26 Nisan 2024 Cuma / 18 Sevval 1445

‘Kültürel iktidar’ illüzyonunun yaldızları dökülüyor

Gözümüzde büyüttüğümüz ‘kültürel iktidar’ sahiplerinin yaldızları birer birer dökülüyor. Ekran ünlüsü sinemacılar, tiyatrocular, müzisyenler bir süredir kısır politik çekişmelerin figüranı olmayı seçtiler. Twitter’da hepsi kanaat önderi, ülkeyi ve dünyayı kurtarmaya namzet... Ancak sanatsal değerlerine bakıldığında İsmail Çağlar’ın deyimiyle ‘Edirne’nin batısında yok hükmündeler’. 

GÜLCAN TEZCAN 15 Haziran 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
‘Kültürel iktidar’ illüzyonunun yaldızları dökülüyor

Çoktandır farkında olduğumuz bir şeydi; ‘Kültürel iktidar’ dediğimiz olguyu elinde tuttuğuna inandığımız çevrelerin nicedir ‘sanat’ adına kayda değer işler ortaya koyamadıkları. Mihenk aldıkları ‘Batı’yı taklitten öte geçemedikleri gibi dünya ölçeğinde eser veremiyor, giderek ideolojik bir kampın gönüllü neferleri haline geliyorlar.   

Türkiye’de aydın ve sanatçıların vasatlığı yeni değil. Cumhuriyet tarihine denk bir kadükleşme söz konusu. Edebiyat, tiyatro ve sinemada taklitten öte gidilemedi. Özgün ve yerli damar hor görülerek hep önü kesildi. Ülkede sanatın geri kalışına gerekçe olarak hep devletin baskı ve sansürü bahane gösterildi. Ancak baskı olmadığında da bir arpa boyu yol gidilemedi. 

Son olarak Gezi’de sözde ‘çevreci’ bir eylem görüntüsü içinde ayaklanma girişimine destek verdiklerinde yaldızları dökülmeye başladı Batı sevdalısı aydın ve sanatçıların. ‘Sanatçı muhalif olandır’ anlayışını yanlış anlayıp muhalefet partisinin sanat kolu gibi çalışan “sanatçı”lar hayran kitleleri üzerindeki etkilerini bu alana angaje ettiler. Sair zamanlarda hayvan hakları ve eş, dostun ricasıyla katıldıkları sosyal sorumluluk projeleri dışında hiçbir toplumsal sorunla ilgilenmeyen ancak politik tartışmaların tam göbeğinde konumlanmaktan çekinmeyen ‘kültür’, ‘sanat’ insanları ülkenin kültürel hayatındaki çoraklaşma konusunda ise herhangi bir söz ve söylem üretmediler. 

Fransa’da yaşayan ünlü piyanist Hüseyin Sermet’in müzik dünyası ile ilgili eleştirileri ne kadar acıklı bir durumda olduğumuzu gözler önüne serdi. Bir TV programında konuşan Sermet, “Çağdaş besteciler Türkiye’deki orkestralarda seslendirilemiyor çünkü sanatçılarımız çağdaş notasyon bilmiyor” dedi. Klasik Batı müziğinde Türk ekolünün hiçbir zaman oluşmadığını savunan Sermet, “Bugün sokakta mikrofonu uzatıp klasik bestecileri sorsak Mozart, Beethoven derler. Ama hiçbirinin aklına Dede Efendi ya da Itri gelmez. Şu an piyasada beste olarak dolaşan eserler, beste değil aranjman” şeklinde konuştu. 

GEZİ OLAYLARI KATALİZÖR OLDU 

Sinemada yıllarca muhafazakar gençlerin filmlerini, dizilerini izleyip hayranlık duyduğu Onur Ünlü’nün sosyal medya hesabından yaptığı “İstanbul’un 1453’teki işgalini fetih zanneden vasatlar beni takibi bırakırsa çok sevineceğim” paylaşımı bu isme hakettiğinden fazla değer verildiğini tescillemiş oldu. 1990’ların en parlak sinemacıları Zeki Demirkubuz’un, Ezel Akay’ın Gezi Olayları sırasında Hükümet’le pazarlık cümleleri kurmaları acıklı fotoğraflar olarak akıllarda kaldı. Muhalif cephenin en güçlü kalemi Emrah Serbes’in akıbeti de hepimizin malumu. 

Elif  Şafak’ın ‘Mahrem’ romanındaki pedofili övgüsünün -geç de olsa- farkedilmesi ışıltılı vitrinlerde sunulan ve bizim mahallenin dahi bolca övgüsüne, ödüllendirmesine mazhar olan bu isme de nasıl bol keseden paye dağıtıldığını anlamamızı sağladı. Son olarak da İBB seçimlerinin tekrarlanması gündeme geldiğinde tek elden işaret almışçasına belli çevrelerden sanatçıların koro halinde Ekrem İmamoğlu’na desteklerini açıklamaları ise Nihat Genç’i bile çileden çıkardı. Görünen o ki Oğuzhan Bilgin’in “Özenilen bu kültürel iktidar sahiplerinin düzeyi de eskisi gibi değil. Esas büyük çöküş ve lümpenleşme orada.” tesbitini doğrulayan durumlara daha çok rastlayacağız. 

Celal Fedai: Türkiye’nin kültürel iktidarı yörüngesiz sanatçılar değil milletimizindir

Türkiye’de kültürel iktidarın kendilerinde olduğunu iddia ederek övünen bir çevre var. Bu çevrenin farklı sanat disiplinlerinde ne yaptıklarına baktığımızda, iddialarının son derece dayanaksız olduğunu görürüz. Zira bu çevrelerin eserleri bir fabrikanın üretim bandından çıkmış gibidir. Özgünlükten yoksundur. Hümanist estetiğin ölçülerine vursak da meydana getirmeyi esas alan bizim sanat algımızla değerlendirsek de gerçek budur. Sosyalist üretim estetiğinin kapitalist formülasyonudur söz konusu olan. Sözgelimi Türk şiirinde Nâzım Hikmet sonrası sol şiir, birbirinin tekrarıdır. Çünkü SSCB’den gelen direktiflerle oluşturulmuş. Nâzım, tek özgün isimdir. Oysa “gerici” olmakla suçlanan muhafazakar çevrelerin şiiri, dünya şiir sanatının zirve isimlerini çıkarmıştır. Necip Fazıl’dan sonra gelen nesle baktığımızda Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu isimlerini anmak yeterlidir. 1960 ve 1970’li yılların sol tandanslı şairleri tıpkı romancıları gibi belli temalarda yazmaya zorlanmış ve birbirinin aynı metinler üretmişlerdir. Ahmet Oktay, bir Marksist olarak bu tabloyu üzülerek yorumlar ve Sezai Karakoç’u “yazınsal iktidarı dışlama”sı bakımından över. 1930’lardan 1990’a kadar edebiyat, sanat, düşünce ortamında “baskı” kuran ve iktidar olduğunu iddia eden sol çevreler, maalesef kendilerini kabzetmişler ve bugüne özgün bir eser bırakamamışlardır. Bu dönemde çekilen filmler de roman ile aynı aklın ürünüdür. Türkiye’de sosyalist bir devrimin altyapısını hazırlamaya çalışan, ezen - ezilen çatışması şablonunu çeşitleyen örneklerle doludur. Halit Refiğ, Metin Erksan gibi isimler zaten bu bağlamın dışına çıkabilmiş isimlerdir. Tiyatromuz Turan Oflazoğlu’yla ne kadar övünse azdır.

1900’lı yıllardan sonrayı konuşmak gerekirse, Türkiye’yi SSCB’yle ilişkilendirmek isteyen sanat, edebiyat çevrelerinin bu defa ABD ile başlayan flörtü söz konusudur. Günümüzde ABD menşeli küresel kültür endüstrisinin halkalarından birinin de Türkiye’de kültürel iktidarda olduklarını söyleyen çevrelerin olduğu açıktır. AB ve ABD vakıflarınca fonlandıklarını övünçle sergileyen bu çevrelerin Türkiye’de kültürel iktidar tartışması yaparken muhafazakarların siyasî iktidarla bağlarına atıf yapmaları gülünçtür. Kendilerini Türkiye’nin kültürel birikimine değil de dünya kültürel iktidarına nispet etmelerine bakmadan böyle davranmaları karşısında insanın dili tutulabilir. Böyle bir gerçeklik söz konusu değilken Türkiye’de kültürel iktidarın kendilerinde olduğunu söyleyebilmeleri ve türlü suçlamalarda bulunmaları, akla, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” atasözümüzü getirmektedir. Elif Şafak’ın para-romanları ile Emine Işınsu’yu karşılaştırın ya da günümüz şiirinde Müslümanca hassasiyetleri olan şairlerin şiirleri ile vaktiyle SSCB’ye şimdi ise ABD ve AB’ye kendilerini bağlamış olan şairlere bir bakın... Yalnız ve özgün olan ile dünya kültürel iktidarına bağlanarak çoğalmış sıradanı görürsünüz. Her kültür tartışmasında boy gösteren sinema sektörünün isimleri ise, Semih Kaplanoğlu ve Hasan Kaçan ile karşılaştırıldıklarında, parasını aldıklarının düdüklerini çalar bir halde oldukları için meselemizi konuşurken oldukça sakil kalmaktadır.   

Yaşadığımız dünyada soğuk savaş döneminde uygulanan kültür savaşlarının stratejileri tekrarlanmakta bugün. Türkiye’nin bir parçası olan sanata, edebiyata baskı yapılarak özgüvenleri sarsılmak istenmektedir. Gerçekliği olmayanı gerçekmiş gibi tartışmamak gerekir. Türkiye’de kültürel iktidar yörüngesiz sanatçılar değil milletimizdir. Küresel kültür endüstrisinin popüler kültür baskısına karşı milletimizin kültürel nitelikleri, küresel popülizmin karşısına çıkarılmalı ve aktüel kılınmalıdır. Bu, sadece bize değil dünya kültürüne de hayati bir katkıdır. 

Hüseyin Sermet (Piyanist): Batıcı aydınlar ancak Atatürkçülükle bir baltaya sap olabiliyorlar 

Türkiye, maalesef, Atatürk inkilâplarını tam yerine oturtamadığından dolayı, zihinsel açıdan son derece kısıtlı ve genel anlamda yeteneksiz bir zümrenin elinde kalmıştır! Tarihte “Aydın” ve “Sanatçı” sınıfları, genelde mensup oldukları ülkelerin ufkunu açmış ve hatırı sayılır katkılarda bulunmuşlardır. Ancak, 1960-71-80 darbeleri ve işbu darbelerin sağladıkları fecaat “Fikirsel” - “Entelektüel” yıkımlar, ülkemizi dehşet bir kültür-entelektüel bataklığı içinde bırakmıştır. Netice olarak bir tarafta “Batı” hayranı ve sâdece Batı kopyası olan devşirilmiş, güyâ, aydın zümre ki en iyi niyetle “Yarım Aydın” sıkletini geçemiyorlar ve onların peşine takılmış, kopyaları taklit eden kopya müsveddesi olmuş çeyrek aydınlar! Kopyaların ders verdiği bir düzende talebelerin başka türlü olmalarını beklemek aşırı iyimserlik olur. Aynı düzen sanat dünyamıza sirâyet etmiş durumda tabii. Bu noktada ilginç bir ayrıntı hâsıl oluyor. Ne kadar eski tüfek, güyâ, solcu varsa tüm eziklikleriyle birer “Atatürkçü” olarak piyasaya avdet etmiş durumdalar. Muhtemelen ancak bu şekilde bir baltaya sap olabiliyorlar. Sıkıntılarımız ise, medyanın büyük kısmı başta olmak üzere, üniversiteler, sanat okulları, meslek odaları gibi yerlerin tamâmen Atatürkçü olduğunu iddia eden bu zihniyet tarafından işgal edilmiş olması!!! İçin için, kendilerinin son derece çakma olduklarını bildiklerinden dolayı, gerçeklerin bilinmesi ve görülmesi, onlar için, tahammülü imkânsız bir işkence! Dolayısıyla, amansız bir mücadele veriyorlar. Halbuki korkmasalar, samimî şekilde katkıda bulunmaya çalışsalar ülke ve bilhassa kendileri için daha hayırlı olurdu. 

DEMOKRASİDEN ÖDLERİ KOPUYOR 

Diğer tarafta ise, her darbede kafasına vurulmuş, aşağılanmış ve gözü korkmuş bir kesim var. AKP iktidarı sâyesinde biraz güven kazanmış olmalarına rağmen, Batı kopyası zihniyeti temsil edenlerin karşısında, hâlâ çok ezik durumdalar ve bu bilhassa sanat çevresinde son derece bâriz şekilde belli oluyor. Yazıya son verirken bir noktayı ciddiyetle belirtmem gerekiyor. Elbette hiçbir şey yekpârelik arz etmez. Ne tüm Müslümanlar namusludur, ne tüm Hıristiyanlık kötüdür gibi gayr-ı ciddî söylemlerde bulunamayız. Dolayısıyla bahsettiğim çevrelerdeki genel hâlet-i rûhiye söz konusu. Tabii ki Türkiye’de hem çok seviyeli aydın insanlar hem de son derece iyi sanatçılar var. Ancak dost acı söyler misâli, yaptığım tespitler, maalesef, doğru. 

Atatürkçü olduğunu iddia eden tayfanın, sâdece ve sâdece kendilerinden menkul vasatlık duvarını aşmış anlayışı, zorla yerleştirmeye çalışmış olmaları, onları “Faşist” kılıyor. Zîra, kendileri gibi yorum yapmayanları, “Dönek”, “Yandaş”, vs şeklinde yaftalayarak korkutma gayreti, hem fikrî âcizlik hem de foyalarının ortaya çıkacağı korkusuyla bezenmiş durumda. En çok ödlerini koparan kelime ise “Demokrasi”!!! Zîra onların demokrasi anlayışı kendilerinin mutlak hâkim olduğu son derece kısıtlı bir rejimin aktörleri olmakla sınırlı. Kendilerinden olmayanların da çeşitli kamplarda siyâsî olarak eğitilmesi şartı taşıyor. Kendileri gibi düşünmeyenler olsa olsa, ancak çok câhildirler. 

İsmail Çağlar: Edirne’nin batısında yok hükmündeler 

Bizde değil dediğimiz kültürel iktidarı elinde bulunduranlar temelde “batıcı kültürel elitler”. Ederlerini tespit ederken bir referans noktası lâzım. Haliyle bu referans noktası batıcı kültürel elitler için batı olmalıdır. Kültürel alanda yapıp ettiklerini, sanat eserlerini, romanlarını, tiyatro oyunlarını batı kültürel havzasındaki kıymetine göre değerlendirmemiz gerekiyor. Orada da durum hiç parlak değil. Edirne’nin batısına geçtiğinde yok hükmünde olan bir kültürel üretimden bahsediyoruz. 

Birkaç tane kıymetli ve fakat yine de kıymetinden fazla şişirilmiş isim dışında batı kültürel dünyasında etki ve yer sahibi bir şahıstan veya eserden söz etmemiz mümkün değil. Türkiye’yi Batı’ya şikayet ederek varlığı sürdüren sözgelimi romancılarımızın romanları batı dillerine ajanslar marifetiyle çevrilir. Londra’nın veya New York’un kalburüstü sayılan kitapçılarının raflarında göremezsiniz. Aynısını musiki alanında da söyleyebiliriz. Heykele veya performans sanatlarına hiç girmiyorum çünkü o alandaki varlıkları ilkokul müsameresi seviyesinde. Kaldı ki felsefi arka planına vâkıf olmadıkları bir evrenin kodları ile sanat yapmaları da mümkün değil. Aydınlanma hakkında bildikleriniz ilk ve orta mektep tarih kitaplarında anlatılanların ötesine geçemiyorsa, hümanizmi “insan sevgisi” zannediyorsanız batılı kültür evreninde var olamazsınız. Ancak kötü bir taklidi, uyarlaması, indirgenmiş bir uygulayıcısı olursunuz. Ve döner Türkiye’de bu zanaatkârlık üzerinden prestij iddiasında bulunursunuz.