumluyum ben. Lise çağlarında -ki Haydarpaşa Lisesi’nde okudum.- serbest seminer saatleri ihdas olundu. O mektebin sözü dinlenir hocalarından birkaçı seminerler yapmaya başladı. Bundan maksat aynı zamanda talebeyi fakültatif hayata alıştırmaktı. İyi ki de yapılmış. Haydarpaşa Lisesi’nde alaka çeken iki hoca vardı. Biri Mahir İz, diğeri Nihal Atsız. Her ikisinin de seminerlerine devam ederdim, fakat bana Mahir İz daha cazip geldi. Çünkü kendisi Dîvan edebiyatı mütehassısı olduğu kadar, Arap ve Fars edebiyatını da bilirdi. 951 yılında (1951), bir lisede, Arapça-Farsça beyit okumak akla gelmeyecek bir şeydi. O zamanlar sadece İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde ve (Ankara) Dil Tarih Coğrafya’da şarkiyat bölümlerinde yirmi talebe alınır, bunun dışında bu iki dil hiçbir surette, gündelik hayatta veya daha başka şekilde yer bulamazdı. Biz bu durumun tuhaflığının yeterince farkında değildik. Etrafta böyle bir şey öğretilmediğine göre, her yerde böyle sanırdık. Benim istisnai bir şekilde lisede tesadüf ettiğim bu oldu. Mahir Bey, Hâfız’dan, Sâdi’den, Arapça, Farsça beyit okur, tercüme ederdi. Çok hoşuma giderdi. Hiçbir zaman resmi hocam olmadı Mahir Bey benim. Ama başka sınıftan onun şiir okuyan sesini duyar, ders boşsa hemen onun dersine kaçardım. Liseyi bitirince de teması bırakmadık. Bana ‘Sen meraklısın ama bunun anahtarını elde etmezsen hiçbir şey olmazsın’ dedi. Elifi görsem mertek sanırdım. Ama benim neslimde de olacağını zannetmiyorum. Bu şekilde 1953 yılında ‘kadim huruf’u öğrenerek başladım. Üç ay sonra bitti. Hocam ‘Git bir Hüseyin Rahmi romanı al, senin İstanbul Türkçeni bu harflerde en güzel ilerleteceğin o olur.’ dedi. Bir yıl sonra hataları olmakla beraber mektup yazacak duruma gelmiştim. Okuyarak öğrenirsen unutursun, yazarak öğreneceksin diyordu Hocam. Ben hayatım boyunca bunun çok faydasını gördüm. İmlayı düzgün öğrendim. Annem rahmetli de eski nesildendi. Sıkıştığım anda ‘Anne! Şu nasıl yazılır?’ diye ona sorardım. Bazen dolar, ‘Yetti bugün artık bu kadar!’ derdi. En çok alakamı İstanbul’da rastladığım kitabeler çekmeye başladı. Çeşme, cami, medrese, mektep, her şeyin üstünde, onun ne olduğunu anlatan, yüzde doksanı da manzum olmak üzere, devrin en usta hattatlarına yazdırılmış, devrin padişahının tuğrasının da bulunduğu kitabeler… Onu ben okumazsam, olur mu?” 

Hem hezârfen, hem tonton bir zât; Necmeddin Okyay

“Olmaz” diyor Uğur Derman. Bu düşüncenin pekiştiği bir dönemde, sene 1955’e geldiği sıra, Galatasaray’da, Galatasaray Eczahanesi’nin vitrininde bir levha görür. Yeni bir göz damlası yapan eczacı, Hezârfen Necmeddin Okyay’a bir beyit yazdırır. İşte Derman’ın vitrinde gördüğü yazının etrafında tezhip de bulunan levhada bu beyit vardır. 

“Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzân  

beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek.” 

Necmeddin Okyay’ı önceden biliyor.  “Beyaz sakallı, tonton bir zat. Git, elini öp. Ama ben çekingenim.” diye anlattığı önceki durumu değiştiren ise, Okyay’ın yazısıyla bu karşılaşması olur. Tanıdığı bir zattan kendisini Necmeddin Hoca’ya götürmesini rica eder. 1955 Ekim’inde vuku bulan tanışmanın ardından, önce hoca-talebe, sonra adeta baba-oğul münasebeti başlar. Okyay’ın 1976’daki vefatına kadar da böyle devam eder. Uğur Derman kitaplarını hocasından aldığı feyizle yazdığını, sesinin en yumuşak, en minnettar, en sevgili ve saygılı tonuyla anlatıyor. 

Üçüncü isim; Süheyl Ünver 

Necmeddin Okyay Hoca’dan gelen “Git, Süheyl’imle tanış.” Sözünü yine başüstüne alıp, hayatının bir başka önemli dönemecine 1957’de girer Derman. Hat ve ebruyu Okyay’dan öğrendikten sonra, sırada Süheyl Ünver’den emanet alınacaklar vardır. Bir süre sonra bir yıllığına ABD’ye giden Ünver, Derman’a “Kardeşim, ben orada nasıl bunalacağımı biliyorum. (‘Amerika Süheyl Hoca tarzında yetişmiş biri için hapishane gibi bir yer’ diye not düşüyor Derman.) Senden ricam beni orada mektupsuz bırakmamandır.” der. Bu istek karşılığını bulur. Derman’ın söyleyişiyle ‘kadim imlâmız’ ile yazılan ve 11 ay süren bu mektup trafiği, 2018 yılında Gurbetnâme adıyla kitaplaşır. Süheyl Ünver Amerika’dan dönüşünden evvel son mektubunda, bu ülkeden ayrılacağı için duyduğu iki üzüntüden birinin, Uğur Derman’dan mektup alamamak olacağını yazar. Mektubun dikkat çeken bir başka tarafı da Ünver’in öngörüsüdür; “İleride basılacak olan bu mektupların…” 

Uğur Derman, Turhan Baytop, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Semavi Eyice ile birlikte...

İKİNCİ KERE; ÖMRÜMÜN BEREKETİ… 

Medeniyet ve sanatımızın, ilim ve irfan geleneğimizin hem örnekleri hem meseleleri hem de önemli simaları var Uğur Derman’ın yazılarından derlenmiş olan Ömrümün Bereketi serisinde. İlki 2011’de, ikincisi 2019’da çıktı. Müjdeli bir haber; arkası da gelecek. Pekiyi neden bu isim? “Hakikaten bu benim ömrümün bereketi. Çünkü başka bir şey bırakıp gidecek değilim.” 

“Eski kültürümüzden uzak büyüdüm…” dese de gelenekli sanatlarımızı son büyük üstadlarından dinleyen, öğrenen, meşk eden ve bugüne nakleden Uğur Derman, bir devrin serencâmını Ömrün Bereketi’nde kayda geçiriyor. 

ÇOCUKLUĞUMUN VE GENÇLİĞİMİN HAYÂL ŞEHRİ: ÜSKÜDAR 

O yıllarda dini hayat… 

“1932’den itibaren Ezân-ı Muhammedî resmî emirle Türkçeleştirilip ‘tangır tungur’ vezninde okunmağa başlandığı cihetle, bizler 1950’ye kadar bunu duyarak büyüdük. Sonra aslına dönülmesine karar çıktı. Yine o devirlerde Kur’an-ı Kerîm okumak, dînî bilgiler öğrenmek için ehil bir hoca da bulmak imkânsızdı; çünkü yasaklanmıştı. Bu sebeple bizler küçüklüğümüzde bir dînî eğitim almak fırsatını bulamadık. Sonradan açığımızı kapamağa çalıştık.”