20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Köklerimden doğan bir hikaye

Rüzgarlar ’ın başrol oyuncusu Mediha Didem Türemen, filmde Girit göçmeni ailesinin tecrübelerinden yararlandığını söylüyor. Türemen ile diğer başrol oyuncusu Rüçhan Çalışkur ve yönetmen Selim Evci sorularımızı yanıtladı.

SERDAR AKBIYIK [email protected]22 Haziran 2013 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Köklerimden doğan bir hikaye

Bu ülkenin hikayesi bitmez. O kadar dramatik ve süregelen öyküler var ki sinemacılarımızın akıl tutulmasına uğradığını düşünüyorum. Yoksa böyle bir hazine üzerine bu kadar kısır bir sinema kurmaya imkan yok! Neyse ki son dönemlerde dişe dokunur konular bir nebze olsun cesaretle çekilmeye başlandı. Mesela bu hafta gösterime giren Rüzgarlar filminin konusu benim de şahsen çok ilgilendiğim bir hikaye. Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumların ülkenin kırılma noktalarında yaşadığı dramatik süreç beni hep etkilemiştir. Ama bunun yanında aynı hikayeleri, aynı dramları Girit’te, Kıbrıs’ta, Kuzey Yunanistan’da yaşayan Türkler de var. Nedense bunları hala anlatamadık. Ama kendi topraklarımızdaki hikayelere de tarafsız bakmak ve doğru dersler çıkarmak önemli. Rüzgarlar’ın yönetmeni Selim Evci, başrol oyuncuları Rüçhan Çalışkur ve Mediha Didem Türemen, bu anlamda çok doğru bir bakış açısına sahip film üretmişler. Filme gitmeden önce yönetmenin ve oyuncuların söylediklerini okumak için buyurun...

Türkiye’de birçok kırılma noktası var. Sinemacılar için müthiş bir değer aslında Türkiye... Bu kırılma noktalarından biri olan Gökçeada’daki Rumların durumunu neden seçtiniz?

Selim Evci: Yıllar önce adaya fotoğraf çekmek için gittiğimde etkilendim. “Nerede bu insanlar?” sorusuyla başladı her şey. Meseleyi araştırdıktan, oradaki insanlarla konuştuktan sonra böyle bir film yapmak istedim. Murat Yaykın’la birlikte senaryoyu yazdık. Birey olarak bir şey yapmanın huzuru, bir belge ve bellek oluşturmak, adanın varolan durumunu küllenmiş olsa da belgelemek önemliydi. Biraz da bu yüzden ana karakteri sesçi, fotoğrafçı yapmak kurmacayla belgeseli harmanlamak açısından işimize yaradı. 

OYUNUNCUN MUTLAKA GÖRÜŞÜ OLMALI

Siyasi içerikli filmleri fazla görmüyoruz, özellikle oyuncuların çekindiğini düşünüyorum. Sizin buna yaklaşımınız nasıl?

Rüçhan Çalışkur: Oyuncunun mutlaka bir görüşünün olmasından yanayım. Sanat filmi olarak ayrılmasını da kabul etmiyorum. Sinema bir sanat zaten. Ben bu tür siyasi ya da mesaj verecek projelerin altına imzamı attım. Bu senaryo ilk elime geldiğinde ve okuduğumda ‘İşte tam benim sinemam. Benim düşündüğüm bir şey’ dedim ve Selim’le tanıştıktan sonra onun da benim gibi düşündüğünü gördüğüm anda da tereddütsüz kabul ettim. 

Sizin ilk filminiz ve önemli bir yapımla başlıyorsunuz. Aynı zamanda sanat yönetmenliğini de yaptınız filmde. Senaryoda sizi etkileyen şey ne oldu?

Mediha Didem Türemen: Aslında tüm hikaye, bütün olarak bu mesele beni etkileyen tarafı. Çünkü ailemden de duyduğum, annemin anneannesinin de yaşadığı bir olay bu. Girit göçmeni kendisi. Ben de Kuşadası’nda doğup büyüdüm. Bu tür hikayeler benim de çevremde anlatılıyordu, Türklerin yaşadıkları tabii. Her iki taraf da yaşamış bu meseleyi, dolayısıyla bu konu en başından beri benim ilgimi çekmişti ve ben muhakkak yer almak istiyordum. Oyuncusu olmasam da sanat yönetmeni olarak muhakkak yer almak istiyordum. Önce sanat yönetmeni olacağım kesindi ve uzun bir hazırlık sürecimiz oldu, yaklaşık iki yıl kadar. Eşyalar topladım ve Selim’le birlikte birkaç kez adaya gittik, ses kaydettik bolca, dolayısıyla role hazırlanmam konusunda faydası oldu. 

Role hazırlanırken ailenizin tecrübelerinin dışında görüşmeler yaptınız mı?

M.D.T: Gökçeada’da şu an yaşayanlarla görüşmeler yaptık. Onların çocukları, tanıdıklarının çocukları, aileleri göç etmiş kişiler. Şu an yaşayan genelde yaşlı nüfus. Ailelerin göç etme sebebi okulların kapanması, dolayısıyla çocuklara bir gelecek yok. Tamamen bambaşka bir dünyaya göç etmişler aslında. Benim karakterim de bu bambaşka dünyadan, Fransa’dan ama çocukluğunun da izleri var, yıllar sonra geliyor. Selim’le birlikte bu karakter bu durumu nasıl karşılayabilir diye düşündük. 

Gökçeada’yı ben de gezdim. Mesela orada terk edilmiş evlerin boş bırakılmayarak Yunanistan’dan gelen yardımlarla ayakta tutulduğunu gördüm. 

S.E: Hikayenin beni en zorlayan tarafı buydu. Tabii ki olayları araştırıyorum, biliyorum fakat öyle bir yapı kurmak istedim ki tüm bu olayların dışında sadece insanı merkeze alıp, propaganda filmine dönüşmeden hatta yaşanmış olayların yerine onun etkilerini açığı çıkararak, taraftar yaratmak yerine daha fazla insanı kapsamayı çok önemsedim. Bu aslında beni yordu, çok da zorladı. Çünkü çok hassas bir konu benzer şeyleri yaşayan farklı halklar var, ‘Neden o anlatılmıyor, bu anlatılıyor’ gibi durumlar da var. Bütün bunları kenara bırakıp insanı merkeze çektiğiniz zaman aslında olan insana oluyor, burada halkları, ya da renkleri bir kenara bırakmak gerekiyor diye düşünüyorum.    

Sinemaya bundan sonra kamera arkasında mı devam edeceksiniz, yoksa oyunculuğu mu tercih edeceksiniz?

M.D.T: Ben sinemanın her aşamasını çok seviyorum, senaryo yazım sürecinden itibaren... İkisinden de memnunum. Bu film sürecinde çok yoruldum ama bir daha olsa bir daha yaparım. 

S.E: Didem çok yönlüdür. Gravür yapıyor, Ekim ayında bir sergi açacak. Onları pek söylemiyor, ben söyleyeyim onun yerine.