20 Nisan 2024 Cumartesi / 12 Sevval 1445

Ortak hikâyemizin adıydı Şule Yüksel Şenler

Ortak hikâyemizin kahramanıydı Şule Yüksel Şenler. Hayatımızı anlamlandırmaya çalışırken elimizden tutup bizi Huzur Sokağı’na çağırandı. Bu yüzden hiç kolay değildi ondan ayrılmak. Eyüpsultan’da birbirine karışan gözyaşları, sessizce iç geçirmeler, usulca okunan aşr-ı şerifler, tesbihatlar şüphesiz bizler için tükettiği ömrünün karşılığı değildi. Helallik istemeye yüzümüz yoktu da ‘Hakkını helal et’ diyebildik ancak...

31 Ağustos 2019 Cumartesi 07:00 - Güncelleme:
Ortak hikâyemizin adıydı Şule Yüksel Şenler

GÜLCAN TEZCAN

Çocukluğumuz geldi önce Eyüp’e. Annemizin neden elindeki kitabı nemli gözlerle okuduğunu anlamaya çalıştığımız o günün hatırası… Sonra bir gün yüreği pıt pıt ‘Hadi kızım Şule Hanım’ı dinlemeye gidiyoruz. Bak buralara kadar gelmiş bizim için’ deyişi… Birkaç gün sonra annemizin etrafında garip garip hatta kınayan gözlerle bakanlara aldırmadan başını örtüp sokağa çıkışı… 

Aynaya bakıp annemiz gibi ışıldayan gözlerle başörtümüzle ilk selamlaştığımız ‘ben büyüdüm’ sevincimiz de oradaydı. Kafamızda dönüp duran sorulara ‘Seher Vakti’nde bulduğumuz cevaplar, gazetedeki köşe yazılarını yapıştırıp başımız sıkıştığında dönüp baktığımız defterler de… 

İlk kez bir sinema salonuna gittiğimiz günün şaşkınlığı da durdu yanı başımızda. Şule Hanım’ın romanı film olmuştu. Hem de Yücel Çakmaklı çekmişti, rüya gibiydi. Susuzluğumuzu gidermek istercesine kim bilir kaç kez döne döne izledik Birleşen Yolları. Türkan Şoray artık bambaşkaydı gözümüzde. İzzet Günay’ı da ayrı bir yere koymuştuk. Bilal ve Feyza’nın aşkı Leyla ve Mecnun’un bugünün bir hikayesinde vücut bulmuştu. Naif, sahici ve hüzünlü bir aşk masalıydı Huzur Sokağı. Modern hayatın karşısında bir Müslümanın nasıl tavizsiz durabileceğinin örnekliğiydi. Şule Yüksel Şenler,  tam 40 yıl öncesinden tembihlemişti bizi… 

Sonra hüzünlerimiz toplandı bir köşeye. Kapanan kapılarının çıkardığı o tok sesin içimizde kopardığı fırtınalar... Eylem nedir bilmeden memleketin en onurlu direnişi için yola çıktığımız, heveslerimizin kursağımızda, umudumuzun tavan arasında kaldığı yıllar… Tam gözyaşlarımıza yenilecekken kütüphanede gözümüze ilişen kitabını göğsümüze bastırıp hâlimizden utanarak yeniden başlayışlarımız… 

Dualarımız en öndeydi, şükürlerimiz… Hepimizin ortak hikâyesiydi Şule Yüksel Şenler. Hayatımızı anlamlandırmaya çalışırken elimizden tutup bizi Huzur Sokağı’na çağırandı. Bu yüzden hiç kolay değildi ondan ayrılmak. Zor zamanlarda İslam davasına gönül vermiş yiğit bir kadının ardında toplandı bütün kızları. Eyüpsultan’da birbirine karışan gözyaşları, sessizce iç geçirmeler, usulca okunan aşr-ı şerifler, tesbihatlar şüphesiz bizler için tükettiği ömrünün karşılığı değildi. O da tıpkı Mehmet Şevket Eygi, Emin Işık ve Haluk Dursun gibi bu dünyadaki vazifesini tamam eyleyip asıl aleme gitti. Rabbim makamını pür nûr eylesin. 

 

'MEVTİN SANA HANDE, HALKA MÂTEM'

ZEYNEP TÜRKOĞLU
 
Türkiye sosyolojisinin değişmeye başladığı bir dönemde, o değişimin içinden geçmekte olan bir genç kadındı. Ve hakkını talep etme inisiyatifini de eline almak istemişti. O güne kadar alışkın olunmayan bir figürü Türkiye’nin hayatına katan öncülerdendi.    
 
 
 
Şule Yüksel Şenler-Gazeteci/Yazar (1938-2019) 
 
Karanlık gecelerde yön tayin eder deniz fenerleri. Fırtınalar içinde, ya da ölüm sessizliğinde istikameti söyler. Seni limana çıkartır, sağ ve salim. 
 
Kalemiyle söyler, sözüyle söyler. Kâh Anadolu’nun harmanında, kâh İstanbul’un, Ankara’nın salonlarında hep dinler, hep konuşur. 
 
Şehirleşmeye başlayan Türkiye resminde, ağır aksak hukuk ve hayat içinde bir türlü yer bulunamayan şehirli Müslüman kadındır o. Kendiyle beraber bu yola çıkanların yoldaşı, ablası, rehberidir. Bugün yaşı 70’e dayananından, üniversite çağlarında olanına kadar, hemen her tesettürlü Müslüman kadının hayatına yakın veya uzak teması vardır. Bütün bu kadınlarda, hepimizde, ya şahsı, ya yazdıkları, konuşmaları, toplamda bizatihi varlığı bir ideale, bir tasavvura ve aksiyona denk gelir. 
 
Sözlerinin bedeli mahkeme salonları, hapishaneler, ötekileştirilme ve yok sayılmadır. Oysa onun huzuru sadece sokağında değil, gönlündedir, imanındadır. Vazgeçmez; yürür, yazar, konuşur… Despotizmin karşısında cesur bir Müslüman kadındır. Mücadelecidir, mücahidedir. 
 
Hastalanır, yorulmaz; direnir, kırılmaz; nesillerce okunur, silinmez. Hakkı ödenemeyeceklerden biri daha Hakk’a yürüdü. 
 
Samimiyetle söylemek gerekirse, Şule Yüksel Şenler’in vefatı üzerine söz söylemek kolay değil. Bu sadece ona duyulan sevgiden de kaynaklanmıyor bana kalırsa. Ona karşı hürmet ve sevgi elbette çok kuvvetli. Fakat bununla beraber, onun hayatı ve hikâyesi dünün ve bugünün Türkiye’sinde dindar bir Müslüman kadın olarak yaşamakta olan pek çok kişinin hikâyesi ile birleşir. Okuduğumuz romanla, yazılarıyla, söyleşileriyle, sohbetiyle mutlaka kesişir. Bugün boğazımızdaki düğüm, biraz da böyle bir şeydir. Onunla geçirilmiş zamandır, onu okumuş olmaktır, gösterdiği ideale yaklaşma gayretidir, gençlikte ve her vakitte. Bazen bulduklarımıza sevinmek ve olmuşsa eğer, çizgiden kaymaya esef etmiş olmaktır. 
 
Onu nasıl isimlendirmeli? Gazeteci. Yazar. Aktivist. Kadın hakları savunucusu. Şule Abla… 
 
1960’lardan itibaren yazılarıyla, konuşmalarıyla tesiri hissedilmeye başlanan Şenler, başörtüsü mücadelesinin sembol ismi olarak kabul ediliyor. El-hak doğrudur. Fakat sembollüğü yeni bir giyimi ortaya koymasından ibaret değil. 
 
Türkiye sosyolojisinin değişmeye başladığı bir dönemde, o değişimin içinden geçmekte olan bir genç kadındı. Ve hakkını talep etme inisiyatifini de eline almak istemişti. O güne kadar alışkın olunmayan bir figürü Türkiye’nin hayatına katan öncülerdendi. Alışılagelmiş olan şunu söylüyordu Müslüman dindar kadına; 
 
“Bir tercih yap. Ya başını örtmeden oku, çalış, sosyal hayata karış. Yahut ille dinimin gereğidir diyeceksen; örtün, sokağa pek çıkma, okuma, çalışma, yazma, konuşma. Buralar sana göre yerler değil. Din, Allah, Peygamber ancak geride, evde, köyde anabileceğin, yaşayabileceğin şeyler. Şehir de sana göre değil!” 
 
Bununla beraber şehirli Müslüman münevver kadının izini takip edebileceğimiz farklı damarlar da mevcuttu elbette. Osmanlı’nın dinî ve kültürel devamlılığını kendi mana ve fizik dünyasında yaşamaya ve sonraki kuşaklara aktarmaya ömür vermiş kalemler, basında, edebiyat dünyasında mevcuttu. Samihâ Ayverdi, Safiye Erol gibi yazarlar, millî, dinî değerleri eserlerinde, kâh geçmişi özlemle anarak, kâh yarına bir umut, bir ışık tutmaya çalışarak daima ana zemin olarak tuttular. Giyim kuşam tercileri ile Batılı bir görüntü içindeki, bu zarif ve imanı ifade edişleri coşkulu Müslüman hanımlar da belli sınırlandırmalar ve sıkıntılar ile yüzleşmek durumunda kaldılar. Giyimini İslam’ın tesettür anlayışına uygun biçimlendirmek isteyenler için ise sıkıntıyla yüzleştiler demek zor. Onlar zaten hayatın dışına atılmış, girmek istedikleri kapılar yüzlerine kapatılmıştı. Tehlike ve tehdit olarak görülüyorlardı. Bu tehdidi ortadan kaldırmanın yolu yasaklardı. Yasaklandılar. Okula alınmadılar, mesleklerini icra etmelerine izin verilmedi, hayata katılma talepleri ya duymazdan gelindi, ya sürgün, hapis cezaları ile karşılık buldu. Bütün mesele “Türkiye resminde ben de varım! Dindarlıkla vatandaşlık arasında tercih yapmayı reddediyorum!” diyen kadının yaşayıp yaşamama meselesiydi. 
 
“O iş sizin değiniz gibi olmayacak!” diyen kadınlardan, başı çekenlerden biriydi Şule Yüksel Şenler. Müslüman kadını, “Ya o, ya bu; seç birini!” zorbalığına mahkûm edenlere kafa tutmuş, dindar, tesettürlü, genç bir Müslüman’dı. Bugün açılan kapılardan –ki neyi ne kadar, nasıl aştık, bambaşka ve uzun bir bahistir- geçen, biz gençlerden değildi o yılların Müslüman münevverleri, yazarları. O kapıyı açmak için harekete geçecek olan siyasetin, tohumunu toprağa atmak için ter döküyorlardı. Şule Yüksel Şenler de bunun için yazıyor, bunun için şehir şehir geziyor, başörtülü genç kadınlar üniversiteye girebilme savaşı verirken, eylemlerine katılıyor, bu yüzden mahkemelere çıkarılıyor, hapis cezalarına çarptırılıyor, özel af hakkını kullanabileceğini savcı ile haber eden devletin büyüğüne, “Ben kanunlara riayetkâr bir fert olarak mahkûmiyetimi devam ettiriyorum, kimse beni affetmeye kalkmasın, ama benden gelip af dileyebilirler” diyerek haysiyetiyle, yüzsüzlüğe meydan okuyordu. 
 
 Hukuksuz yasaların zulmüyle geçti yılları… Ama aynı yıllar şehirli Müslüman kimliğinin de yeniden, yeniden inşasını beraberinde getirdi. Özellikle genç kadınların talepleri yasaklarla durdurulmak istense de önü alınabilir olmaktan (hayli) yavaş bir akışla çıkmaktaydı. “Benim de annem başını örterdi, ama sizin gibi devlete tehdit değildi.” riyakârlığının ve hadsizliğinin de ömrü gün gelecek, tükenecekti. Yavaş yavaş… Bu akış içinde devletin okulu, çalışma sahası, “kamusal alan” şeysileri(!) hep, hep kapalı kaldı Şule Abla’ya ve onun gibilere! Ama hayatın kendisi açıktı. Romanın iki kapağı arasından çıkıp sokağa doğru yürüyen “Feyza”lar, “Bilâl”ler vardı artık. Kendilerine “Ya bilim, ya ibadet; sen seç!” diyenlere karşı dalga yükseliyordu. 
 
Tek bir yazı içinde dört başı mamur bir çerçeve çizmek öyle kolay değil. Muhakkak ki çağrıştırdığı her şeyi, unutmadan kâğıda dökmek istiyor insan. Bir mücadele insanının izini takip ederken öne çıkan bir cephenin varlığı, (burada şüphesiz öne çıkan Kemalist rejimin yasak ve yasakçıları ile olandır) geride kalan başka problemleri unutturabiliyor. Ama not düşmek gerekir; Şule Yüksel Şenler’in ve onunkine benzer tercihlerde bulunan kadınların bir de kendi çevrelerinde yaşadıkları haksızlıklar ve hayal kırıklıkları vardır. Toplumun gündelik hayatından devlet ve gücün başka elleri ile tecrit edilmek istenen bir kadın, kendine mecra bulmaya çalışırken “Nasılsa başka yerde okuyamazsın, nasılsa başka yerde çalışamazsın, benim takdirime razı ol.” diyen seslerle de uğraşmak zorundadır. 
 
Kolay ve tek bir seferde değil, adım adım, düşe kalka yaşadı Türkiye bütün bu merhaleleri. Toplamına bakınca nasıl oldu bu kadar şey denilse de, bir ömre dünyalar da sığar, Türkiye’nin değişimi, dönüşümü de sığar demek ki, diyor insan. 
 
Bir Çığır Öyküsüdür; Şule Yüksel Şenler kitabının yazarı gazeteci Demet Tezcan o ömre sığanların neler olduğunu anlattığı kitabı için şöyle diyor; 
 
“Fırtınalar estiren bir hayatın ancak paylaşılabilecek kadarına ışık tutabiliyorum. Hayat boyu yapılmış yüzlerce röportajların sora sora bitiremediği bir hayatı bir kitaba sığdırmak elbette mümkün değil. Kimi şeyler mutlaka yazılmalıydı, kimileri de ne kadar ilginç yahut önemi haiz olursa olsun yazılmadan sadece şahitliği yapılmış olarak kalmalıydı.” 
 
Bugünlerde dünya imtihanını tamamlayıp, gerçek yurduna dönmüş bir ablamız için gözümüz yaşlı. Cenazesinde kadınlar birbirine sarıldı, pek konuşamadan sessizce ağladı. Eyüpsultan Camii’nin avlusunda genç-yaşlı, kadın-erkek binlerce kişi helallik vermekten çok, helallik istemeye gittiler ondan. Tabuta yaklaşıp, el sürenlerin pek çoğu “Ablamızdı, annemizdi, nasıl da yalnız kalıverdik” diyordu şaşkınlıkla. Kimi ondan evvel göçmüş, kimi hayatta olan nice hanımefendiler de var. Onları da düşünüyor insan. Anlattılar, yazdılar, ettiler, eylediler; anladık mı? Yol aldık mı? Bir cenaze… Bir muhasebe… Bütün bunlar zihnimde birbirini neredeyse itip kakarak dolaşırken, Şule Yüksel’in sessizce tesir ettiği ve hayatına anlam kattığı milyonlarca kadından biri olan anneciğimin mırıldandığı dizeler tercüman oldu hislerime… 
 
“Yâdında mı doğduğun anlar  
 
Sen ağlardın gülerdi âlem  
 
Öyle bir ömür sür ki mevtin  
 
Olsun sana hande, halka mâtem” 
 
 
EZBER BOZAN CESUR YÜREK
 
DEMET TEZCAN
 
Ezber bozandır çünkü dini, dindar kimliği çağ dışı gören kesimin tam da içinde yetişmiş, kendileri gibi düşünüp, inanan ama hakikati keşfettikten sonra “Hayır! Din çağ dışı değil bilakis çağlar üstüdür” diyen bir gür sestir. 
 
 
 
Şule Yüksel Şenler; dindarlığın siyaset, sanat, edebiyat  her alanda jakoben kesimce katı bir ideolojik tavırla karşılandığı, baskı ve şiddet uyguladığı, dini görünüme tahammülün olmadığı bir dönemde özelde Müslüman kadın kimliğinin, genelde tüm camianın adeta varlık mücadelesini, Müslüman kadın kimliğinin yeniden inşasını, öz güvenini sağlamak için destansı bir mücadele ortaya koymuş ve ezber bozmuş bir isimdir.  
 
Ezber bozandır çünkü dini, dindar kimliği çağ dışı gören kesimin tam da içinde yetişmiş, kendileri gibi düşünüp, inanan ama hakikati keşfettikten sonra “Hayır! Din çağ dışı değil bilakis çağlar üstüdür” diyen bir gür sestir. Bu ses, eğer Anadolu’dan çıkmış olsa idi zaten din taşralılıktı ve taşradan ancak böyle bir ses çıkabilirdi ama Şule Yüksel Şenler tam da kendi içlerinden çıkarak içinde yaşadığı toplumsal sınıfın ezberlerini bozuyordu. 
 
Bu çıkışla Anadolu insanının da ezberlerini bozar Şule Yüksel Şenler. Onunla birlikte ilk kez bir genç kız, bir genç hanım şehir şehir, kasaba kasaba tüm Türkiye’yi dolaşıp, günde üç ayrı şehirde konferanslar verir, kadını erkeği ile toplumda unutturulmak istenen Müslüman Anadolu kimliğini haykırır, onun gittiği her yerde salona sığmayan insan seli sesini duysun diye cami minarelerinin hoparlörlerinden yankılanan sesiyle tüm şehir meydanı konferans mahalline döner. Kadını erkeği ile susamışların suya koşması gibi onun çağrısına koşar ve Şule Yüksel Şenler’i kurak, susamış bağırlarına basarlar. 
 
Yıllarca susturulmuş halkın hislerine tercüman olur, dil olur, söz olur. Köşe yazılarıyla her bir haneye ulaşır. Yazıları, konferansları, tavizsiz dik duruşu, azim ve kararlılıkla yürüyüşü kadını ile erkeği ile tüm ezilmiş kesime yeniden öz güven kazandırır, cesaret telkin eder. Kadınların sosyal hayat içerisinde, genç kızların üniversitelerde bulunmalarının önünde engel gibi duran örtünme / örtünememe biçimine günün şartlarına uygun bir tarz oluşturur, bu tarz toplumun hemen her kesiminde kabul görür. 
 
Şule Yüksel Şenler, o günleri dile getirirken “Aşıktım, hem ölesiye” diye tarif eder. “Öyle bir davanın göz kamaştıran nurlu ufuklarına açmıştım ki gözlerimi, bu ebedi mana güzelliğine meftun olmamak mümkün değildi. Sevdalıydım, sevdalı. Uğruna can verilecek gerçek sevgiliyi ve o sevgilinin ebedi saadetle noktalanan  nurlu yolunu bulmuştum…”  
 
Birçok konuda ilk olur Şule Yüksel. O güne kadar mütedeyyin kesimde konferans veren erkekler bile bir elin parmakları kadarken bir tek kadın yoktur. Bir genç kız çıkar ve şehir şehir dolaştığı seri konferanslarla ülkede genç kızların, hanımların yeniden kimliğini sahiplenmesinde öncülük eder. 
 
Gençliğini, sağlığını, zamanını, bilgi, beceri ve tüm yeteneğini davası uğruna ortaya koyar. 
 
Bu uğurda her konferansı sonrası hakkında açılan yüzlerce davadan, hapis cezasına, evinin kundaklanmasından, tehditlere, merkez medyanın kalem birliğiyle (vefatı dolayısıyla Cumhuriyet gazetesinin ve yıllar evvel de Soner Yalçın’ın yaptığı hakaretamiz haberler bir nebze de olsa fikir verecektir) taarruzuna kadar çok ağır bedeller öder ama asla geri adım atmaz. Bu kalemlerden bazıları Çetin Altan, İlhan Selçuk, Metin Toker, Falih Rıfkı Atay, Nizamettin Tepedelenlioğlu’dur. 
 
Şule Yüksel’in pardösülü Avrupalı modellerin başına guaj boya ile başörtüsü çizerek modellediği o şık kıyafetlerin algısı dönemin medyasında çarşaftır. Çarşaflı konferansçı diyerek bahsederler, çarşaflı karikatürlerini çizerler. “Şık, zarif ve modern” diyerek tanımladığı bu kıyafetin böylesine rahatsız eden, dehşete düşüren bir algısı vardır. Zor zamanda daha 27 yaşında gencecik bir kız bir başına adeta cephe yara yara mücadele eder. Hakimler, savcılar, köşe yazarları, medya manşetleri, kimi sivil toplum örgütleri mücadele sathındaki karşıtlardır. Bir yanıyla ipek gibi narin, diğer yanıyla çelikten kılıç gibi keskindir. Kalemi, hitabeti, duruşu kavidir. Tek başına bir ordudur. 
 
DERDİM VAR DEMEZDİ, ONUN DERDİ DAVASIYDI
 
Hayatını yazarken en zorlandığım şey tüm zorlu mücadeleyi verirken arka planda yaşadığı zorlukları anlatmak istememesiydi. “Benim davam bilinsin yeter.” diyordu.  Çok ısrar etmek durumunda kalmıştım ama yıllar içinde unutmak istediği kabuk bağlayan yaralarını yeniden kanatmıştım. Kah birlikte ağladık, kah ertesi gün üzüntüden yataklara düştü ama Şule Yüksel’in ödediği bedellerin görünenden ibaret olmadığını da böylece açığa çıkmıştı. Derdim var demezdi. Onun derdi davasıydı. 
 
Gerçek bir hanımefendiydi. Hanımefendiliği göstermelik değildi. Çok naif, zarif  biriydi.  
 
Şule Yüksel Şenler zatürreye bağlı solunum yetmezliğinden vefat etti. Konferanslarının en yoğun olduğu o dönemde Karadeniz turnesi esnasında hastalanır. Hastalık teşhisi veremdir. Günler, geceler boyu süren aç, yorgun ve yoğun çalışmalarının sonucu sağlığını kaybedip verem olur. Tam o sırada dönemin Cumhurbaşkanına hakaret ettiği gerekçesi ile hapse girer. Hastalığının en ağır sürecini cezaevinde geçirir. İşte tâ o yıllardan beri Şule Yüksel’in ciğerinde problem hiç bitmedi. Hastalık peşini bırakmadı. Rabbine ciğerindeki o sızıyla yürüdü. 
 
Boşluğu doldurulamaz çok kıymetli bir değer ayrıldı aramızdan. Bir cesur yürek sustu, bir devir kapandı. Ama o ardında öylesine kalın bir amel defteri bıraktı ki inşallah sayfaları ebediyete kadar açık kalacak. 
 
De ki: “Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir.” Buyruğunca adanmış bir ömürdür. 
 
O Rabbinden razıydı, Rabbi de ondan razı olsun. Mekanı Cennet olsun.